Biz dört yakın arkadaşız. Dostlarım, hatta “seçtiğim” kız kardeşlerim diye anlatırım onları başkalarına: Tolu, Ayşegül ve Natalia. Bu blogu başlangıcından beri takip edenler tanıyorlar onları. Ne sofralar, ne anılar, eğlenceler, doğum günleri geçirdik; ne zorluklar/sıkıntılar aştık birlikte. Ankara’da başlayan arkadaşlığımız, çoğumuz ayrı ayrı yerlere sürüklenmiş olsak bile devam ediyor hala. Uzakta da kalsak, eskisi kadar sık görüşemesek de mutlaka birimiz diğerinin sesini duyduğu an aynı heyecan ve canlılıkla devam eder muhabbetimiz, ilişkimiz. Yaşamımda “iyi ki” dediğim, gözüm kapalı güvenebileceğim insanların başına yazarım üçünü.
Hep hayalimizdi birlikte bir yurt dışı seyahati yapmak. Niye? Çünkü biz birlikte hakikaten de çok eğleniriz. Yıllardır Tolu ve ben, programımızı daha kolay uydurabildiğimizden, ikili olarak çok gezdik birlikte. 2016 yılında Ayşegül’ün katılımı ile ilk üçlü seyahatimizi gerçekleştirdik hatırlayan olacaktır. Bu yazı dizisi ise dörtlü olarak gerçekleştirmeyi başardığımız ve sadece bu şekliyle bile benim için unutulmaz seyahatler listesine eklenebilecek bir hale gelen Lizbon‘a ait olacak. Her zamanki gibi işin organizasyon kısmı bana ait olduğu için planı şu şekilde yaptım:
- Gün: (İlk yarısı yolda geçeceği için) Yarım gün Lizbon
- Gün: Günübirlik Porto
- Gün: Lizbon
- Gün: Günübirlik Sintra
- Gün: Lizbon
- Gün: (Son yarısı yolda geçeceği için) Yarım gün Lizbon
Şimdi hepinizin de bildiği gibi ulu Google’a Lizbon seyahat, Lizbon gezi notları vs diye yazarsanız sayısız, yerli-yabancı bloggerların gayet detaylı, tarihi ve turistik anlatımına rast gelirsiniz. Benim işim seyahat bloggerlığı değil. Bu yüzden burada, yine her zamanki gibi, biz ne yedik-içtik, neyi sevdik, neyi öneririz; yani tamamen bizim tecrübelerimiz yer alacak. Diğer detaylı bilgiler için bakınız seyahat bloggerları, yaşasın seyahat dergileri 😉
Seyahat hazırlığına, hem dörtlü olmamız hem de uçuşun yaklaşık beş saate yakın sürmesi şerefine, tabi ki kapı gibi millerimizi de kullanarak business class uçak bileti satın alarak başladık. Giderken sabah 07.35 uçağını tercih etmemiz nefis oldu. Lizbon saati ile 14.00 dolaylarında evimizin civarındaki bir yerde “hoş geldik” içkisi ile şehre özgü lezzetlerin tadımına çoktan başlamıştık bile 🙂 Business class uçmak özellikle dönüş yolunda avantajlı oldu bize. Şampanya ile bu maceramızı kutlayabildik. Ayrıca Lizbon Havaalanındaki Lounge’da da çok güzel vakit geçirdik 🙂
Konaklama konusunu hep yazıyorum, yine bahsedeyim kısaca: Üç kişiden fazla iseniz ve evde kahvaltı etmeyi, yemek yemeyi, arada yayılmayı seven insanlardansanız bizim gibi, ev kiralamak hem daha hesaplı, hem pek keyifli. Biz yıllardır Airbnb‘den ev kiralıyoruz. New York City’den, San Diego’ya, Amsterdam’dan, Havana’ya, Brüksel’e onlarca ev kiraladık ve hiç pişman olmadığımız gibi otel seçeneğini de neredeyse artık listemizden çıkardık! Kalacağınız şehirde ev kiralamak ayrıca sizi yerel halkla, o şehirdeki günlük yaşamla daha çok etkileşime sokuyor. Turist olmayı değil, “oralı gibi” yaşamayı tercih edenler için bulunmaz fırsat. Biz mesela bu sayede komşularla tanışıyor, marketlerden alışveriş yapıyor, toplu taşımı kullanıyor ve o şehrin kurallarını öğreniyoruz (Mutfaktan çöpü çıkarmak, ayrıştırmak her şehirde farklı mesela)!
Lizbon için de durum farklı olmadı ve hem dört kişi olmamız, hem de rahatça hareket edebilmemiz isteğiyle şu evi kiraladık. Ev seçerken iki ayrı yatak odası ve banyo/tuvaleti olmasına, mutfağında da özellikle kahve makinası olmasına özen gösterdik. Mümkün olduğunca merkezi olsun, temiz olsun dedik ve manzarası/terası/balkonu olursa da ekmek kadayıfına kaymak olur dedik (Evet, dedik 🙂 ) Evimizden çok memnun kaldık. Yataklarımız öyle rahattı ki tüm gün deliler gibi yürüyünce akşam bebekler gibi uyuduk o yataklarda 🙂 Sabahları mis gibi kahveler içerek güne başladık. Birkaç akşam marketten aldığımız serin şaraplarla ve peynir tabakları ile keyif yaptık dışarı çıkmadan önce. Lizbon Katedrali‘nin dibinde bulunmamız sebebiyle de saat başı çalan çanlar ve vanilla sky diye tabir ettiğimiz gün batımları ile mest olduk.
Mevsim olarak en doğru zamanında gitmişiz. Okuduğum her türlü referans bilgi de bunu doğruluyordu. Mayıs, en güzel zamanı imiş Lizbon’un. Hava yakıcı sıcak değil, ama mis! Turistler henüz istilaya başlamamış. Akşamları üzerimizde bir sweatshirt, bir ceket ile dışarılarda oturmak mümkün. Doğa canlanmış, coşmuş, her yer yemyeşil.
Lizbon ve çevresi için yanınıza alınması tarafımdan tavsiye edilecek en önemli şeyiniz ise, en rahat spor ayakkabılarınız olacak! Oldukça dik yokuşlu, merdivenli, tepeler üzerine kurulmuş bu şehri gezmek hiç de kolay değil inanın. Bir de benim gibi araç kullanmayıp her yere inatla yürüyecek tipinde biri iseniz yandınız! Aslında iyi tarafından bakın derim, aldığınız tüm kalorileri yakıyor ve geldiğiniz gibi dönüyorsunuz evinize 😉 Hatta bacak ve popo kaslarındaki gelişmeler de bonusu 🙂 Seyahatimiz boyunca toplam 81 kilometre yol yapmış, 110 bin adım atmış ve 168 kat tırmanmışım! Nasıl?
İlk olarak Lizbon keşiflerimizi paylaşacağım sizinle. Sonra da sırasıyla Porto ve Sintra. Gitmeden önce hazırladığım madde madde “denenecekler” listemde üzeri çizilmemiş madde kalmadı, lakin uğrayamadığımız, gidecek vakit bulamadığımız bir sürü mekan da oldu. Elimden geldiğince bahsetmeye çalışacağım hepsinden. Umuyorum birilerinin seyahat planlarına ilham olur yazdıklarım 😉