* Yukarıdaki fotoğraflar telefonla çekilmiştir!*
Mart ayında Aslı-Baler çifti ile klasik bir şarap&peynir gecesinde iken internette takıldığımız bir haberin peşine düştük. Dördümüzün de en sevdiği gruplardan biri olan 3 Doors Down, 15 Haziran’da Brüksel’de, Ancienne Belgique Konser Salonu’nda konser verecekti. Dahası biletler 31 Euro’ydu. E, millerimiz de duruyordu bir kenarda. Vizemiz vardı. Helva yapmamak hata olurdu dedik 🙂 Dedik ama, yolculuk zamanı geldiğinde aklımız çok karıştı. Gezi Parkı direnişini bırakıp eğlenmeye gitmek içimize hiç sinmedi, iptal etmeyi planladık; ama son günlerde kafamız o kadar dolmuştu ki, hazır tüm ödemelerini yaptığımız bu seyahat ile kafamızı boşaltmak iyi bir fikir gibi göründü. Yine de bedenimiz Brüksel’de, aklımız gönlümüz memlekette; sürekli olarak elimizde bir “#direngezi” yazısı ile dolaştığımız ilginç bir seyahat oldu.
Hep böyle akşamların sonunda çıkan bir takım programların peşinden gidip hayatımın en hoş anılarını biriktirdiğim doğrudur! Bu defaki de farklı olmadı pek. Brüksel’e ilk defa gidenimiz, çok defa gidenimiz, orada bir müddet yaşayanımız falan değişik bir dörtlü olduk. Adım attığımız gibi Kwak içmeye gittik. İki binin üzerinde biranın sergilendiği, bir çoğunun satışta olduğu Delirium Cafe’yi mesken tuttuk iki akşam. Paris’te nikah sonrası gittiğimiz zaman var olmayan, yeni açılmış; sevgilimin mutlaka uğranmazsa olmazlarından Hard Rock Cafe‘de soluklandık. Waffle yedik, teyzoşumu ve kuzenlerimi ziyaret ettik. “Artık yurt dışında bir yerde benim de müdavimi olduğum bir mekan var” dedirten Samourai‘de inanılmaz bir akşam geçirdik. Brüksel’in son dönem yükselen değeri Saint Gery’i pek bir sevdik. Konserimizi izledik. Şaşkınlıkla elimizde fazla kalan iki bileti son dakikaya dek kimselere satamadık!!
Brad Arnold’a hayranlığımız bir kat daha arttı. Benim kıymetlilerim “Landing in London“, “Kryptonite“, “When I’m Gone“, “It’s Not My Time” çalarken kendimden geçmiş bile olabilirim. Bir taraftan olmayı hayal ettiğimiz konserde, hem de en ön sıralardaydık; diğer taraftan ülkede bırakıp geldiğimiz haberlerin etkisi altındaydık. Çok değişik, çok farklı; çok güldüğümüz, gülerken ağladığımız bir seyahat oldu bu defaki Brüksel seyahatimiz bizim için.
Bir günümüzü de Brugge’de geçirdik. Fotoğrafların çoğu Brugge’de klasikleşen kanaldaki tekne gezintisinden.
Temmuz ayına geldik göz açıp kapayıncaya dek.
Çok zor geçen bir Haziran’dı.
Benim kişisel tarihimde hiç unutmayacağım bir ay olarak kalacak 2013 Haziran’ı. Aynı zamanda yeni bir dergiye fotoğraf ve yazılarımla katkı yapmaya başladığım ay da olacak 🙂 Sevgili Gamze Alpar’ın yayın yönetmenliğindeki bu dergi: Mata Hari! Dergiyi Nişantaşı, Galata, Karaköy, Cihangir ve Bebek’te yer alan bazı kafelerden temin edip okuyabilirsiniz. İlk yazım Sevilla seyahatimiz üzerineydi. Umuyorum uzun soluklu bir birliktelik olur bizimki. Çünkü yazmayı, yazdıklarımı paylaşmayı, dergi-kitap şekliyle elimde tutmayı dünyadaki her şeyden çok seviyorum galiba!
Yazılarını okumaya bayılıyorum. Koşu öncesi/sonrası derken kendimi önce Meis’te sonra da Brüksel’de buldum. Şu an o hayalden bu hayale atlıyorum ve işin en acı yanı; işyerindeyim!
Özellikle Meis yazısını içerken kendimi, deniz kenarındaki masalardan birinde sevgilim ile hayal ederken buldum. Yaşanılanı karşındaki insana bu denli sıcak ve gerçek şekilde aktarabilmek ayrı bir yetenek. Eline sağlık,
içerken=okurken
Alkol konusuna çok fazla odaklanmışım. 🙂
sevgili histoirevaque,
çok teşekkür ederim 🙂