Cuma Hikayesi…

Çok erken bir saatti sanıyorum, daha gün bile ağarmak için hareketlenmemişti… Gözlerimi açıp, tabir yerindeyse, cin gibi etrafa bakınmaya başladım. Hoş, yumuşacık, pamuk gibi bir yatakta yattığımı fark ettim önce. Misler gibi kokuyordu yastığım; zannediyorum gardenya kokusuydu bu; ölçüsü tamdı, bayıltmayacak kadar sarhoş edici yani.. Üzerimde tiril tiril beyaz bir gecelik. Neredeyse kayarak kalktım yataktan saten gecelik sayesinde. Derinden gelen sesleri dinledim bir müddet, pencereye doğru yürüdüm yavaş yavaş. Karşımda ucu bucağı olmayan Akdeniz; kıyı ile benim bulunduğum yer arasında bir kaç Palmiye ağacı aralıklarla dizilmiş, rüzgardan hafif sağa doğru bükülmüş gövdeleri.. Seslerin kıyıya vuran dalgalarla karışık, Palmiye yapraklarının hışırtıları ile birleşerek ortaya çıktığı belliydi. Arada birkaç cır cır böceği de ses veriyordu. Sanki orkestranın birer elemanı gibiydiler. Cır cır böcekleri kendi sıraları geldiğini anladıkları an bu parçanın arasına giriyorlar, şarkılarını söyledikten sonra da tekrar sıraları gelene kadar bir kenara çekiliyorlardı. Pencerenin sürgülerini açarak, sağa doğru kaydırdm ve dışarıya verandaya çıktım. Ayaklarım çıplaktı allahtan, tahta verandada hiç ses çıkarmıyorlardı yürüken. Korktum zira, bu güzide orkestranın “Şafak Vakti Senfonisi”ni bozmak istemedim.

Merdivenlerden indim, sanırım 4 ya da 5 basamak kadar. İşte.. Ayaklarım buzz gibi kumlarda şimdi. Sabah serinliğinde kumsalda yürümek kadar güzel bir şey yoktur bilir misiniz? Serin bir sabaha, serin kumlara çıplak ayakla basarak başlamak.. Saçlarınız uzunsa ve biraz sağa sola karışıyorlarsa bu serinlikte bir de.. Yürüdüm biraz Akdeniz’e doğru, salına salına, ayaklarımın altında ezdiğim her kum taneciğini ayrı ayrı hissederek yürüdüm. Kah gözlerimi kapattım, kah ta ilerilere daldım gittim.. Sanki ufuk çizgisinin ötesinde bir şeyler görmeyi bekler gibiydim. Sabahın köründe, kumsalda bir evde uyanarak; senfonik doğal bir müzik eşliğinde uykuma son verip, zihnimde adım adım ufuk çizgisine yaklaşan ben “NERDEYİM?” diye sorduğumu fark ettim kendime.

Nerdeydim ki ben? Burası neresiydi? Neden bu denizin Akdeniz olduğundan bu kadar emindim ve karşıdan -bir anda nereden çıktığı anlaşılamayan- gelen küçücük bir çocuğa sarılmak için hazır hale gelmiştim? Küçük bir kız çocuğu, yaşı taş çatlasın 3-4, sevimli, şeker, mavi gözleri var ve uzun, ama kıvırcık sarı saçları. Üzerinde beyaz bir elbise, benimki gibi neredeyse. Dizlerimin üzerine çökerek sarıldığımda, saçlarının aynı yastığım gibi koktuğunu fark ediyorum: Gardenya. Gülücükler atıyor devamlı, bir de sıkı sıkı sarılıyor bana. Çocuk kucağımda, ben şaşkın bir halde ufuk çizgisine bakıyorum hala. Aynı soru ve artı bir daha: Burası neresi? Bu çocuk kim?

Kucağımdaki sarı lüle saçlı kız çocuğu parmağı ile denizi işaret ediyor bana: “İşte, oyada” diyor. Orada demek istiyor yani:) Nerede hani? Kim? Ya da ne? Bakıyorum, görünürde bir şey yok. Yine parmağıyla işaret ediyor: “Oyada işte, oayada. Bak!” Bakıyorum ufuk çizgisine doğru. Biraz duruyoruz kucağımdaki sarı lüle saçlı, şeker kız çocuğu ile. İşte, orada! Tam çizgide. Bir yelkenli. Yani küçücük görünüyor, ama evet, evet. Bu gerçekten de bir yelkenli. Bembeyaz yelkenler sabah rüzgarında şişmişler. Beyaz yelken bezinin kenarları mavi şeritli. Yelkenli ne kadar da çabuk yaklaşıyor öyle. Nasıl oldu da aldı o kadar mesafeyi, ben birkaç defa göz kırpıncaya kadar? Sarışın, gardenya kokulu, lüle saçlı kız çocuğu kucağımdan inmek istiyor; indiriyorum. Elimden tutuyor bu defa: “Hadi, didelim” diyor. Bir ona, bir gittikçe bize doğru yaklaşan kenarları mavi şeritli beyaz yelkenliye bakıyorum.

Yürüdük, geldik kıyıya kadar. Dalgalar çıplak ayaklarımın altında şimdi. Daha da serin su, kumlardan bile serin. Ellerim sıcacık ama, hatta avuçlarım terliyor küçük kız çocuğunun ellerini sıkı sıkı tutmaktan. Kocaman yelkenli şimdi az ötemizde, karaya oturmayacak bir mesafede. İçi boş gibi, kimse görünmüyor. “Yürüsene” diyor sarı lüle saçlı şeker yaratık. “Nereye? Denize mi gireceğiz yani?” diyorum ben şaşkın şaşkın. “Hı, hı” diyor gardenya kokularıyla beraber. Elimden çeke çeke beni bileğimize kadar yürümeye başlıyoruz denizde. “Soğuk!” diyorum. “Bekle” diyor bana şeker kız, “Daha da soğuyacak”. Yürüyerek ilerliyoruz, önce dizlerimize geliyor suyun derinliği, yavaş yavaş ürpermeye başlıyorum. Artık cır cır böceklerini ve Palmiyelerin sesini duyamıyorum. Uyuşmaya başlayan vücudum bana itaat etmiyor gibi artık. Sadece elimden tutan küçücük başka bir elin varlığını hissediyorum. Suyun içinde ellerimiz, ama hala sıcacık. Yürümekten vaz geçmek istiyorum. Küçük kız çocuğu biraz sonra iyiden iyiye suyun içinde kalacak çünkü!

“Hayır” demek istiyorum, diyemiyorum. Gözlerimi kapatmak istiyorum, onu beceriyorum işte. Karanlıkta, serinlikte yürümeye devam ediyorum. Elim hala sıcak. Nerede ve nasıl bitecek bu, ya da ne zaman diye kendime soruyorum. Tam o sırada gözlerimi birden bire açıyorum, cin gibi etrafıma bakıyorum. Yatağımdayım, Ankara’daki evimin yatağında:))

Biliyorum şaka gibi geldi. Ama dostlar bu benim bir önceki gece gördüğüm rüyaydı!! Yatmadan önce sarışın bir kız çocuğu, hayallerim, deniz aşkım, sahil kasabasında yaşlanmaya ilişkin -her zamanki- düşüncelerimin ardından uykuya dalınca… Sadece o kadar gerçektiki..!

Beni şaşırtan ve ilginç gelen bir şey daha var: Yine bir çocuk ve ben. Ama bir adam yoktu manzarada! Buna benzer kaç rüya gördüm artık sayısını hatırlamıyorum. Bunların tümü bir işaret mi, yoksa bilinçaltımın bana oynadığı bir oyun mu orası meçhul. Bildiğim şey; çocukken ben, yaşım 7-8 falan.. Hep büyük bir ev, en az 2-3 çocuk ve kendimi hayal ederdim. Çocuklarımı okula götürür, okuldan alır, onlarla havuzda oyunlar oynar, neşeli kahvaltı masalarında aile saadeti yaşardık… Ama hiç “baba” ya da “eş” figürü olmazdı bu hayallerde. Halbuki çok mutlu bir çocukluk geçirdim ben bizimkiler ayrıldığı yıla kadar. Babamı hep çok sevdim.. Ama çocuk aklımla kurduğum bu evcilik arası hayallerde yaşattığım şeylerin, 30 yaşını henüz geçmeye başlayan bir kadın olduğumda bile, rüyalarımda da olsa bile beni hep takip edeceğini bilseydim eğer… Bilmem ne yapardım, ama bunun üzerime yapışıp kalmasından korktuğumu itiraf etmek istiyorum sadece. Geçen gece bu rüya o kadar gerçekti ki.. Elimi tutan kızımla beraber soğuk ve derin sularda kayboluşumuz yani. 7-8 yaşında ne hayal ettiysem olmak zorunda mıydı yani?? Hani diyorum bari tekneye ulaşabilseydik sağsalim de, açık denizlerde nefes almayı deneyebilseydik…

Neyse, bu hafta bunu paylaşmak istedim. Güzel bir hafta sonu diliyorum.

Cuma Hikayesi…” hakkında 3 yorum bulunuyor:

  1. bugra yagmur

    ne guzel…
    tutup elimizden bir cuma sabahi Akdenizin serin sularinda islattin ayaklarimizi …
    ve bizi parmaklarindan sut icmeye cagirdin Dilara…
    Siir gibi akti kelimelerin, pupa yelken bu mavi yolculukta….
    ruhlarimiz oynasan yunuslar gibiydi dalgalar arasinda…
    gece hilal vardi gokte
    ve
    yolcular…
    yolcular buna sahitti zaman devsirilirken altin iklimlere…
    ruhuna, gonlune, diline saglik…

    Cevapla
  2. Yildiz

    Dilayracım,
    Biraz önce yazdığım yorumum gönderirken kayboldu :(( Her neyse demiştim ki:
    “Sen ve güzel kızın bence o yelkenliye varacaksınız ve sizi orda ailenizin yakışıklı babası bekliyor olacak.
    Çocukluk düşlerinin şimdi bilinç altından yüzeye yükselmesi. Acaba bu duruma Freud ne derdi???
    Güzel anlatan, yüreğine, aklına, bunları yazıya döken ellerine sağlık.
    Sevgiyle kal, hoşçakal…”

    Cevapla
  3. dilayra

    senin de diline sağlık Buğra:) yolculuk için hazır mısın???
    Ah yıldız’cım.. sen de sevgiyle kal.. Freud’a bulaşmamaya yeminliyim ben. bir ona bir de Durkheim’a:))

    Cevapla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir