Cuma Hikayeleri Konulu Yazılar

Cuma Hikayesi

NYC2IST’da yayınlanan başka bir yazı daha:) İyi okumalar.

“Good Morning Sunshine”

Her sabah aynı güzel iki kelime ile uyandım güne ben: “Good Morning Sunshine”

Hava güzel ve parlak, ışıl ışıl güneşli de olsa,

Karanlık, biraz sisli ve puslu; henüz ağaramamış da olsa gün,

Sonbaharın o uğultulu rüzgarıyla bürülü kasvetli bir sabahı,

Ya da kışın kar-buz içinde iliklerimizin döndüğü bir güne bile uyansak beraber…

Ben her zaman O’nun Sunshine’i idim. Bu böylece yaklaşık 3 sene kadar sürdü.

Derken o gün geldi ve ayrıldık ciddi bir sebepten ötürü; ben İstanbul’a taşındım apar topar işimi, evimi, arkadaş-eş ve dost ahalisini, bahçemdeki açmaları için neredeyse her bahar yalvardığım çiçeklerimi, sümbüllerimi, mor menekşelerimi, o en sevdiğim salaş cafeyi ve bitişiğindeki kitapçıyı, sadece yazın akşamüstleri iş çıkışı gidip bir kadeh kırmızı şarabımı içtiğim minik pub’ımsı mekanı ve daha nicelerini ardımda bırakarak.

….

Güzel bir yaz sabahı, günlerden Cumartesi. Aldım yaklaşık 1 kg. gelen gazetelerimi attım kendimi Ortaköy’deki o şirin cafelerden birine. I-Pod’umda La Boum filmi soundtrack albümünden “Your Eyes”çalıyor. Etkileyici, romantik bir parça ile etkileyici ve unutulmaz olacak bir güne başlangıç yapıyorum. Kahvaltı tabağımda hayatımda olmazsa olmaz çeşitli peynirler, biraz tereyağı ve bal var. Kahvem geldi sütsüz ve sade; yanında taze sıkılmış portakal suyumla beraber. İstanbul Boğazı ışıl ışıl parlıyor henüz doğan güneşın de etkisiyle, çevrede elele çiftler bazılarının yanında çocuklar. Çocuklar küçücük meydanımsı yerde uçuşan bir sürü güvercinin arasında koşturmaya başlıyor. Yaşlı bir çift gelip hemen yanımdaki masaya oturuyor. Masaya gelişlerini izliyorum; eleleler. Gözlerinin altları kırışmış, yanakları biraz içe çökmüş, gözlerinde gözlükler, tonton mu tonton bir çift. Olsa olsa 70’lerindedirler diyorum kendi kendime. Masalarına otururlarken bana başıyla selam veriyor erkek olanı: “Günaydın hanım kızım” diyor. Ne güzel! Hala hiç tanımadıkları insanlara selam verenler kalmış bu İstanbul’da demek diyerek ben de selamlarına karşılık veriyorum.

….

Bir taraftan kahvaltımı yaparken, bir taraftan müzik dinlemeye devam ediyor; diğer yandan da gazetelerimi okumaya başlıyorum. Arada mis gibi havayı içime çekiyorum, gözlerimle etrafı tarıyor ve İstanbul Boğazı’na; boğazın o güzel görüntüsüne bir defa daha aşık oluyorum. İstanbul’a gelme nedenlerimin başında bu boğaz geliyor zaten. Ankara’da en çok özlediğim yer hep burası olurdu; buradayken de yine boğaz’ı ozledim. Bana çocukluğumu hatırlatıyordu zira, en güzel tekne gezilerimizi, Kavakları, midye tava ve birayi.. Şimdi kulaklarımdaki müzik “Someone Like You”, Dina Caroll’dan..

….

Kahvaltımı bitirip türk kahvemi içerken birden bir ses duydum, tanıdık bir ses. Bana aslında çok yakın, şimdilerde uzak, sıcacık bir ses: “Good Morning Sunshine” dediO bana. Karşımda gülümseyen gözleriyle bana bakan O vardı şimdi. Ne arka fondakı boğazı görüyordum, ne elimdeki kahveyi, ne de yanımdaki yaşlı çiftin konuşmaları duyuluyordu.. Hepsi bir bir silindi. Sadece O ve O’nun gözleri kaldı sahnede. Oylece ne kadar O ayakta, ben oturduğum sandalyede kaldık, ne kadar süre geçti, biri bizi gördü ve ne düşündü bilemem. Tek duyduğum “Good Morning Sunshine”, tek gördüğüm O’unun gözleri oldu.

…..

 

Biraz konuştuk birbirimizden uzaktayken ne yaptık, ne yaşadık diye. İş seyahatı için geldiğini ve hafta sonu da kaldığını söyledi. Beraberken en çok yapmaktan keyif aldığımız şeydi İstanbul’a geldiğimizde Ortaköy’e uğrayıp kahvaltı etmek. “Bu ara seni çok düşündüm” dedi. “Aramak istedim, ama yapamadım. Hep uzaktan uzağa senden af dilemenin yollarını düşündüm; ama bir türlü de yanına gelmeye cesaret edemedim. Bu sabah kalktım ve birden içimden bir ses Ortaköy’e gitmeden, dönme dedi bana. Aslında kahvaltımı otelde yapıp sonra da yola çıkarım diyordum ama..”

….

 

Şimdi elimde bir mektup var. O’nunla Ortaköy’deki o sabah karşılaşmamızın üzerinden tam 6 ay geçti. Bana, üzerinde “To My Sunshine” yazılı bir zarfın içinden çıkan bir mektupla salonumdaki kanapede şaşkın bir vaziyette oturuyorum. Mektubun sadece ilk cümlelerini okudum, ve bir daha da elime alamadim:

“Gün ışığım, bir tanecik sevdiğim,

Gitmeye karar verdim, ama sana söylemeden de edemedim. Sen sessiz sedasız, habersiz ve kırgın gitmiştin; ben aynısını yapmak istemedim. Gidiyorum, çünkü sensiz sabahlara uyanmaktan, gün ışığına bakıp o güzelliğini ve ışıltısını görememekten bitap düştüm, yoruldum artık.”

Artık Ortaköy’e gidemiyorum, gün ışıdığında içim acıyor ve hala bana selam veren insanlar görünce şaşırmaya devam ediyorum. Ama bir tane hayatımız olduğu, acılar, ayrılıklar, hüzünler ve vedalarla hayatımızı sürdürmemiz gerektiğini de biliyorum.Her şehrin bir hikayesi vardır ve de her insanın.. Her insanın her şehirde bir hikayesi vardır. İstanbul’un bana merhabası, Ankara’nın vedası ile oldu, bir de o üç kelime ile: “Good Morning Sunshine”

DLR

(Nisan 2007)

Cuma Hikayesi:)

Uzun zamandır “Cuma Hikayesi”ne yer vermiyordum sayfalarımda. Bunun en önemli nedeni tabi ki artık “yazmıyor” oluşum! Bir dönem Sevgili arkadaşım Rana Solaker‘in ricasıyla NYC2IST‘da bu tarz şeyler çiziktirmiştim. Oradan okuyamayanlar için, ayrıca kendi bloğumda da arşivlensin diyerek oradaki yazılarımı burada zaman zaman bu başlık altında yayınlayacağım. İşte ilki geliyor:

~ Anytime You Need A Friend, There She Goes..~

Kızların kızlarla arkadaşlığı hep ilginç bir konudur bence. İlginçliği zorluğundan ve hatta zaman zaman da imkansızlığından sebeptir. Dönüp şöyle bir bakarsak kızlar arası ittifaklar ya çok güçlü olur, bağları sıkı olur, düğümleri gemici düğümünden beter olur; ya da olmaz! Evet, ittifak mittifak olmaz, çünkü kızlar diğer kızlardan nefret edebilme potansiyeline sahiptirler çoğunlukla. Aralarındaki bağı incecik ipliklerden örerler ki istendiğinde çözülmesi kolay olsun! Bazılarının hayatla ilişkisine benzer yani kızlar arası ilişkiler: Ya siyah, ya beyaz! Griye yer kalmaz.. Tabi bu dediklerim “harbi” kızlar için geçerli şeyler. “Harbi” kızlar rol kesmez, “-mış” gibi yapmaz, dürüstçe yaşarlar ilişkilerini, özgürce söyleyebilirler hissettiklerini, asla korkak dövüşmezler. Beğenmezlerse yemezler, istemezlerse gitmezler, yakışmamışsa söylerler: “Yok şekerim, bu pantolon poponu iyice kocaman gösterdi, bakma sen tezgahtar “kız”ın söylediklerine. Alırsan bu pantolonu sokakta giyemeyeceksin, giymek istiyorsan da sabah pişirdiğin çikolatalı keki döner dönmez çöpe atman gerekecek, benden söylemesi..”

Tabi gerçekleri ne kadar duymak istediğinizle de doğru orantılı kız arkadaş ittifakı kurma potansiyeliniz. Zaman zaman onuncu köy muamelesi de görebilir arkadaşlık ortamınız! Neyse diyeceğim benim bir onuncu köyüm var, bir ittifakım. Sadece 2-3 üyesi var bu ittifakın, ama ne demişler “Az olsun öz olsun!” ya da “Azı karar, çoğu zarar!”

Mariah Carey’nin bir şarkısı vardır: “Anytime You Need a Friend” diye. Orada der ki “Ne zaman bir arkadaşa, dosta ihtiyacın olursa, ben orada olacağım..” Bunu bir kız size söyleyebiliyorsa, ve söylemekten öte bir gün bu durumda kaldığınızda, nerede olursa olsun yanıbaşınızda bitiveriyorsa işte bence dünyanın şanslı kadınlarından birisiniz demektir. Tabi bazılarımız “Dotluğun ve dostların cinsiyeti yoktur” da diyebilirler bana. Haklıdırlar kendilerince, saygı duyarım. Ama ben de onlara Emre Yılmaz’dan alıntı şöyle veciz bir söz söylemek isterim: “Erkekler birbirlerinin sadece rakipleri, kadınlar ise birbirlerinin düşmanlarıdır.”

Bizim bu kızlar ittifakımız en çok üç, en az iki üyeden oluşmaktadır. Pek sevgili, hayatla kavgalarını fazla dışarı taşımayan, ilişkilerinde denge kurabilen, seslerini asla yükselttiklerine bir defa bile şahit olmadığım, zaman zaman “Acaba bu kızların sinirleri mi alınmış ki?” diye düşünmekten kendimi alamadığım, zerre kadar kıskançlık iksirinden tatmamış; tattıysa bile hiç çaktırmamış, genelde hayata olumlu tarafından bakabilen, gerektiğinde benimle beraber “tatlı krizi”ni bastırmak için soluğu bir tatlıcıda alabilen, sabah ya da akşam sporum esnasında bana partner olabilen, kompleks denen o bela kelimenin anlamından bir haber, gayet güzel gayet bakımlı, anlayışlı, gülümsemekten dolayı göz kenarlarında minik çizgileri oluşmuş 2 üyesi var bizim onuncu köyün benden başka!

Tüm bunların yanı sıra birbirimizde hiç mi beğenmediğimiz yön yok acaba? Hiç mi dayanılmaz bulduğumuz anlar olmuyor birbirimizi? Olmaz olur mu hiç? Hep mi aynı düşünüyor ve aynı şeyleri yapıyoruz acaba? Yok canım, o kadar da değil! Birimiz çok alış-veriş yapar mesela. Diğerlerimiz onun peşinde dükkan dükkan sürükleniriz. Birimiz pek inatçıdır, diğerimiz pek kararlı. Birimiz kızdığı zaman bir şeye ya da birine açar ağzını yumar gözünü; diğerimizse içinden küfür etmeyi tercih eder, dışarı vermez iç sesinin volümünü.. Birimiz sırt çantalı gezgin, diğerimiz beş yıldızlı konformist modundadır. Birimiz et yer, döner yer, bayılır; diğerimiz yemese aklına bile getirmez kırk yıl! Birimiz bağırırken, diğerlerimiz susar; hepimiz susarken birimiz ağlar. Hepimiz gülerken birimiz yere yuvarlanır; diğerimiz onunla sürüklenir, sona kalan da diğerlerinin üzerine atlayıverir.

Bu hayatta tüm kızların en az bir ittifakı olmalı derim ben; zoru başarmanın farkındalığında bir kadın olarak hem de. “İyi ki varsınız” diyebilmek, “İyi ki burada, yanımdasın, arkadaşım, dostumsun; benim kız kardeşimsin” diyebilmek sahip olabileceğimiz en güzel ve değerli mücevherden; ya da Manolo Blahnik ayakkabıdan daha değerlidir benim gözümde! Ayakkabı severim tabi, Manolo’ya taparım. Ama düşünün bir “İhtiyacım var sana, imdat” diye telefon etseniz, hangi Manolo 12 km. öteden gecenin bir vakti atlayıp arabaya, elinde bir kutu mendil ve bir şişe şarapla kapınızda bitebilir ki?

(DLR- Mart 2007)

**Dip Not:Sevgili Rana burada harika işler yapmaya başladı. İlgilenenler için mutlaka göz atın derim. Ben, heyecanla kendisinin ve ekibinin en kısa zamanda Ankara’ya da gelmesini bekliyorum bu değişik ve ilginç Workshoplar için.

İşte KARAKTERA **

Cuma Hikayesi..

 

Uzun zaman oldu bir “Cuma Hikayesi” ile JTB’de olmayali.. Cuma Hikayesine uygun oldu, Cuma Geceleri’m:) Buyrun buradan…

………..

Üniversitede okurken en sevdiğim gün hep Cuma günü, en sevdiğim akşam hep Cuma akşamı olmuştu. Cumaları okulun son günü, çılgın ve eğlencelikli bir hafta sonunun ise başlangıcıydı zira. Cuma akşamları her yerde bir canlılık, bir atraksiyon, parti veya konser olurdu mutlaka. Ben üniversite hayatımın ilk birkaç yılı inanılmaz eğlencelikli günler geçirdim hem gündüz okulda, hem de gece dışarıda.

Bir dönem ev partileri popüler oldu. Bilkent’li gençliğin kampüs içerisindeki evlerinde verdiği kapısı açık partiler. O dönem rahmetli anneannemle yaşıyorum, çoğu arkadaşım da aileleriyle. Dolayısıyla biz hep “Partiye Giden” grup olduk; “Parti Veren”lerden ziyade.. Eline bir şişe kapan herkes –tabi ki “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” olmamak koşulu ile- bu parti kapılarından eldeki şişeyi göstererek parti ortamına yumuşak ve rahatından geçiş hakkı kazanırdı! Okulun benim için en parlak dönemi hazırlık, hazırlığın en parlak dönemi ise bu ev partili Cuma akşamlarıydı..

Derken hazırlık bitti, yani bal aylarımız; gerçeklerle yüzyüze geldik, bölüme başladık. Dersler hep “Introduction” başlıkları altında, dolayısıyla basit geliyor sarmıyor beni pek. Derken hazırlık döneminin özgürlüğü sonrası, 1. sınıfta kendime bir sevgili buluyorum. Sonraki okul yıllarım hep onunla geçiyor; ama birlikte Cuma akşamlarımızın kayda değer değişiklikleri ilk iki yılın sonunda gerçekleşiyor. İlk iki yıl hep beraberiz çünkü. Yeni neslin tabiri ile “Cicim Ayları”ndayız. (Bizim aylar olmuş iki koca yıl; ama olsun :)) Yine Cuma en sevilen gün. Sebep; yine okulun ve gittikçe zorlaşan derslerin son günü olması ve akşamına sevgili sevgilim ile beraber farklı ve hareketli bir ortama yol alacak olmamız. Hazırlık sonrası Cuma akşamı aktivitelerinde de değişiklikler baş gösteriyor: Ev partileri artık sarmıyor, çocukça geliyor pek. Sevgili de var ya artık, akşam nezih yemekler ve sonrası bir İngiliz ya da Irish Pub misali mekanlarda boy göstermek daha revaçta. Buna sardırıyoruz bu defa: Yemekler genelde –Ankara’lılara özlemle hatırlatılır- Villa ya da Wine House’da yeniyor. Arada Arjantin Caddesinde Cafemiz’e takılınılıyor. Ellerde daha çok şarap kadehleri, dillerde daha çok aşk şarkıları var artık. Yemek sonrası mekanlar North Shields, Manhattan, Replik; bazen de rock dinlemek adına Gölge Bar.

Üniversitenin son iki yılı sevgiliyle huzursuzluk dönemleri başlıyor. Ayrıca sevgilinin artık tezini yazması gerekiyor. Sevgilinin ailesi onu “Bir Cuma akşamı” da artık evde görmek istiyor. Sevgilinin kardeşi abisinden ilgi bekliyor. Sevgili zor durumda ve oldukça arada kalıyor. E hal böyle olunca bizim kendisiyle ilişkimiz bir dargın bir barışık hale geliyor ve Cuma akşamları aktivitelerinde bendeniz tek başıma yer almaya başlıyorum. Arkadaşlar da var tabi, ama tek işte, yalnız, seul, alone.! Cuma akşamları yine kılık değiştiriyor, üzerinde pelerini yok artık: Hoş geldin kız-kıza pijama partileri 🙂 Cuma akşamları pijama partileri sonrası ertesi gün hep tüm gün spor yapılıyor. Çünkü bizim partilerde nedense hep yemek yeniliyor, kek-çörek yapılıyor, üşenilmiyor gece gece pilaki bile pişiriliyor. Üstte pijama, elde kağıt kimi zaman masa başında king-konken-eşli pişti oynanıyor bazen. Ya da yine üstte pijama elde mikrofon kılıklı bir saç fırçası bağıra bağıra şarkı söyleniyor ve dansediliyor tepine tepine komşulara aldırılmadan!

Okul bititiyor bir gün, iş hayatı başlıyor; ama Cuma günlerini sevmekten kimse asla vazgeçmiyor! Ben de öyle. Hatta artık iş hayatına geçişle yeni bir kavrama da merhaba diyoruz: TGIF, meali Thank God It’s Friday! Yani, Tanrım Bugün Cuma, Teşekkürler! Bir eküri buluyorum kendime iş çıkışı Cuma gecelerini Cumartesi sabahına bağlıyoruz, Underground, Techno, House, vs. ter ter tepiniyor, soranlara da “Deşarj” olmak diye bir şeyden bahsediyoruz. İlk yıl anca dayanıyor vücudum, e tabi haliyle artık genç değiliz, yaşlanıyoruz! Hayat tarzımızı değiştirmemiz gerekten hareketle Scuba Diving’e merak sarıyoruz, işi öğreniyor ve dalmaya başlıyoruz Kaş senin, Bodrum benim. Cuma akşamları artık yolculuk demek benim için. İş çıkışı eve koşup, valizi ele alıp apar topar buluşma noktasına gidiyor; oradan da kafa sayımı sonrası güzide sahil kentlerimizden birine dalmaya diye yola çıkıyoruz. Dalıyoruz ya, içki falan içmiyoruz dalış öncesi ve sonrası. Dolayıysla sedanter ve temiz bir hafta sonu başlıyor artık benim için: İşten çık, otobüse bin, otele yerleş, tekneye atla, denize dal, bir daha dal, bir daha dal, sonra biraz yüz (Hava sıcaksa eğer), otele dön, duş al, yemek ye, içki içme, kola iç, sigara da içme, onun yerine bol bol yemek ye, odaya dön ve yat. Ertesi sabah da aynı şey, sonra akşam otobüse bin, sabah eve dön, duş al ve hooppp iş yerine.

Şimdilerde Cuma akşamları yine iple çekiliyor tarafımdan. Eskiden yaptığım hiç birşeyi yapmıyorum artık gerçi. Artık kendi evim var, evimde DVD’im, şaraplarım, filmlerim.. Sevgilim de yok, eski kalabalık ekürilerim de. En sevdiğim şey Cuma Gecesi Film Seansları’m 🙂 Hazırlıktan bu tarafa geçen 14 koca yıla baktığımda ne çok şeyin değiştiğini hayretle görüyor, tek değişmeyen şeyin benim Cuma gecelerine olan özlemim olduğunu görüyorum. Sanırım evlenip çoluk cocuğa da karışsam, ya da bir gezgin olup kendimi Afrika’ya da taşısam, yağmur da yağsa, fırtına da çıksa değişmeyecek tek şey benim Cuma Gecelerim 🙂 Ya sizin için dostlar? Ya sizin için?

Güzel Cuma’lar diliyorum dostlar. Ben bu hafta mikroplarla bogusuyordum, cok yorgun dustum, cok. Kendim icin sakin ve agrisiz, sizlere de sicak ve keyifli; farkli ve hos bir hafta sonu diliyorum..

Cuma Hikayesi Mi, Hayat Gailesi Mi?

Sakin ardina bakma!

Sakin ha, sakin! Arkanda birakmaya calistiklarin birak orada kalsin: Simdiye kadar yasadiklarin, gezip gorduklerin, yiyip ictiklerin, giyip attiklarin, alip hicbir sekilde kullanmadiklarin, evin, olmayan araban, esyalarin, kitaplarin, sevinclerin, huzunlerin, sikinti ve mutluluklarin, unutup aramadiklarin, arayp gorusemediklerin, kusup konusamadiklarin, hayatina girenler, hayatindan cikardiklarin, hayatinin hicbir kosesine koyamadiklarin, asik olduklarin, elini tuttuklarin, kalbine dokunanlar, kalbine dokunduklarin, beraber tatil yaptiklarin, ayni masada kadeh kaldirdiklarin, masada olmayip adina kadeh kaldirdiklarin, omzunda agladiklarin, sarilip optuklerin, basardiklarin, basaramadiklarin, katildigin dugunler, nikahlar, dogum gunleri, yil donumleri, sen gibiler, sana benzemeyenler, ailen, akrabalarin, arkadaslarin, yaninda olanlar, karsinda olanlar, sana nefretle ya da sevgiyle bakanlar, senin hic mi hic farkinda olmayanlar, attigin cigligi duyup cevap vermis, hic orali olmamis olanlar, ya da ciglik attiginin bile farkinda olmayanlar, guzel anilar, karabasanlar, renkli ruyalar…

Onunde yeni bir sayfa acma karari verdinse eger, bunlara geri donmemen lazim… Sadece kotu anlara, anilara degil; gecirdigin iyi zamanlara, yanindaki iyi insanlara da veda etmen gerek… Uzun bir yolun bilmem kacinci kilometresindesin. Bir karar verme esiginde; yani kisaca ya gitme ya da sonsuza kadar sessiz kalma hakkini kullanmak uzere oldugun bir donum noktasindasin iste!

“Nasil yani?” deme bana. “Nasil yani, niye herseyi unutmak zorundaymisim?” deme. “Kotu seyler tamam da, niye iyi seyleri, kimseleri, anilari da unutmak zorundaymisim?” deme… Ya da “Niye illaki secim yapmam lazimmis?”

UNUT demiyorum ki ben sana, BIRAK diyorum. Sadece birak. Geride. Geride birak…

Onlari yaninda bir yuk gibi tasimak zorunda degilsin diyorum. Yeni bir baslangic yapma kararliliginda hafif, ama cok hafif bir zihin lazim sana. Onlarin agirligiyla ne omuzlarina, ne basina, ne de bir butun olarak kendine yuk etme diyorum sadce…

Gitmeye gercekten karar verdiysen, gecmisi birakman lazim; unutman degil!

Istesen de unutamazsin ki zaten. Onlar sana ait. Sadece sana: Iyisiyle, kotusuyle, acisiyla, eksisiyle, kokusu ve renkleriyle… Birakmak? Unutmak? Dusun bunlari iyice. Yola ciktiginda seni nelerin karsilayacagini, bekledigini bilmeden gideceksin.

Olur da bir gun mesela, biraktiklarin arasindan bir seye ihtiyacin olursa onlari geri cagirabilirsin. Aralarindan istedigini secebilirsin, aynen bir oyun gibi. Zihin sepetinin icinde cesit cesit “Geride Birakilan”dan birini secebilirsin.. Omuzlarinda sektirip, vucudunla hareket ettirebilir; o sectigin “Geride Birakilan”la ihtiyacinin kalesine bir gol atabilirsin:)

Olur da bir gun mesela, artik biraktiklarin arasindan bir seye ihtiyacin olmazsa, ya da geride biraktiginin yerini dolduran “Daha” bir seye rastlarsan iste o zaman Unutabilme hakkini kullanabilirsin.

Diyecegim; BIRAKMADAN GIDEMEZSIN! Gitmezsen de ” Keske”lerle mucadele etmekten bugununu yasayamayacaksin! Karar senin Dilara, karar senin!

~01.01.2007 / 02:08~

Cuma Hikayesi..

Gecen gun sabah erken kalktim yine.

Hafta sonu, Pazar gunu olmasina ragmen bir turlu miskinlik yapip, miril miril yatagimda donup durmayi, ya da ne bileyim battaniyeyi bogazima, ayaklarimi gogsume kadar cekip cenin pozisyonunda soguk bir gunu karsilamayi beceremedim. Yine!

Kalktim ve ilk is olarak radyomu actim. Sonra sirasiyla kahve suyu koydum, banyoya suruklenen ayaklarimla lavabomun onunde aynaya baktim: Kendime! Sabah sabah ne kadar da daginik gorunuyordum. Saclarimin zaten bir avuc kopuksuz sekil alma olasiligi azaldikca azalmis, ve gozlerimin alti biraz kararmis mi ne? Bir gece oncesi sarap-peynir muhabbetinden olsa gerek; yine sarap fazla kacmis. Sabah uyaninca o fazla kacan saraplari gozlerimden fiskirirken buluyorum: Siyahkirmizi!

“Ask eski bir yalan, Adem ve Havva’dan kalan..”

Ne seker bir ses, Kamuran Akkor. Bu kanali seviyorum. Eski sarkilar calarlar her Pazar sabahi. Sanirim altmisli yillardan bir sarki bu. Sezen Cumhur Onal sozleriyle. O donem aranjmanlarindan sadece bir tanesi. O yillardan baslamis yabanci sarkilara Turkce soz yazarak okuma ruzgari. Bu sarki icin “Gururunun ardindan bakan bir kadinin sozleri” derlerdi, hatirliyorum. Yok canim, oyle degil.. Bir gun bir kanalda eski zaman sarkilarini ve seslendirenlerini konusuyorlardi. Orada soylemisti roportaj yapan kisi, yoksa ben o kadar da “genc” degilim. “Aranjmanlar, Turkcelestirilmis hafif muzik parcalaridir” diyordu roportaj yapan duzgun giyimli, bogazinda fulari, baygin bakisli bey!

Kamuran Akkor’u, Gonul Yazar ve Ajda Pekkan’i konuk ediyorlardi o programda. Aranjmanlara Turkce soz yazma rekoru Sezen Cumhur Onal ve Fecri Ebicioglu’nun elinde. Benim de bayila bayila dinledigim, hatta en son albumunu anneme armagan ettigim, Enrico Macias’in bestelerine Turkce soz yazmak moda. Rekor Enrico’da o yillarda. Sonra galiba Luigi Tenco denen bir adamdan bahsetmislerdi. Nasil mi hatirliyorum? Cunku Semiramis Pekkan’in sesini ilk duydugum sarki olan ” O karanlik gecelerde” adli parcanin bestecisiydi de oradan. Sozleri soyleydi saniyorum:

“O karanlik gecelerde. Senin icin agladim hic durmadan. Yalvaririm duy da gel sesimi artik. Senin icin carpan bu kalbim durmadan. O yabanci sevgilerde sen teselli bulamazsin ne yapsan. Dunya yepyeni bir dunya olacak. Tekrar bana doner benim olursan. Cok yalnizim..”

Sesi guzeldir Semiramis Pekkan’in. Hatta Ajda’ya benzer, ama Ajda Pekkan’dan bile iyiymis bence o zamanlar. Annem bana bir kaset vermisti, cok eski, cok yiprandi simdilerde ve ne yazik ki artik dinlenebilecek durumda bile degil! O kasette vardi bu parca. Ilk dinledigimde tam da yalniz ve uzgundum. Elimde yine, en sadik tek eslikcim sarap kadehim vardi. Universite yillari. Babamla kotuyum, sevgilimle kotuyum. Devamli didisiyorum cevremdekilerle, hayatla kotuyum. Tek yaptigim muzik dinlemek ve icmek. Bir de aglamak.. O zamanlar sabahlari aynanin karsisina gecen kadinin gozlerinden bir gece onceki siyahkirmizi sarap disinda, tuzlu ve renksiz yaslar da fiskiriyor. Kaseti basa sariyorum dinliyorum. Agliyorum, dinliyorum. “Cok yalnizim” diye nakarata eslik ediyorum, iciyorum. Ne yillardi yarabbim!

Radyodan simdi de “Oh olsun” diyen Fusun Onal’in sesi yankilaniyor ta banyoya. Sevimli Emel Sayin filmlerimin vazgecilmez muzigi.. Munir Ozkul’lu, Tarik Akan’li, Zeki Alasya-Metin Akpinar’li.. Banyodan dans ederek cikiyorum balikli bonuklarimi siyirarak.. Bir anda yalniz, aglayan, bekleyen bir kadin degil; karsisindakine meydan okuyan, onunla alay eden bir kadin oluveriyorum:

“Duydum ki seni terk etmis, oh olsun. Yalniz birakip gitmis, oh olsun. Dizine kapanmissin, yalvarip yakarmissin, gunlerce aglamissin oh olsun. Oyununa gelmemis, sana hic yuz vermemis, sirtini donup gitmis oh olsun. Herkesle dalga gectin, oh olsun. Ektiklerini bictin, oh olsun. Az mi cektirdin bana, kul oldum yana yana sira geliyor sana oh olsun. Acimdan zevk alirdin, gururumla oynardin, sonunda yaya kaldin oh olsun. Duymaz oldum sesini, dov bakalim dizini, ah bir gorsem yuzunu oh olsun. Capkinligin durulsun, biraz kalbin yorulsun, gozlerine yas dolsun oh olsun..”

Bu kanali seviyorum ben ya:)

O keyifle hemen icimden dilek tutma oyunu oynuyorum. Bu, benim cocuklugumdan beri farkli sekillerde denedigim bir oyun. Cok kucukken Istanbul’daki evimizin bahce duvari uzerine oturur; bilmem kacinci gececek olan araba benim olsun, sonraki bilmem kacinci senin olsun diye oyun oynardik. Biraz buyuyunce okul kafeteryasinin kapisindan giren ilk adam benim olsun, besinci senin olsun oyunu oynadik. Sonra, elimizdeki biletlerin son numaralarini tuttuk, kimin sinema sonrasi icecek ismarlayacagini bulmakti bu defa niyet. Bir donem geldi ki sarkilardan fal tutmaya basladik. Bir klupte calan ucuncu benim oldu, besinci X’in. Begendik, begenmedik kaderimize razi olduk. Cok mutluyuz, keyifliyiz, daha cosacagiz mesela ben tutmusum uc numarali parcayi. Hazir beklerken geliyor mu sana aglak birsey! Hadi bakalim, kaderde bu mu varmis Tanrim deyip gardi dusuruyor, ayaktaysak oturuyor, icki bitmisse tazeliyor, ve X’le kafa kafaya verip saga sola sallanmaca moduna geciyoruz! O kadar onemsiyoruz ki bu sarkilari biz, sarkilardan fal-dilek tutmaca oyununu.. Iste ben yine tutuyorum icimden siradaki parcayi, pur dikkat nefes bile almadan bekliyorum soguk bir pazar sabahi daginik bir kadin olarak kaderimin parcasini.. Veee:

“Uzun zamandir hasret kaldim yuzune, muhtacim inan senin bir tek sozune. Yalvarsam aglasam kapansam dizine, doner miyiz yine eski gunlere. Soyle buldun mu aradigin aski soyle. Yoksa yalniz misin sen yine, benim gibi gozu yasli boynu bukuk tek basina. Yine eskisi gibi beraber olsak, ne olur sanki gecenleri unutsak. Hayat bitse, dunya dursa, olum bile olsa biz hic ayrilmasak..”

Ben size soylemis miydim biraz bahti eksik oldugumu?

Yetmisli yillarin bence en inanilmaz seslerinden Ayten Alpman soyler. Bu da aranjman sarkilardan..

“Neyse”, diyorum kendi kendime.. Aglamak, zirlamak yok bu pazar. “Toparla kendini bakiyim.” Saclarimi tepede toplamisim, yuzume yuz gerici kremlerimden surmusum, bir iki damla parfum dokundurmusum boynuma. Hic de fena degilim.. “Hadi kahve suyun buz oldu, tekrar bas isiticinin dugmesine. Ha, istersen kanali da degistir. Ya da hatta televizyonu ac. Bu hafta Justine Timberlake  haftasi. Sexy Back lazim bana kahvenin yaninda simdi”