Cuma Hikayeleri Konulu Yazılar

Cennet Bu Dünyadaymışçasına Yaşa!

sari-cicekler

Eski yazılarıma bakarım ara ara. O kadar uzun yıllardır yazınca, takribi on koca yıl yani, oku oku bitmez sayfalar dolusu hikayem, tecrübem, acım, sevincim de kayıtlara geçti elbet. Yaşamımı bir şekilde hem yazıya döküyor hem de bunu sizlerle paylaşıyor olmakla iyi mi ediyorum acaba diye sorduğum zamanlar çok oldu. Ya da bana soran, yaptığımın çok da “doğru” olmadığını savunanlar. Şimdi bakınca, okudukça tek tek her birini diyorum ki “İyi ki! İyi ki yazmışım.

Her ne kadar zaman içerisinde, özellikle evlenip İstanbul’a yerleşmemle birlikte yazı yazma sıklığımda bir azalma görünse de, ne olursa olsun burayı hayatta tutmak benim için çok önemli bir amaç. Yazmaktan en keyif aldığım şeyler elbet seyahatlerim oluyor. Onlara çok özeniyor, beni etkileyen her bir ayrıntıyı paylaşmaya özen gösteriyorum (Zaten bu sebeptendir ki yukarıda “Seyahatname” adında bir özel başlık oluşturdum).

Devamını oku

Cuma Hikayesi : “Hayata Üşenmiyorum Artık!”

*Fotoğraf Paris-Jardin Des Tuiliers’den..*

Hatırlayanlarınız olacaktır belki.  Yaklaşık yirmi küsür kısa yazı denemem vardı benim, “Cuma Hikayeleri” başlığı altında topladığım; Cuma günleri yayınladığım.. Hala çok istek alıyorlar JTB’de görmek istenilen başlık olarak 🙂

..

Çok değil, yaklaşık 1 yıl önce yüz yüze tanıştığım bir kadın var. (Öncesinde sıklıkla adını duyduğum, ama geçtiğimiz yıla dek bizzat tanış olamadığım). İstanbul’da bu pek şeker kadınla sıklıkla biraraya gelir olduk. Ortak çok yönümüz var onunla. En son benim 3 yıl önce yaşadığım şeylere benzer bir olayı o da yaşadı ve şimdilerde, yine benim o zamanki hallerim gibi, hayata tutunmaya, ayakta kalmaya; bir taraftan da unuttuğu kendini yeniden bulmaya çalışıyor.

Bu süreçte biz hep biraradayız, hep hayata güzel tarafından bakıyor, önce kendimizin ne kadar değerli olduğunu hatırlıyor ve birbirimize hatırlatıyoruz.

Ben daha birşey demeyeyim. Bırakayım o kadının yazdığı aşağıdaki güzel yazı anlatsın gerisini.

Sevgili Esra anlatsın kendi cümleleriyle hissettiklerini. Banada onu Cuma Hikayeleri’ne konuk etmek düşsün 🙂

 

Söylemiştim…

Bahar yağmurları yıkayacak beni demiştim. Başladı bile…

Nasıl temizliyor ruhumu, bedenimi bir bilseniz. Bir yolculuğa çıktım şimdi, sanki etrafım rengarenk ağaçlarla dolu. Her renk var, mor, pembe, turkuvaz, turuncu, yemyeşil, kıpkırmızı ağaçlarla dolu bir yolda kah yürüyorum, kah bir ağacın gövdesi altında oturuyorum, nefis bahar havasını çekiyorum içime. Bu duygu bana çocuğuma sımsıkı sarılmışım, onun güzel başını göğsüme yatırmışım, öpüyor, öpüyor, mis kokusunu içime çekiyorum hissi veriyor. Bunun bendeki karşılığı derin bir huzur…

O kadar seviyorum ki ben yaşamayı. Hem de her şeyi ile seviyorum hayatı. Acısıyla, tatlısıyla, coşkusu ve durağanlığıyla, iç sıkıntıları ve enerji patlamaları ile, sürprizleri ile..

Şimdi içimde öyle bir coşku var ki her daim dans etmek istiyorum. Bazen bir çingene olmak istiyorum mesela, uzun kloş bir etekle, saçlarım kıpkıvırcık, kulağımda kırmızı bir gül sokaklarda roman dansındayım ayaklarım çıplak. Bazen modern dans yapıyorum, kapkaranlık bir sahnede sadece bana yansıyan bir ışık var, kimi bir dansözüm arap ezgilerinde, kimi bir tangocu… Nasıl da güzelllll.

Çoğu zaman bir çocuk gibiyim, galiba içimdeki çocuğu yeniden doğurdum ben. Hiç susmuyor şimdilerde. Ha bire yaramazlık teklif ediyor bana, bazen yoruluyorum ama kıyamıyorum.  Hep bir şarkı, türkü var dilimde. Bazen avazım çıktığı kadar pop, bazen delercesine arabesk bazen Dört Mevsim’i Vivaldi’nin.

Mesela aksamları Rumeli Hisarı’nın ışıklarına aşığım ben biliyo musunuz? Her akşamı sabırsızlıkla bekliyorum hava karardı mı, Hisar’ın ışıkları yandı mı diye? Bir de köprünün kırmızı ışıklı haline hayranım. O renk geçişlerinde kırmızı görüyorum ya, çığlık atmak istiyorum ve zıplamak istiyorum deli gibi.

Yaramaz balıklar gibiyim, bir koşu kafamı sudan çıkarıp bakalım ne kadar dayanırım der gibi zıp zıp zıplıyorum. Güneş ışıldatıyor pullarımı.

Rugan terliklerimi ve kocaman puantiyeli pijamı çok seviyorum mesela. Bazı ayakkabılarıma aşığım bazıları ile küskün sevgililer gibiyim, görmek istemiyorum ama atmaya da kıyamıyorum.

Acılarımı paketlemiyorum mesela artık bunu fark ettim. Ne çok acı paketleyip kaldırmışım meğer. Şimdi hepsini teker teker balonlara bağladım, rengarenk balonlara ve gönderdim onları yüce gökyüzüne.

Nefes almanın kıymetini, bir lokma ekmeğin lezzetini, bir yudum kahvenin tadını, bir kadeh şarabın güzelliğini, kalbimin yüceliğini, evladımın mis kokusunu, içi gülen gözlerin güzelliğini, sohbetlerin ruhu doyurmasını, asıl açlığın iki kalpten kelam olduğunu, istersen hep güzel şeyler olduğunu, meleklerimin beni hep koruduğunu, hiçbir şeyin mucize olmadığını ama her şeyin mucize olduğunu ve kimbilir daha neler neleri sanki bir bebek gibi yeni öğreniyorum. Ve bakıyorum da acıları falan değil aslında kendimi hapsetmişim aslında ben nicedir.

Hayata üşenmiyorum işte artık, özü bu…

Cuma Hikayesi

Tamam mı Devam mı?

Evdeki her türlü ampul, spot veya bilimum musluk contası değiştirme, ufak çaplı tadilat, pencerelere silikon, müzik sisteminin kolonlarını bağlama vs. gibi işlerden anlamaktan, anlamayı geçtim yılardır tüm bunları kendi başıma halletmekten usandım ben! Bunları öğreneceğim diye defa defalarca çarpıldım, musluklardan fışkıran sulardan sırılsıklam oldum, çekiçle parmağımı ezdim. Yani bayağı bir emek verdim acısıyla falan. Olsun varsın, da dirayetle davranıp, azmedip yaptık da ne oldu? Sevgilin senin evindeyken, sen bunlarla cebelleşirken “Vay be, süpersin hatuncum. Aferin sana. Şimdiki kadınlar böyle ufak tefek işler için bile hemen tamirci çağırıyorlar” dedi mi? Dedi. Peki sen pis pis sırıtıp, elindeki çekici adamın üzerine fırlattın mı? Hayır! Pis pis sırıttın, ve fakat anlamasını bekledin, elinden çekici kapıp bir He-Man’a dönüşmesini bekledin, ki yapılabilecek en büyük hata! Bu hata başka bir yanlışa gebe kaldı ve onun evindeyken şıp şıp damlatan musluğa sinir olup da artık el atınca, sevgilin evdeki tüm ufak tamiratlar için kılını kıpırdatmadan seni pohpohlamaya, nasıl elinden her işin geldiği konusunda seni övmeye başladı!

Sağlam basan ya da güçlü kadınlar aslen en derindeki hislerini güzelce saklayabilmeyi, üzerlerini örterek onları sanki hint işi dokunmuş bir kumaşcasına güzel göstermeyi başarabilirler! Birine mi sıkıldı canları, işlerinde stresli bir dönemdeler mi, para problemlerimi var, ailelerle aralarında gerginlik mi mevcut; bunları hiç bilmez, bilemezler sağlam kadınların sevgili erkekleri. Onlara yansıtmak şöyle dursun, “Aman canım herşeyleri de bilmesine ne gerek var”, “Adam zaten yorgun, bir de ben yormayayım. Zaten onun elinden ne gelebilecek ki?”; ya da “Adamı kendine acındırmanın ne gereği var giderayak” diyerekten bahis bile edilmez böyle derin hissiyatlar içeren konular. Güçlüyüz ya!

Bir süre sonra öyle alışırlar ki dimdik durmaya güçlü kadınlar, sopa yutmuş gibi, gelenekselleşen ve ileride üzerlerine yapışıp kalacak bir hayata adım attıklarından bir haber..Olur da eğer bir gün sırtları kamburlaşmaya başlarsa üzerlerine aldıkları yükten, içlerine attıkları derin ve güçlü hislerden sebep. Olur da “paylaşmak ki o en güzel” diyen bir psikoloğu dinlemeye karar verirlerse günün birinde. Yanındaki sevgili erkek tarafından kaprisli,aman ne çok sorunlu ve tahammül edilemeyen kadın damgası yemeleri genelde an meselesidir! Öyle ki sırf bu sebepten terk edilseler bile gıklarını çıkaramazlar güçlü kadınlar. Kaldı ki sevgili de bilir aslında karşısındaki kadının ne kadar güçlü olduğunu, ve ona ihtiyacı olmadan da rahatça yaşayabileceğini. Kadının içinde kopan fırtınalardan, deli dalgalardan alabora olmuş gemiler ve cayır cayır yanan ateşlerden habersiz.

Böyle içimde fırtına, kendimle kaldığım bir gün oturdum düşünüyorum: Ne kadar da bıktım her işimi kendim görmekten.. Anlaşılamamaktan.. Leb demeden lebleyi anlayan bir adam bulamamaktan.. “Devamlı sağlam duruyorum” yüz ifadesi ile kasılmaktan.. Ne olurdu ben de faturalarımın tarihlerini takip edebilmek için bir Excel Sheetin başında dakikalar geçirmesem. Ne olurdu evdeki tamirat, boş kalmış buzdolabı, ve ufak tefek ihtiyaçların giderilmesi ile ilgilenmesem. Ne olurdu ben de şöyle bir iki şımarabilsem, herşeyleri ikimiz adına düşünüp, kolayca bunlara çözümler üretebilen bir adamın dizi dibinde sırtımı kaşıtabilsem, boynuma masaj yaptırabilsem 2 ayda bir gördüğüm tellak Fatma Abla’yı beklemeden!

Yani evet, dumanı daha tüterken içimdeki küllenmiş hissiyatın aynen böyle hissediyor, istifa etmek istiyorum güçlü kadın pozisyonumdan anında ve ilelebet. Ama sonra o tam da olmak istediğim gibi bir iki kadına rastlıyorum dışarıda, yemek yediğim bir restorantta, ya da arkadaşlarla buluştuğumuz bir kahvede.. Bazen kendi hikayelerini anlatıyorlar bana içtenlikle, ağlayarak ya da gözleri dolu dolu, isyan ederek kimi zaman. Çok canım sıkılıyor, kendimle kavga ediyorum bu defa da, “Benzemek için ölüp bittiğin kadınlar bunlar mı olmalı sahiden?” diyerekten.

Kararlarını kendi kendine almanın nesi kötü? Nesi kötü elinden iş gelmesinin? Olur da bir gün ıssız bir adaya falan düşersen, en azından ekibin en “handy” ve gözde hatunu olursun diyorum kendime. Hayatta kalabilme becerin diğerlerinden kat kat fazla olacak işte. Alış verişini kendi yapan kadın olmanın nesi kötü diyorum sonra? En azından istemediğin şeyleri dolaba istiflemek, ve ne zaman kullanacağını bilmediğin eşyalarla başbaşa kalmak gibi bir derdin olmayacak. Ne var sanki her gidilmesi gereken restorana, sinema filmine sen karar veriyorsan. Bu, senin organizasyon becerinin daha iyi olduğunu kabul etmiş bir erkeğin ipleri senin eline bırakmasından başka bir şey değildir ki!

Özgürsün, ama başıboş da değilsin. Duygusal bir sürü darbeler alırsın, ama bunlardan dersler de çıkarırsın. Kendi tarzın vardır, senin aksine bir sürü erkeğine “bağımlı” kadından. Evet tek başına yaşayabilmek adına para kazanırken canın çıkar, ama o parayı nasıl harcayacağına, o parayla nereye gideceğine kimse karışamaz. Değerini de senden başka kimse bilemez. Omuzlarında dünyayının yüküyle yıkıla duracakken, bir sevilenin samimi sesi ile kendine gelir, evinde kedinin başını okşarken kurtuluverirsin yükünden bir anlığına.

Aman bilmiyorum işte. Bazen tamam, pes; bazen de devam, yes diyesim geliyor; iki arada bir derede devam ettirdiğim bu yaşantımda yalnızlığımın 14. sene-i devriyesine kadeh kaldırırken.

DiLaRa 2007 Ekim

Cuma Hikayesi

Bahara Vurgun Bendeniz.

Mis gibi bir bahar sabahına uyandım erkenden ve hemen pencerelerimi açtım. Bahçedeki manolyaların kokusu sarhoş edecek düzeyde baskın bu sabah, inanılır gibi değil.. İlk manolya ağacı ile tanışıklığımız 1998 yılı Mayıs’ına denk gelirdi, onu hatırladım birden: O tarihlerde Paris’teyim. Teyzemin şeker ve çılgın bir arkadaşının evinde kalmıştım 12 gün kadar tek başıma. Hatunla Amerikalı eşi bir iş gezisine beraber çıkıp Amerika’ya gitmişlerdi ben kendileriyle tanışıp pek bir kaynaştıktan tam 2 gün sonra. İşte o andan itibaren ben St. Michel bölgesinde eski tip yüksek tavanlı, kocaman şömineli, ahşap tabanlı ev ile kırmızı kadife kaplı, aynalı asansörümüzle başbaşa kalmıştım. Pek güzel günlerdi onlar. İlk manolya çiçeğini ağaçta, ağacı da Champ Elysee Caddesindeki bir parkta görmüştüm. Önce kokularla hipnotize olup, sonra ağacın karşısındaki bankta uzunca bir müddet oturup kalmıştım. O zamana kadar böyle bir güzellik görmediğimi düşünmüştüm. İşte bu sebepten manolyaların kokusu da kendisi de bana Paris günlerimi hatırlatıyor.

Antalya’da yaşamam konusunda annemin yine-yeniden-hiç üşenmeden-ve dahi hiç vazgeçmeden yaptığı baskılarla oturdum kahvaltı sofrasına. Güzel annem, benim manolyalarla ve kokusuyla şafak dansımı ederken mırıldandığım şarkımı ve aldığım keyfi duymuş baskının tam da sırası diye düşünmüş olmalı sanırımJ “Yok annecim, burada yaşamayı düşünmüyorum şimdilik. Evet annecim çok seviyorum Antalya’yı, evet evet deniz kenari bir şehirde yaşamak hep en büyük hayalimdi haklısın, hala da öyle…” de… Bir türlü diyemiyorum ona, “Sizin bu kadar yakınlarınızda olmak istemiyorum aslında” diye.. “Bu kadar iç içe olmaya alışık değilim sizinle ben, malum yıllardır uzağız, ayrıyız” diyemiyorum.. “Evet seni çok seviyorum annecim, ama anla beni lütfen, olmaz” diyemiyorum..

Kahvaltımı edip, sevgili annemi beni yanıbaşında yaşlanırken düşlerken ki rüyasından uyandırmadan giyinmeye gidiyorum. En sevdiğim şalvarımı giyeceğim bugün. Şalvar giymeye son birkaç yıldır takıntılıyım. Sıcak havalarda pek bir rahat oluyor. Ama her zamanki gibi renk konusunda biraz bu hava sıcaklığı ile ters düşüyoruz: Siyah bir şalvara sevdalıyım ben! Siyah ve incecik, tiril tiril bir şalvara. Üzerine de askılı bir beyaz atlet giyiyorum. Ayaklarımda parmak arası terliklerim; yine en sevdiğim flip floplarım; ve yine siyah! Neden siyah ve ben ayrılmaz ikililer gibiyiz ben kendimi bildim bileli? Bizim sevdamız Bonnie ve Clyde’ı, hatta Leyla ile Mecnun’u bile geçmiş durumda. Genç kızken siyah giyerdim, ama daracık siyahlar. Üniversite ve sonrası yine siyah sevdam durulmadı hiç, ama zamanla modaya göre bollaşıp daraldılar; uzayıp kısaldı benim siyahlar.. Kimi zaman iş görüşmesi için tercih etiğim klasik yandan cepli bir pantolon oldular, kimi zaman şık bir gece elbisesi ya da bol keten bir etek. Gardrobuma baktığımda heryer simsiyah görünüyor, özellikle kışın sabahları kıyafet seçmek işkence durumuna dönüşüyor: Işık yok, hava karanlık, yatak odamın lambası loşa ayarlı, dolap simasiyah!

Giyinip kendimi dışarı atma nedenim çok sevgili bir arkadaşımın bu akşam açılışını yapacağı cafe-bistro’su için yardıma ihtiyacı olup olmadığını sormak, gerekiyorsa yanıbaşında olup onu rahatlatabilmek. Zira heyecandan ölmüş durumdadır şimdi, tahmin etmek hiç de zor değil. Neredeyse 3 aydır dekoruydu, boyasıydı, konseptiydi, eleman seçimiydi uğraşıp didinmekte. Lara tarafında çok güzel bir parkın içinde açıyor mekanını, “Teras” koymak istiyordu adını, bakalım ne olacak? Lara’da falezler üzerinde yemyeşil bahçe içinde, çiçekler ve ağaçlarla bezeli çok hoş, dinlendirici huzur verici bir yer bulmuştu aylar önce. Bana telefon açtığında heyecandan ölecekti neredeyse. Sesi titrriyordu: “Buldum sanırım yerimi” diyordu. “Bir görsen, o kadar güzel ve huzurlu bir yerde ki!” Bizim mekan anlayışımız güzel olmasından öte, huzurlu bir yer olması ile doğru orantılıdır. Her yer güzel olabilir, güzel bir manzaraya bakabilir ama huzuru bulabildiğiniz, dingin ve hoş atmosferi olan yerler nadiren karşınıza çıkarlar. Çıktıklarında da vazgeçilmez oluveririler bir anda. Kadınların bağlılığı fenadır, bilenler için. Adama da bağlanırsak amanın aman, mekana ya da benim gibi altı üstü bir renge; siyaha bağlansak ta aynı aman!

Bağlılık, huzur, manolya kokuları, annemin düşleri, siyah şalvarım ve flip flolarım müstakbel “Teras”a doğru yoldayız. Sağ tarafımızda bize eşlik eden engin ötesi, davetkar mavi-lacivert ile beraber.. Tepemizde muzip muzip bulutlarla saklambaç oynayan güneş, Mayıs ayının güzelliği, yüzümde kocaman bir tebessüm ile beraber..

DLR (Mayıs 2007)

 

 

Cuma Hikayesi

Elif Şafak’ın Siyah Süt’ünü okuduktan sonra yazdımdı bunu:) Yine NYC2IST’dan..

İçimdeki Kadınlar

— “Nasıl oldu da ilk ben akıl edemedim içimdeki sesler korosunu bu şekilde tasvir etmeyi, kâğıda dökmeyi?” diye az düşünmedim, dövünmedim Elif Şafak’ın “Siyah Süt” isimli otobiyografik romanını okuduktan sonra! (Birisi benden önce, bence dâhice bir şeyi kâğıda dökebilmişse eğer, hem de bu birisi benim kalemini zekice kullandığına inandığım ve takip ettiğim birisi olursa hem de önce çok kıskanır, dudağımı ısırır, yumruklarımı sıkar; sonra toparlanır, ona ve tanımlamalara hayran, saygıyla önünde eğilirim.)

Kitapta Elif Şafak, iç seslerinin hepsini ete kemiğe büründürmüş, boylarını-kilolarını, giydikleri kıyafetlere kadar onlara özgü tüm ayrıntıları tanımlamış, onlara isimler vermiş. Hepsi birer parmak kadın olmuş çıkmış iç seslerin: Entelektüel, her konuda tartışma ortamı yaratabilen ama biraz ezik tarafının adını “Sinik Entel Hanım” koymuş. Hırslı, tahakküm altına giremeyen, isyankâr tarafını “Hırs Nefs Hanım” olarak ifade etmiş. Pratik ve akılcı tarafını “Pratik Akıl Hanım”, dine ve tasavvufa olan ilgisini ise “Can Derviş Hanım”da vuku buldurmuş. Bir sure sonra yıllarca bilmediği, bir şekilde bastırılmış olan iki tarafını daha ortaya çıkarmış: “Anaç Sütlaç Hanım” ve “Saten Şehvet Hanım”.

Yıllardır iç seslerimle bir mücadele içindeyimdir bende, belki de birçoklarınız gibi: Biri der ki mesela; en gür sesli, en maceraperest, en özgür ruhlu, en asi ve isyankâr tarafım:

— “Yahu yeter artık, amma fazla kaldık bu evde, bu şehirde, bu işte.Toparlan da gidelim, sıkılmadın mı hala aynı pencereden aynı bahçeye bakmaktan, aynı işe yürümekten her gün? Koltuğun aynı tarafında oturuyorsun ne zamandır yer yapmış bak popon, kalk da değiştir yerini, hatta belki de koltuğun yerini. Hem diyorsun gitmelere takıntılıyım, iyi ya işte durmasana, öyle aval bakmasana hala! İstemiyorum aynı havayı solumayı uzunca müddet, dayanamıyorum. Öyle ki artık nefes bile alamıyorum. Rüyalarıma giriyor yeni yerler, yeni çevreler, otlar, dağlar ve maviler. Beraberce ne mutluyduk journeytoblue hayalleri kurarken. Ne oldu sana kuzum, ses ver, unuttun beni burada…”

Diğeri mesela; hassas, kırılgan, aslında bende nasıl var olduğuna zaman zaman şaştığım, cılız sesli naif, duygusal tarafım. Biraz cesaretini topladığında:

—“Nasıl dayanabiliyorsun tüm bu olanlara anlamıyorum hiç. Yüreğin acıyor bak, ağlıyorum senin yüzünden için için mütemadiyen. Onu kırmayayım, bunu üzmeyeyim, şuna gönül borcum var, bunun bende anısı var diyerek yıprattın kendini de beni de. Bıktım savrulmaktan, darmadağın olmuş saçların gibi karışıp düğüm olmaktan. Takdir bekliyoruz biraz fena mı? Sırtımız sıvazlansın, güzel şeyler getirilsin önümüze istiyoruz dostumuz, arkadaşımız, ailemiz, patronumuz, çalışma arkadaşlarımız tarafından. Yükseltilmiş seslere, sinirli hallere, asabi ve her daim bıkkın insanlara tahammülümüz yok anlasana. Gel diyorum gir kabuğunun içine diyorum, gel yanıma, yanı başıma. Koru kendini onlardan, kırılma, ağlama artık ha, yetmez mi” diyor.

Biri var ki mesela, onu da kendime ait hissetmemekle birlikte, bir bakıyorum ki çoğu zaman en baskın seslerden biri içimde. Yüksek topuklu ayakkabı giymekten, göğüs dekoltesinden hoşlanıyor. Çapkın çapkın bakmaktan, kısık sesli konuşmaktan, ince bedenlerden, 60 cm. belden haz ediyor:

—“Al dedim o kırmızı deri pantolonu dinlemedin yine beni. Yok nerede giyecekmişiz, yok deri pantolon bacaklarımıza yapışınca kilolu gösterirmiş. Hadi oradan be, sütun gibi bacaklarım var benim, o senin hüsnü kuruntun. Oldum olası beğenemedin gitti zaten kendini. Saçlarını da örme öyle köylü kızları gibi demekten dilimde tüy bitmişti hatırlarsın. Upuzun, canım saçlarını toplar dururdun. Neyse ki kestirdin, bir nebze rahatladık sayende. Hayır, eskisi gibi savuramıyoruz ama hiç olmazsa kabartınca falan bayağı göz alıcı oluyoruz. Bir de eskiden ne makyajlar yapardın, şimdi bir allık bir ruj modundasın. Hayra alamet değil diyorum. Yaş oldu 33 diyorum, çevrendeki insanlara hoş gözükmen, onları etkilemen lazım diyorum. Azıcık akşamları dışarı çık, kız grubundan ayrıl, ne bileyim güzide bir lobide takıl diyorum. Ama nerde? Beni dinleseydin şimdiye daha süslü, bakımlı, siyah stilettolar içinde ve bir adamın kolunda olurdun!”

Yoruluyordum önceleri. Çoğunlukla geceleri daha bir yoğun seyrediyorlar tepemden beni zira. Bir o konuşuyordu, bir diğeri. Bunalıyordum, uyku tutmuyordu. Ama artık onları Elif Şafak’ın tanımlamaları ile bedenlere soktum; hani şu neden benim aklıma gelmedi daha önce dediğim şekilde. Şimdi seçebiliyorum kim konuşuyor ve o hangi tarafımı temsil ediyor. Hepsine bir beden buldum. Şu an için saydım 4 taneler. Gördüğünüzle mücadele etmeniz daha kolay bence. O yüzden bu dönem kendilerini tanıma ve onlarla konuşmaya, anlaşmaya çalışmakla geçiriyorum. Düşmanımı ya da dostumu tanıma evresindeyim yani. Aslına bakarsanız onlarda bu vücuda gelme durumundan dolayı şaşkınlar biraz. Devamlı kendilerini incelerken buluyorum onları aynanın ya da metal kül tablasının karşısında. Bakalım bu beraberlikten neler çıkaracağız. Nasılsa onu da yazacağım burada bir günJ

DLR (Ocak 2008)