Lizbon seyahatimizdeki şehrin dışında geçecek 2 günümüzden birini Porto için ayırmışken, diğerini de Sintra için ayırdığımızdan bahsetmiştim hatırlarsanız. Lizbon’a gitmeden önce yaptığım araştırmalarda hep karşıma çıkıyordu Sintra. Hatta günübirlik Porto mu Sintra mı karşılaştırmalarında Porto’yu açık ara geçiyordu görsellik ve şehir deneyimi anlamında bu güzel kasaba. Gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki hakikaten de öyle imiş! Sintra, bizim ekip olarak en keyif aldığımız, en çok büyülenip hayran kaldığımız o tek güne nefis bir ev sahipliği yaptı.
Sintra Lizbon’a trenle yaklaşık 40-45 dakika kadar uzaklıkta yer alıyor. Bünyesinde barındırdığı birbirinden güzel abartılı saraylar, dekoratif bahçeler, çamlarla kaplı parklar, arnavut kaldırımlı sokakları ve görülesi konakları sebebi ile UNESCO Kültür Mirası Listesinde! Bizim naçizane önerimiz, eğer zamandan yana biraz daha şanslı iseniz en az bir gece, hatta iki-üç gün kalın burada. Kültürel mirası koştur koştur gezmek bile en az iki tam gün. Kaldı ki kasabanın merkezi o kadar şirin ve güzel ki. Orada yemek yemek, gün batımında içki içmek, sokaklarda sakince dolaşmak eminim çok keyifli ve huzur verici bir tecrübe olurdu!
Biz bir Cumartesi günü Lizbon’dan sabah erken saatlerde Rossio Tren İstasyonu‘na gidip dördümüz için toplamda gidiş-dönüş 20 Euro tutan biletlerimizi aldık ve kendimizi tıka basa ağzına dek dolu trene atmayı son saniyede başardık 🙂 Tren o kadar kalabalıktı ki, 40 dakikalık yolu ayakta gittik. Sintra, Rossio’dan binince son durak. İner inmez önce biraz soluklanıp plan yapmaya çalıştık. Zira meşhur Pena Sarayı başta olmak üzere, Ulusal (Şehir) Sarayı, Quinta da Regaleira, Moorish (Mağribi) Kalesi, Villa Sasetti gibi birçok görülesi yeri mevcuttu. Zaman kalırsa Avrupa’nın en batı ucu olan, Sintra’ya bağlı Cabo Da Roca‘ya da uğrarız demiştik, lakin anca iki koca saray ve bahçelerinde yürüye, dinlene, geze saatler harcayınca ve o uçta sadece bir deniz feneri, bol rüzgar ve orada bulunduğumuzu kanıtlamak istersek 15 Euro vererek adımızı yazdıracağımız bir sertifika olduğunu öğrenince o işi de hemen yatırıverdik 🙂 Gezimize oy birliği ile en tepeden, yani Pena Sarayı‘ndan başlama kararı aldık. Oradan bir başka güzeller güzeli saray olan Quinta da Regaleira‘ya uğrayacak ve en son da merkeze gelip burada gezinecektik vaktimiz kalırsa.
Pena Sarayı Sintra Dağları’nın tam tepesinde, 2550 metre yükseklikte. Öyle ki birçok kaynakta yürüyerek de çıkılır oraya denmiş de, bizzat şahit olunca, hiç denemeyin bile diyorum ben! Zira yollar çok dik yokuş ve anca bir buçuk araç geçebilecek genişlikte, sürekli de yoğun! Peki ne yapacaksınız? Birinci alternatif toplu taşım. 434 ve 403 numaralı otobüsler ring yapıyor yukarıya. İkinci alternatif de bizim gibi 4 kişi iseniz bir tuk tuk kiralamanız yönünde. Otobüslere ne ücret verildiğini bilemiyorum, ama biz motorlu tuk tuk için, Pena Sarayı ve Quinta da Regaleira’ya bizi bırakıp alması koşulu ile sürücüsüne kişi başı 20 Euro vererek anlaştık. Sağolsun bizi Pena Sarayı’na çıkardı, yol üzerinde fotoğraf çekilecek noktalarda durdu, anlaştığımız saatte gelip bizi Pena’dan alıp diğer saraya götürdü. Quinta da Regaleira, merkeze yürüyerek 10 dakika bile sürmediği için kendisi ile Quinta da Regaleira’da vedalaştık.
Yollarda oldukça sarsıldık, ama güle oynaya Pena Sarayı’nın bilet gişesinin olduğu kısma geldik. Burada tuk tuk kullanan çocuk bizim için upuzun kuyruğun olduğu sırayı ekarte edip, tanıdık vasıtası ile hızlıca biletlerimizi de alıverdi ve yaklaşık 2-2.5 saat sürecek Pena Sarayı ve bahçelerindeki yürüyüşümüz de böylece başladı. Saray için bileti aldığınız kısım, sarayın önünde değil. Dolayısıyla buradan da dik bir patika çıkıyorsunuz. Ama ağaçlar, bahçeler, çiçekler o kadar güzeldi ki bu kısım çok zorlamadı bizi. Pena Sarayı ve içinde bulunduğu devasa park Kral 2. Ferdinand’ın yaratıcı dehasının meyvesi ve 19. yüzyıl romantizminin en belirleyici ifadesi olarak yer alıyormuş tarih sayfalarında. Mimari tarzı Mağribi ve Manuelin karışımı ve bu eklektik, rengarenk hali ile benim daha önce gördüğüm hiçbir esere benzemiyor (Lizbon’daki Belem Kalesi de Manuelin stile bir örnekmiş bu arada). İçinde bulunduğu parkta 500’ü aşkın değişik çeşitte ağaç yer alıyormuş ki, sadece başlı başlına gardenya ağaçları ile dolu bir kısmı vardı ki, nefes kesen cinsten 🙂 Sarayın içini de gezdik ve bizi en çok şaşırtan şey kral ve kraliçenin yataklarının boyları oldu 🙂 Dikdörtgen değil de kare gibi yataklar, enleri de boyları da maksimum 1.50-1.60!
Pena Sarayı’nın temelinde önceden bir manastır varmış. 1755 Büyük Lizbon Depremi’nde oldukça yara alan manastır bir de üzerine yıldırım düşünce iyice harabe haline gelmiş. Ancak sanatçı ruhlu kral 2. Ferdinand tarafından manastırın yıkıntıları üzerine Portekiz Kraliyet Ailesinin yazlık saray olarak kullanacakları şimdiki hali inşa ettirilerek 1847’de tamamlanmış.
Sarayın her yerinde bir sürü fotoğraf çekip, kafesinde soluklandıktan sonra yavaş yavaş saraya ait parkın, bahçelerin içinden geçerek göllerin olduğu çıkış kapısına ulaştık. Buradan bizi alan tuk tuk şöförümüz bizi ikinci uğrak noktamıza, Quinta da Regaleira‘ya bıraktı. Burayı Pena’dan daha çok sevdik ve burada daha fazla vakit geçirdik! Quinta da Regaleira, arazisi içerisinde Romantik döneme ait –Milyoner Monteiro Sarayı olarak da anılan– bir saray ve şapelin yer aldığı; çeşmeler, minik göletler, yeraltı mağarası ve daha başka zarif yapılar içeren bir koca parktan mütevellit, mimarisi Gotik, Mağribi, Rönesans ve Mısır etkileri ile karışık çok acayip, büyüleyici bir yerdi.
Bir sürü sahibi olmuş, ama asıl etkiyi “Milyoner Monteiro” lakaplı Carvalho Monteiro bırakmış burada. 1892 yılında burayı satın aldığında Carvalho’nun amacı, ilgi alanlarını ve ideolojilerini yansıtan sembollerle çevreleyeceği eşşiz bir yer inşa etmekmiş. İtalyan mimar Luigi Manini’nin de yardımıyla dört hektarlık bu mülkte özellikle simyacılık, Masonluk, Tapınak Şövalyeleri ve Rozikrusyenlik ile (16. yüzyılda Avrupa’da faaliyet gösteren ezoterik bir örgüt, “Gül-Haçlılar”) ilgili semboller içeren yerler; tüneller, binalar ve görülesi ‘Initiation Wells‘i inşa ettirmiş. Initiation Wells bir kuyu görünümünde, ama içerisinde hiç su olmamış. Çeşitli masonik törenlerde kullanılmak üzere yapılan bu kuyu dokuz kat ve spiral merdivenlerle tabana dek iniyor ve buradan yeraltı dehlizlerine geçiliyor.
Quinta da Regaleira’da da bir kadeh şarap molası verdikten sonra artık akşamüstü saatlerinde merkeze doğru biraz gezintiye çıktık. Havanın da mis gibi olması, her tarafın yemyeşil ve kuş sesleri ile çevrilmiş o sakin ve huzurlu hali bize çok iyi geldi. O gün de çok yol yapıp, yokuşlar inip çıkmamıza rağmen yorgunluğumuza değdiğini düşünüyorum. Sintra’nın tamamını görememize rağmen iyi ki programımıza almışız. Mutlaka görün diyebileceğim ender güzellikte bir doğa ve kültür harikası çünkü.
Böylece dört hatun beş gün şeklinde geçekleştirdiğimiz Lizbon merkezli Porto ve Sintra gezilerimize ait paylaşımların da sonuna geldik. Umuyorum bizim geçirdiğimiz bu güzel günler birilerine de ilham olur. Bir sonraki seyahate dek şimdilik hoşçakalın 😉