Cuma Hikayeleri Konulu Yazılar

Cuma Hikayesi..

Antikacı dükkanlarını severim ben. Sanıyorum eskiye olan bu hayranlığım çocukluk yıllarında Çukurcuma ahalisi ile içli dışlı olmam yüzünden. İstanbul’da yaşadığımız dönemlerde en sevdiğimiz şey ailecek yapılan Beyoğlu, Cihangir, Pera, İstiklal Caddesi turlarıydı. Elimden tutarlar; bir tarafımda annem, diğer tarafımda babam.. Benim hep güzel eteklerim olurdu hatırlıyorum, bir de kırmızı rugan ayakkabılarım. Eminim ben her kız çocuğunun bir çift kırmızı rugan ayakkabısı olmuştur:) Daracık sokakları, güzel kapılarla ve pencerelerle süslü evleri ve insanı nedense hüzünlendiren taş binaları. Tabi ben o zamanlar bu duygunun “hüzün” olduğunun çok farkında değilim. Ben pencereler, kapılar, sokaktaki yaşlı amcalar ve karman çorman gibi görünen o dükkanlarla ilgiliyim; pek bir eğleniyorum. Eskinin, taş binaların, yaşlı insanların “hüzün”lendirdiği duygusu ile çok daha sonra tanıştım. Bir de babam söylemişti Çukurcuma’da dolaşırken; demişti ki bana “Buradaki binalar iyi bak, bunların sol taraftakileri ve sağdakileri arasında bir fark var: Biri aristokratların diğerleride hizmetkarlarınmış. Bu sebeple bir taraftakiler daha süslü, diğer taraftakiler daha mütevazi görünür.” Hala Çukurcuma’ya uğrarım. Orada Evihan vardır, orayı çok severim mesela, Antikhane vardır, İmrahor vardır, Nostalji vardır..

Antika eşyaları takip etmek, bir tarih araştırmacısı gibi hissetmeme neden olur kendimi. Mesela bir kutu, ya da bir parfüm şişesi bulmuşum bir antikacıdan; hoşuma gitmiş almışım. Eve gelir aldığım objeyi karşımda yüksekçe bir yere koyarım. Önüne geçer bir süre bakarım ona. Sanki bir nevi iletişim kurmaya çalışır gibi. Düşünürüm kimbilir kimin eşyasıydı bir zamanlar? Ona sahip olan kadın güzel miydi? Mutlu muydu? Bu eşyayı hediye mi etmişti kocası ya da sevgilisi, aşığı..? Bulunduğu ortamdan ne olmuştu da bir antikacının o tozlu raflarına gelivermişti? Sahibi parasız mı kalmıştı da satmıştı? Yoksa başka bir dünyaya mı göçmüştü? Kaç defa dokunulmuştu ona? Kaç defa sevdiklerine göstermişti gururla bu sahip olduğu objeyi sahibesi? Çok mu yolculuk yapmıştı acaba Çukurcuma’ya gelen dek? Başka şehirlerden, başka ülkelerden mi gelmişti?

Hatıraların peşine dedektif gibi düşmek güzel oluyor. Zihnime jimnastik yaptırmış oluyorum. Bazen kendimi hayal ettiğim hikayeye kaptırıyor, ağlıyorum. Kah kahkaha atıyor, gözümün önünde yüksekte duran o objenin Hüseyin Rahmi hikayelerindeki şamatalı mekanlardan birinde baş köşede oturan arisrokrat hanımefendinin sahip olduğu bir şeymiş gibi hissediyorum. Onu araştırma sürecim hiç bitmiyor. O an için yorulup bir kenara özenle kaldırıyor, ama bir süre sonra tekrar antika’mla buluşuyorum. Bazen elimde bir kadeh kırmızı şarap oluyor. Sigara içemiyorum ama, dumanını üzerine üflemeye kıyamıyorum.

İşte böyle akşamlardan birinin sonrasında yazdım bu cuma hikayesini. Dün akşam sigara içmedim, bir kadehten fazla kırmızı şarap içtim. MIAve ben küçük mücevher kutumuz bakıp bakıp ağladık. Dün gece..

**Hepinize hiç gözyaşısız bir hafta sonu dilerim**

Cuma Hikayesi

Bir gün iki can arkadaş oturmuş konuşuyorlar. Konu: “Ne olacak bizim bu halimiz?” (Müsadenizle önce dıştan görünen bu “hali” tanımlamak gerektiğini düşünüyorum ki, anlatılacaklar iyice anlaşılsın…)

Hallerine bakıldığında görülen en önemli şey 2 kocaman, -söyleyenlerin yalancısıyım- akılları bir hayli başlarında hatun modeli. Yüzlere bakılır, fizikler orta derece fenadan iyi, eğitim desen var, iş-kariyer desen var. Genel olarak sosyaller, kitap okurlar, müzik dinlerler, seyahat edebilirler, her türlü baş ağrıtmayacak aktiviteye katılır; baş ağrıttığı halde bir alkolden vaz geçemezeler:) Genele bakıldığında gülümsedikleri an sayısı, somurttuklarına oranla daimi fazladır. Hatta bu yüzden göz kenarlarında oluşan o minicik kırışıklıklara bile hiç aldırmazlar! Hayatı severler, ama harbiden! Öyle “E madem geldik bu dünyaya, yaşayacağız yolu yok”culardan değildirler. “Gelecek güzel günlere inanırlar”, “Herşey çok güzel olacak” derler hep birbirlerine.. (Bunların film replikleri olduğunun farkındayım bu arada:) Çevrelerinde iyi tanınır, takdir edilir, aferin’leri bol, övgü dolu sözlerle anılırlar. Ailede kardeşlere örnek gösterilirler. Tecrübelerden ders almayı öğrenmişlerdir daha yaşları 30’lara gelmişken!

Bu iki can arkadaş genelde biraraya geldiklerinde bolca iş ve aşk konuşurlar. (Yaz geldiğinde bu 2 konuya ek olarak bolca, genel olarak özlemi çekilen ve bir sebepten tam da ihtiyaç olunduğu anda gidilemeyen “Tatil”den konuşurlar:) İş kolay; aynı sektörde, çoğu zaman paslaşarak iş yapmaları gerektiğinden zaten her zaman bu konu hakkında saatlerce yorum yapabilir ve kendilerince parlak çözümler getirerek çalıştıkları, iş yaptıkları kurumları kurtarırlar.. Özellikle de o baş ağrıtan vazgeçilmeyen masada ise! Kurtarabilecekleri yakınlıktadır çünkü iş’leri, ülkeleri kadar uzakta değildir.. Zaten yıllar içinde bir çok defalar bizzat şahit olarak görmüş, anlamışlardır ülke’lerin o baş ağrıtanların eşlik ettiği masalarda nasıl defalarca kurtarılma girişimleri içinde ne hale geldiklerine, aslında nasıl çözümsüz bırakıldıklarına çözümlerin ardı ardına üretildikleri masalarda.. Bu sebeple hiç bulaşmazlar ülke kurtarma işine. Zaten işleri dışında kurtarabildikleri başka bir konu da olamamıştır henüz. Dedik ya tecrübelerden ders alırlar diye; ikinci konuşma konusu aşk’a geldiğinde de konu, aynı ülke muhabbetlerinde olduğu gibi ürettikleri çözümler içinde düğüm olur kalırlar:)

Bir gün yine oturmuş konuşuyorlarken o korktukları, ama konuşmaktan da bir türlü vaz geçemedikleri “Aşk” hakkında. içlerinden biri demiş ki:

– “Çiçek bakmak zor iş ya hani.. Havası, suyu, toprağı önemli çiçek yetiştirdiğin ortamın.. Ayrıca çiçeklerin içinde bulunduğu ortamın sakin, gürültüden uzak olması, onunla ilgilenilmesi, okşanması, sevilmesi, onunla konuşulması, ona güzel şeyler anlatılması hatta bazen de onun dinlenmesi gereklidir. ”

– “Hadi ordan, çiçeği dinlemek de ne demek? Uydurma şimdi..”

– “Vallahi uydurmuyorum, annem derdi ki: Çiçekler narin canlılardır. Özellikle bazılarına çok yumuşak davranman gerekir. Yapraklarını bile yavaş yavaş silmen, toprağını değiştirirken falan ona zarar vermediğini anlatman gerekir. Hatta bazen de sen konuştuktan sonra sana bir cevabı olduğunu bilmeli ve onu dinlemelisin.. Çiçekler de dinlenmek ister, inan bana..

Ben anneme hep inandım..”

– “İyiymiş, ben hiç duymamıştım..”

– “En sevdiğimiz çiçekler mesela; Begonviller.. Onları düşünsene bir. Hatırla hadi, hani akşam saatlerinde o en sevdiğimiz küçük tatil kasabasında.. Biz terasta oturuken böyle, konuşurken çoğu zaman “Hadi dillenin de bir şeyler söyleyin güzeller” diye az mı dil dökmüştüm:) Biliyoruz da konuşuyoruz değil mi;)”

-“Hatırlamam mı? Biliyor musun, hep düşünüyorum da biz aslında çok da umutsuz değilmişiz.. Bir çok şeyi biz beğenmeyip, istemediğimiz, ya da daha iyisi olacak dediğimiz için elimizde tuttuklarımızı da kaybetmişiz! Aslen çok kolay değil mi bu işler?”

– “Kimisine kolay. Kimizi özensiz, kimisi fazlasıyla umutsuz, kimisi için aile baskısından kaçış yolunda sığınılan limanlar bu tarz aşklar, kimisi içinse gerçekten doğrular. Ama ben bizi biliyorum, en azından kendimi. Bunların hepsi babamın yüzünden. Babam bana hep “Önemli olan bu hayatta daima zoru başarmaktır” derdi. Kolayı kabul edersem bana yakışmayacakmış gibi geliyor. Zoru başarmaya çalışıyoruz işte, “En iyi yol bildiğin yoldur” sözüne inat:)”

– “Biliyorum.. Bu sebeple işte biz ne istiyoruz biliyor musun? Ankara’da begonvil yetiştirmek istiyoruz. En zorunu!”

Ankara’da begonvil yetiştirmek isteyen herkese….. Yöntemini bulan bir haber etsin!

Cuma Hikayesi…

….

“Ve kendimi bir kulenin tepesinde hapsolmuş gibi hissediyorum bu aralar..  ”

…..

Devamlı elim saçlarımda. Saçlarım mı uzamış ne? Gerçekten uzamışlar, renkleri de açılmış biraz. Olacak o kadar tabi, hapsolduğum kulenin penceresinden aşağıya uzatıyorum ya başımı çokça, bir beyaz atlı prens beni görsün de kurtarsın umuduyla.. Hani kitaplarda hep öyle yazar ya.. Güneşten açıldılar haliyle, çok normal! Eskiden amma uğraştırırdım annemi saçlarımın rengi daha açık olsun diye: Papatya kaynatır, suyunu süzüp onunla saçlarımı tarardı annem güneşte. En sevdiğim şeydi annemin saçlarımı taraması. Saçlarımda uzundu hani, taa belime kadar! Şimdi sırtımı geçmiş, belime doğru iniyor gözüküyorlar; ama artık bu saatten ve bunca yıl ve üzerine bir ton işlemden sonra iniyor gözüktükleri yere ulaşırlar mı orası muamma… Ama kesinlikle uzadılar!

….

“Ve kendimi bir dağın tepesinde kaybolmuş gibi hissediyorum bu aralar..  ”

Yükseklik korkum olmadı hiç, hatta yükseklerde olmayı hep sevdim. Yukarılarda hava temizdir çünkü, daha rahat nefes alabilirsin sanki.. Ben alabiliyorum en azından. Bir de yukarılarda, en tepelerde aşağılarda göremediğin bir sürü güzel şey vardır: Güzel kokan, boyunlarını rüzgara vermiş çiçekler, sakin akan dereler, kuşlar; mutlu mutlu süzülen, cıvıl cıvıl öten gökyüzünde başıboş.. Gür ormanlar, yeşillikler, yuva yapmış sincaplar ağaç kovuklarına.. Yükseklerde, dağların o en tepelerinde bir de, hiç gürültü yoktur, duyamazsın. Bazılarını ürküten derin bir sessizlik vardır hatta. Kavga edenler, arkandan fısıldaşanlar, birbirine saygısızca küfredenler, araba kornaları falan yoktur. Yalan da yoktur, ria da.. Sadece sen, oksijen, yeşil, mavi ve kayboluşun!

“Ve kendimi bir denizin dibinde sarhoş gibi hissediyorum bu aralar..  ”

Sarhoşluk dediğim, derinlik sarhoşluğudur. Fazla azota maruz kalırsan, azot narkozu yersen yani; soluduğun havada bulunan azot gazının kısmi basıncı artıp da algında daralma başlarsa, işte sen derinlerde sarhoş olmuşsun demektir. Bu derinlik takribi 30 m. altındadır ve “Martini Kanunu” gereği sen, bir duble martini içmiş gibi olursun. Sonraki her 10 m.de bir duble daha.. Üç boyutlu bir dünyada sarhoşlukla gelen bir garip özgüvenle risk almayı bilir misiniz peki? Ben bilirim. Ağırlığını dahi hissetmediğin, sakin, ışıltılı, rahatlatıcı, çekici bir de üstüne üstlük mavi bir yerde sarhoş gibiyim anlayacağınız.

Neden?

Bilmem? Sizce?

Cuma Hikayesi…

Çok erken bir saatti sanıyorum, daha gün bile ağarmak için hareketlenmemişti… Gözlerimi açıp, tabir yerindeyse, cin gibi etrafa bakınmaya başladım. Hoş, yumuşacık, pamuk gibi bir yatakta yattığımı fark ettim önce. Misler gibi kokuyordu yastığım; zannediyorum gardenya kokusuydu bu; ölçüsü tamdı, bayıltmayacak kadar sarhoş edici yani.. Üzerimde tiril tiril beyaz bir gecelik. Neredeyse kayarak kalktım yataktan saten gecelik sayesinde. Derinden gelen sesleri dinledim bir müddet, pencereye doğru yürüdüm yavaş yavaş. Karşımda ucu bucağı olmayan Akdeniz; kıyı ile benim bulunduğum yer arasında bir kaç Palmiye ağacı aralıklarla dizilmiş, rüzgardan hafif sağa doğru bükülmüş gövdeleri.. Seslerin kıyıya vuran dalgalarla karışık, Palmiye yapraklarının hışırtıları ile birleşerek ortaya çıktığı belliydi. Arada birkaç cır cır böceği de ses veriyordu. Sanki orkestranın birer elemanı gibiydiler. Cır cır böcekleri kendi sıraları geldiğini anladıkları an bu parçanın arasına giriyorlar, şarkılarını söyledikten sonra da tekrar sıraları gelene kadar bir kenara çekiliyorlardı. Pencerenin sürgülerini açarak, sağa doğru kaydırdm ve dışarıya verandaya çıktım. Ayaklarım çıplaktı allahtan, tahta verandada hiç ses çıkarmıyorlardı yürüken. Korktum zira, bu güzide orkestranın “Şafak Vakti Senfonisi”ni bozmak istemedim.

Merdivenlerden indim, sanırım 4 ya da 5 basamak kadar. İşte.. Ayaklarım buzz gibi kumlarda şimdi. Sabah serinliğinde kumsalda yürümek kadar güzel bir şey yoktur bilir misiniz? Serin bir sabaha, serin kumlara çıplak ayakla basarak başlamak.. Saçlarınız uzunsa ve biraz sağa sola karışıyorlarsa bu serinlikte bir de.. Yürüdüm biraz Akdeniz’e doğru, salına salına, ayaklarımın altında ezdiğim her kum taneciğini ayrı ayrı hissederek yürüdüm. Kah gözlerimi kapattım, kah ta ilerilere daldım gittim.. Sanki ufuk çizgisinin ötesinde bir şeyler görmeyi bekler gibiydim. Sabahın köründe, kumsalda bir evde uyanarak; senfonik doğal bir müzik eşliğinde uykuma son verip, zihnimde adım adım ufuk çizgisine yaklaşan ben “NERDEYİM?” diye sorduğumu fark ettim kendime.

Nerdeydim ki ben? Burası neresiydi? Neden bu denizin Akdeniz olduğundan bu kadar emindim ve karşıdan -bir anda nereden çıktığı anlaşılamayan- gelen küçücük bir çocuğa sarılmak için hazır hale gelmiştim? Küçük bir kız çocuğu, yaşı taş çatlasın 3-4, sevimli, şeker, mavi gözleri var ve uzun, ama kıvırcık sarı saçları. Üzerinde beyaz bir elbise, benimki gibi neredeyse. Dizlerimin üzerine çökerek sarıldığımda, saçlarının aynı yastığım gibi koktuğunu fark ediyorum: Gardenya. Gülücükler atıyor devamlı, bir de sıkı sıkı sarılıyor bana. Çocuk kucağımda, ben şaşkın bir halde ufuk çizgisine bakıyorum hala. Aynı soru ve artı bir daha: Burası neresi? Bu çocuk kim?

Kucağımdaki sarı lüle saçlı kız çocuğu parmağı ile denizi işaret ediyor bana: “İşte, oyada” diyor. Orada demek istiyor yani:) Nerede hani? Kim? Ya da ne? Bakıyorum, görünürde bir şey yok. Yine parmağıyla işaret ediyor: “Oyada işte, oayada. Bak!” Bakıyorum ufuk çizgisine doğru. Biraz duruyoruz kucağımdaki sarı lüle saçlı, şeker kız çocuğu ile. İşte, orada! Tam çizgide. Bir yelkenli. Yani küçücük görünüyor, ama evet, evet. Bu gerçekten de bir yelkenli. Bembeyaz yelkenler sabah rüzgarında şişmişler. Beyaz yelken bezinin kenarları mavi şeritli. Yelkenli ne kadar da çabuk yaklaşıyor öyle. Nasıl oldu da aldı o kadar mesafeyi, ben birkaç defa göz kırpıncaya kadar? Sarışın, gardenya kokulu, lüle saçlı kız çocuğu kucağımdan inmek istiyor; indiriyorum. Elimden tutuyor bu defa: “Hadi, didelim” diyor. Bir ona, bir gittikçe bize doğru yaklaşan kenarları mavi şeritli beyaz yelkenliye bakıyorum.

Yürüdük, geldik kıyıya kadar. Dalgalar çıplak ayaklarımın altında şimdi. Daha da serin su, kumlardan bile serin. Ellerim sıcacık ama, hatta avuçlarım terliyor küçük kız çocuğunun ellerini sıkı sıkı tutmaktan. Kocaman yelkenli şimdi az ötemizde, karaya oturmayacak bir mesafede. İçi boş gibi, kimse görünmüyor. “Yürüsene” diyor sarı lüle saçlı şeker yaratık. “Nereye? Denize mi gireceğiz yani?” diyorum ben şaşkın şaşkın. “Hı, hı” diyor gardenya kokularıyla beraber. Elimden çeke çeke beni bileğimize kadar yürümeye başlıyoruz denizde. “Soğuk!” diyorum. “Bekle” diyor bana şeker kız, “Daha da soğuyacak”. Yürüyerek ilerliyoruz, önce dizlerimize geliyor suyun derinliği, yavaş yavaş ürpermeye başlıyorum. Artık cır cır böceklerini ve Palmiyelerin sesini duyamıyorum. Uyuşmaya başlayan vücudum bana itaat etmiyor gibi artık. Sadece elimden tutan küçücük başka bir elin varlığını hissediyorum. Suyun içinde ellerimiz, ama hala sıcacık. Yürümekten vaz geçmek istiyorum. Küçük kız çocuğu biraz sonra iyiden iyiye suyun içinde kalacak çünkü!

“Hayır” demek istiyorum, diyemiyorum. Gözlerimi kapatmak istiyorum, onu beceriyorum işte. Karanlıkta, serinlikte yürümeye devam ediyorum. Elim hala sıcak. Nerede ve nasıl bitecek bu, ya da ne zaman diye kendime soruyorum. Tam o sırada gözlerimi birden bire açıyorum, cin gibi etrafıma bakıyorum. Yatağımdayım, Ankara’daki evimin yatağında:))

Biliyorum şaka gibi geldi. Ama dostlar bu benim bir önceki gece gördüğüm rüyaydı!! Yatmadan önce sarışın bir kız çocuğu, hayallerim, deniz aşkım, sahil kasabasında yaşlanmaya ilişkin -her zamanki- düşüncelerimin ardından uykuya dalınca… Sadece o kadar gerçektiki..!

Beni şaşırtan ve ilginç gelen bir şey daha var: Yine bir çocuk ve ben. Ama bir adam yoktu manzarada! Buna benzer kaç rüya gördüm artık sayısını hatırlamıyorum. Bunların tümü bir işaret mi, yoksa bilinçaltımın bana oynadığı bir oyun mu orası meçhul. Bildiğim şey; çocukken ben, yaşım 7-8 falan.. Hep büyük bir ev, en az 2-3 çocuk ve kendimi hayal ederdim. Çocuklarımı okula götürür, okuldan alır, onlarla havuzda oyunlar oynar, neşeli kahvaltı masalarında aile saadeti yaşardık… Ama hiç “baba” ya da “eş” figürü olmazdı bu hayallerde. Halbuki çok mutlu bir çocukluk geçirdim ben bizimkiler ayrıldığı yıla kadar. Babamı hep çok sevdim.. Ama çocuk aklımla kurduğum bu evcilik arası hayallerde yaşattığım şeylerin, 30 yaşını henüz geçmeye başlayan bir kadın olduğumda bile, rüyalarımda da olsa bile beni hep takip edeceğini bilseydim eğer… Bilmem ne yapardım, ama bunun üzerime yapışıp kalmasından korktuğumu itiraf etmek istiyorum sadece. Geçen gece bu rüya o kadar gerçekti ki.. Elimi tutan kızımla beraber soğuk ve derin sularda kayboluşumuz yani. 7-8 yaşında ne hayal ettiysem olmak zorunda mıydı yani?? Hani diyorum bari tekneye ulaşabilseydik sağsalim de, açık denizlerde nefes almayı deneyebilseydik…

Neyse, bu hafta bunu paylaşmak istedim. Güzel bir hafta sonu diliyorum.

Cuma Hikayesi…

“Gençken, güzelken, karnimiz asagiya dümdüz inerken, sevinçler, üzüntüler, varolusumuz ve gece yatagimizda düsündügümüz seyler sonsuza kadar sürecek zannederken…”

İşte tam da Ahmet Güntan’in ilk siir kitabi ‘İlk Kan’in (1983) arkasina yazdigi gibi.. “Karnımız aşağıya dümdüz inerken”.. Yani rejim falan yokken daha hayatımızda. Genç ve dinamik olunduğundan sebep, her yenilenin anında yakıldığı, depolanarak yağa dönüşmek üzere uzun uzun vücudumuzda ikamet etmediği o yıllarda yani.. Hiç birşeyin umursanmadığı, hayatın pembe renkli, kalp çerçeveli gözlüklerle görüldüğü, yatağa yatıldığında erotik düşler kurmaktan bir türlü uyunamayan yıllarda.. Gündüz düşlerimizde sadece güzel şeyler; kulaklarımızda hippi şarkıları, çiçek çocuklarla beraber şimdiki tabirle “lay lay lom” geçirilen o yıllarda işte.. Aşık oldum ben.. Gece yatağıma yattığımda düşündüğüm erotik düşlerime ek olarak sonsuza kadar sürecek bir yaşam planlıyordum sevdiceğimle ama.. Yıllar geçse bile evdeki hesabın çarşı fiyatlarına hiçbir zaman denk gelmeyeceğini, ayağını her zaman boyuna uygun bir yorgana uzatmak gerektiğini ve dahi nice atasözlerinin anlam ve önemini bu aşk sayesinde keşfettim yıl 1980’de. Yaşım mı? Daha 18..

Aynı okula gidiyor, ama ayrı bölümlerde okuyorduk. İlk aşkımdı. İlk kanımı kaynatan, içimi hoş eden adamdı.. Kalbimin bu kadar hızlı atabildiğinin hiç farkında değildim ondan önce. Bir bakışın ya da “yemyeşil” bir bakışın kalbimi delip geçebileceğinden, oradan bir kısmının başıma ulaşıp beni sersemletirken, diğer bir kısmının da kasıklarıma kadar uzanıp yanaklarımı kıpkırmızı edeceğinden; ağır kokulu bir çiçek koklamışcasına gözlerimi kapatma ve bir yere uzanma ihtiyacı hissettireceğinden bu kadar bihaberdim.! Ben yaşadığımı, sevdiğimi, sevindiğimi, “güzel”i tanımlayabildiğimi bu kadar zannederken, aslında ne kadar yanıldığımın da farkına vardım o yıllar! Aşık oldum ben..!

Köküne kadar yaşanılacak hayat sanırken, o ana kadar karşılaşmış olduğum sorunların sınav-ödev ikilemi içinde kaybolup gittiğini düşünürken, her bahar geldiğinde “ben her bahar aşık olurum” şarkısının sözlerini anlamı hakkında tek bir saniye bile düşünmeden spontane bir biçimde söylerken, “kadın-erkek ilişkilerinde taviz vermeyen taraf olacaksın kızım” diyen sıra arkadaşımın ağzından çıkanları çıtım çıkmadan dinlerken, erkekler benim için hep arkadaş, voleybol oynarken karşı taraf, okul kantininde sigara istediğim, sigaramı yaktırdığım, içki masasında güzelce içip o yıllarda bir nebze sorun sayılmayacak sorunlara çözüm bulup, beraber kafa bulduğumuz yaratıklarken.. AŞK’ın sözlük anlamı dışında herhangi bir tanımını bilmek için hiçbir gayret sarfetmemiş ve bunun için uğraşan ya da konuşan herkesi önemsiz bulan, garipseyen ben: Aşık oldum..!

Yemyeşil, delip geçen bakışların sahibi ile yemyeşil çimenlerde oturmuş, sırtımı koca gövdeli emektar çınarlardan birine vermiş, elimdeki –tesadüfe bakın ki- yeşil kaplı kitabı okumaya çalışırken tanışmıştım. Ben dalmış –yine tesadüfe bakın ki- sevdiğim şairlerden Ahmet Hamdi Tanpınar’dan AŞK isimli şiiri okumaktayım!

….


Aşk dediğin nedir ki
Histen nefesten varlık
Umutsuzluk içinde
Karanlığa son ıslık”

Kendi kendime son mısraları sesli tekrarladım: “Umutsuzluk içinde karanlığa son ıslık”. Çok geçmedi arkamdan bir ses: “Umutsuzluk var ve karanlık da var ise.. Son bir çaba, yakarış, bir haykırış var ise.. AŞK’tan mı bahsediyor bu okuduğun şey ?” Kim olduğuna bakmak için arkama dönüverdim aniden. Bizim emektar çınara arkasını vermiş, sakince oturup sigarasından nefes çekmeye devam ederken diğer taraftan da elindeki mektubu okuyan biri. Uzun bacaklı, elleri ince uzun. Yüzünü görmek için sola doğru kaykıldım oturduğum yerde. O anda o da sağ tarafına doğru uzattı başını hafifçe. Ben meraklı gözlerle, öylesine bir dönüş yapmışken soluma ama sadece meraktan; çok ışıklı, çok renkli çakan bir şimşek gözlerimi kör ediverdi birkaç saniyeliğine. Sonra gözlerimin önüne renkli pullar, konfetiler ve kurdeleler iniverdi gökten.. Arada birkaç havai fişeği patladı, birkaç top atıldı. Bunlar olup biterken karşımdaki elindeki mektubu bırakıp elini uzattı bana biraz zorlanarak.. “Merhaba, ben şimdiye kadar o varlığından hiç haberdar olmadığın histen, nefesten varlığım.. Hani umutsuzluk içinde karanlığa fısıldadığın adını..” Gerçek adını söyledi mi hatırlamıyorum, ama ben onu hep AŞK diye çağırdım.

AŞK ve ben o gün orada karışık bulutların, engin mavinin, yemyeşil çimenlerin huzurunda birbirimize bağlanıverdik gizli bir bağla. Ellerimiz kenetlendi, hiç ayrılmamak için yeminler ettik. Sarıldık birbirimize, ve söz verdik birimizin nefesi kesilene kadar diğeri onu bırakmayacak, hep böyle sarıp sarmalayacak diye.. Birimiz anlattığında diğeri dinleyecek, birimiz ağladığında diğeri gözyaşlarını silecek, birimiz tembellik yapmayı seçerse, diğeri canı ne isterse onu yapacak evde, kahvaltılar hazırlanacak beraber, kafa dağıtmak için içilecek yan yana, belki de üzülünülecek beraberce; ama ne olursa olsun her sabah aynı yatakta uyanıp birbirimizi öpeceğiz “günaydın” derken gülümseyerek, sıcacık ve içtenlikle..

Beraber ve yan yana, aynı yatakta sabaha uyanılarak geçirilen koskoca 5 yıldan sonra bir gün sabah uyandığımda onu yanımda bulamadım. Önce korktum, endişelendim; sonra merak ettim. Yataktan kalkıverdim çabucak, üzerime sabahlığımı bile almadan.. Balkondaydı, sigara içiyordu. Elleriyle balkonun korkuluklarına dayanmış, başını öne eğmiş, biraz bitkin ve gardı düşmüş görünüyordu. Yavaşça gittim yanına, sarıldım.. Bir gün bu sahnenin yaşanacağından o kadar emindim ki.. Başımı dayadım sırtına, son bir nefesle “Gitme ne olur?” dedim. “Düşünme bile bunu..” Kıpırdamadı, öylece durdu bir an için. “Gitme desen de, kalmamaı istediğinden değil bu. Gitmezsem sen gideceksin nasılsa bir gün. Karanlık hep olacak, ama sonrasında gün doğacağını bileceksin. Ve ıslık çalmak için kullanacağın nefesin son nefesin olduğunu sanacaksın.Ama hep bir nefes daha olacak.! Ve o zaman bir defa daha bana bırakılan, ya da sana bırakılan üzünyü ve pişmanlıkla yazılmış, ama geri dönüşe yardımcı olamayacağı kesin bir mektupla elimizde kalakalacağız bir yaşlı çınar ağacı gölgesinde.. Ve belki de okurken birbirimize vedamızı, başka bir çığlık duyacağız karanlığın içinden aslen farkında olmadan söylenilen…” Bana döndü, sigarayı attı elinden, elleriyle kavradı tuttu ellerimi sıkıca. “AŞK’la defalarca tanışacağız, ama hep bir öncekini arayacağız, ya da bir sonrakini. Aramaktan vazgeçmez isek, bulduğumuzdan nasıl emin olacağız?”