Cuma Hikayeleri Konulu Yazılar

Cuma Hikayesi…

Bana Ne lazım?

Yeşillenmiş bahçemde çıplak ayaklarım…

Serinlik ve hafif nem hissediyorum yere bastıkça ayaklarımın altından başlayıp vücuduma doğru sinsice yayılan. Sabahın çok erken saati, kimseler uyanmamış daha çevre apartmanlarda, her yer karanlık. Kediler bile mırıl mırıl uyuyorlar duvarın bir köşesinde birbirlerine sokulmuş bir halde. Karşı komşumun penceresi açık kalmış geceden. Dün gece çok gürültülü bir parti veriyordu zira. Evde sigara içirtmediğinden sigara tiryakileri nöbetleşe pencere önünde çektikleri derin nefesleri dışarıya üfürdüler uzunca bir süre. En azından ben penceredeki son kişiyi gördüğümde saat 02:00 miydi, neydi?

Uyuyamadım yani. Günlerdir uyuyamıyorum zaten. Kendime kızıyorum bazen, diyorum ki “Niye sen de Sezen Aksu gibi günde 3-4 saatlik uyku ile yaşamayı öğrenemiyorsun ki?” Yani ben değil miyim her zaman uykuda geçirilen saatlere acıyan, bunu bir zaman kaybı olarak gören ve elinde upuzun maddelerle dolu YAŞANACAKLAR-YAPILACAKLAR Listesi; bir listeye bir aynadaki suretine bakan zaman zaman? Niye peki 2 gün üst üste 4 saatlik uyku ile başlayınca güne, yumruk yemiş boksor misali bir türlü gardımı toparlayıp, düştüğüm yerden kalkamıyorum? Eh hadi kalktık diyelim, niye çıplak ayaklarımla üzerine kırağı düşmüş, nemli bahçemde kalakalmışım anlamsız ve yorgun gözlerle bakıyorum sağıma soluma? Kafamda uçuşan yıldızlar misali bin türlü şey!

Capcanlı olmam lazım benim halbuki. Yüzümün hep gülümsemesi lazım; hep kahkahalar atmam, göz kenarlarımdaki mutluluk çizgilerini azdırmam lazım. Sabahları kahvaltı ederek güne başlamam, taze sıkılmış portakal suyu içmem lazım bol bol.. Kahveyi azaltmam, ne bileyim, o bir türlü içemediğim yeşil çaylardan denemem lazım.. Daha çok spor yapmam, aramadığım arkadaşlarımı, babamı daha sık aramam lazım. Daha çok şarkı söylemem, daha az üzülmem, karşı komşum yaşlı teyzenin kapısını daha sık tıklatmam lazım. Daha az üzülmem için yaşantımdaki olumsuzluklara; olumsuzluk olarak adlandırdıklarıma, daha duyarlı olmam lazım insanlara ve çevreme, daha az katı kalpli, daha gönlü bol olmam lazım! Ne bileyim ben, affedebilmeyi öğrenmem, kısasa kısas yapmamam, sesimi yükseltmeden konuşmayı başarabilmem ve ne olursa olsun “Teşekkür Ederim” diyebilmem lazım bana bas bas bağıran telefondaki uygarlıktan nasibini almamış kadına… Ona inat, kendime inat!

Bazen serin bir sabah, ufacık bahçede birkaç dakika bile hayatının film şeridi olarak gözünün önünden geçmesine yeter bence. Bunun için ciddi tehlikelerle karşı karşıya gelmen, “Son Durak” a birkaç saniye kalmasına hiç gerek yok! Acıttı mı canını bir şeyler, alamadın mı nefes göğsünden derin derin, bir ses duydun mu seni derinden yaralayan; belki minik bir kedi yavrusu çukura düşmüş, bir tekerlek altında kalmış; ya da bir sevdiğin umutsuz, mutsuz, çaresiz ağlaya durmuş telefonda. İşte o zaman alır seni bir telaş, binbir hezeynla çığlık çığlığa bir şeyler yapabilme, bir şeyleri yoluna koyabilme gücü diler tanrıdan ve gardını hiç düşürmeme gücü istersin evrenden, kainattan… Gözlerini kocaman açabilmek, yere; ıslak çimenlere sağlam basabilmek, başını yukarıda dik tutarak meydan okuyabilmek istersin, tam da bir şarkıda söylendiği gibi, hayata!

HAYATA!

“Şerefe” der gibi.. Yapmayı en sevdiğim o şey gibi..

Ben.. 09 Mayıs 2006

**Bahçe, benim.. Gökkuşağı da tabi:)) **

Cuma Hikayesi…

” Gerçek yolcu, sadece gidebilmek için gidendir…”

Baudlaire

Yalnızlık eşittir karanlık.

Yalnızım ve karanlık gece ile başbaşayım. Zifir zindan ortalık, sokaklar ıssız, sokaklar lambalardan yayılan cılız ışık demetleri altında geniş, kocaman… Tek başıma o koca karanlığın içinde yürüyorum; nereye gittiğimi bilmeden, nereden yola çıktığımı, başlangıcımı unutmuş bir halde ellerim bomboş, bir “hiç” tutuyorum avuçlarımda sıkı sıkı, ama başım dik yürüyorum, hafif ve esrarengiz bir gülümseme ile suratımda.

Neyim ben, bir yolcu mu?

Kaç defa çıktım böyle karanlık akşamlarda böyle uzun yollara? Kaç defa böyle kaybolma andı içtim bu sessiz karanlıklarda kendi kendime? Ne aradım aslında ben? Gökte bir yıldız takip edecek, ay ışığının dans eden silueti, bir iz belki yolda; çamurlu tekerleklerin bıraktığı, bir şehir ışıl ışıl ya da bir durak üzerinde “ORAYA” yazan… “Hiç” birşey ya da “hiç” kimse?..

Aitlik aradım çoğu zaman ben dillendiremediğim, kimselere söylemeye; yüksek sesle duymaya cesaret edemediğim, bu sebeple kimselerle paylaşamadığım, bilinmezliğin getirdiği bir korkunun eşlik ettiği bir aitlik aradım. Kalarak bulamazdım, ben de hep gittim. UZAKLARA. Bana, aradığım hep uzaklardaymış gibi gelirdi çünkü. Çünkü kaldığım yerde gördüklerim korkuturdu beni, ben de yola çıkmayı tercih ettim o korkularımdan kurtulmak için. Tatmadığımı tadarsam, hiç dokunmadığıma dokunursam, işitmediklerimi duyarsam, daha önce hiç koklamadığım çiçekler bulur koklarsam kokukularımı terk etmeye değer bir şey bulabilirim sandım.

Ne aradımsa hep bulamadım. Parçalar darmadağın saçılmış bilimum yerlerde, toplayıp geliyorum birleştirmek için, nafile! Parçalar biraraya gelmemek için çaba içindeler, sanki eş kutuplar misali birbirlerine yaklaştırıldıklarında son hızla aksi yönlere dağılıyorlar, birbirlerini bir türlü tamamlayamıyorlar. Hiç bitiremediğim puzzle’lar gibiler. Sanki birleşirlerse, tamam olurlarsa, aradığımı bulursam yani karanlık da anlamını yitirecek, aitlik de. Yola çıkmanın da anlamı kalmayacak o zaman. O zaman adım atamayacak, atılmayan adımlarla yürüyemeyecek, yürüyemezsem ilerliyemeyecek, ve dahi ilerliyemeyeceksem de gitmiş olmayacağım.

Olmaz ki! Ama ben kalarak başımı dik tutamam ki..!

Dilara

Mayıs 2006

Cuma Hikayesi..

Bugün son “arşiv” yazımı paylaşıyorum.. Elimde kalanların sonuncusu bu. Demek oluyor ki artık yeni yazılarımı paylaşmak adına biraz verimli çalışmalar içine girmem gerekiyor:)

Bu arada yıllar yıllar sonra bir şekilde tekrar haberleşmeye başladığım sevgili Ebru ile Ahu’nun haberlerini almak beni çok keyiflendirdi. Hele de Ahu’nun “Ege”sini görünce bayıldım tek kelimeyle.. Ne kadar da sana benziyor Ahu’cum:)) Eski dostlara yeniden rastlamak güzel.. Hem de çok güzel!

Hepinize her zaman olduğu üzerre keyifli, sıcacık, bol kahkahalı, yaratıcı bir hafta sonu diliyorum:))

YOLLAR, GECELER VE HÜZÜN..

Yollar…

Nedendir bilinmez, küçük yaşımdan beridir yolculuk yapmayı hep sevmişimdir. Kendimi bilmeye başladığım zamanlardan hatırladığım ilk –ve yalnız- yolculuğumun görüntüsünde otobüs, gece ve yıldızlar vardı. İlk otobüs yolculuğumu Ankara’ya, annemi görmek için 13 yaşında yapmıştım. Aradan geçen onca yıllar boyunca tüm yolculuklarımda o yollarla paylaştığım o kadar çok hikayem, sevincim, üzüntüm ve gözyaşım oldu ki bilemezsiniz.. Uzun ya da kısa farketmez, yollar benim hayatımın ve dahi yaşadıklarımın neredeyse an be an takipçisi oldular tüm bu yıllar boyunca.

Geceler…

Nedendir bilinmez, her yolculuğumun şahidi önce gece, yıldızlar; sonra gün, güneş olmuştur. Gece yolculuklarını hep sevdim. Hala severim. Gecelerin kendine has bir tabiatı vardır;anlatılması zor, koyu, kopkoyu, sonsuz, ıssız… Aynı deniz gibi, okyanus gibi. Ama daha bir koyu, daha bir lacivert, belki de daha siyah. Daha ağır.. Hele, eğer kavuşmak için değil de ayrılırken yapılan yolculukların şahidi ise o gece, işte o zaman hem ağır, hem hüzün doludur.

Hüzün…

Benim diğer adım. (Öyle derler.. Hep dediler..) Sevdiğim ya da sevmediğim, beni tanısın tanımasın tüm insanların beni gördüklerinde akıllarına gelen ilk şeyi söylemeleri istense verecekleri tek cevap: Hüzün. O sebeple mi acaba geceleri seviyorum bu kadar? Gecelerin koyu ve sonsuz varlığı içerisinde, ben o kadar küçük ve gözlerim de bu kadar yaşlı olduğu için mi? Bu yüzden mi yüreğim bu kadar yorgun, ben bu kadar sessizim ve sevdiğim –yanıbaşımdayken- bu kadar uzak bana? Ne demiş Bedri Rahmi?

“Hüzün geldi baş köşeye kuruldu
Yoruldu yüreğim yoruldu.”

……

Yollar ve hüzün dolu geceleri düşündüğüm zaman keyif alırım ben. Benim hüznüm olumsuzluklarla konumlandırmaya yakışmayacak kadar asil ve derin bir anlam içeren; yeniden başlangıçları, o en çok sevilenleri, en mutlu anları hatırlatan yansımalarla doludur benim için. Yolculuklarım; istediğim şeylere ulaşmak için yolları kullandığım, geceyi siyah bir örtü yapıp üzerime, hüznümle yorgun kalbimi dinlendirdiğim, çok düşündüğüm, çok hayal ettiğim, belki de kendimle en çok hesaplaştığım birer anı olarak kalacaklar sonuna dek.

Uzun, kıvrımlı, dağlar tepeler aşılırken zorlanılan, kışın bembeyaz örtülü, yazın yeşil-sarı, yağmurda ıslak, kaygan, bazen ucu bucağı olmayan,”ha bitecek az kaldı “ ya da “oh be ne güzel, hiç bitmese keşke” denilen yollar.. Aynen bir kadın gibi; kıvrımlı, bazen zor, bazen beyaz ya da renkli, bazen ıslak, bazen hiç gitmesin istenen, bazen de dayanılmayacak kadar sıkıcı.. Hele bir de kadınsan ve yolllardaysan o zaman herşey bir başka farklı olur: Yollarda kendinle hesaplaşırsın, o beyaz giymişse sen koyu renkler alırsın üzerine, kıvrılıyorsa uçsuz bucaksız, bakmaktan yorulur gözlerin ve kapar, hayal edersin o yolun sana getireceklerini ya da yolun sonunda neleri bırakıp geri döneceğini.

Yollar, geceler, kadın ve hüzün. Her romanın, her şiirin ya da her hikayenin kahramanları olmaya aday dört kavram, dört ayrı yolculuk ya da dört ayrı sığınak. Tek bildiğim; yollar ne kadar uzarsa uzasın, geceler var oldukça, bu kadın; yani ben, hüzünlü yüzüm, yorgun ya da mutlu kalbimle yolculuklar yapmaya, yaptıkça bir şeylere yaklaşıp, bir şeylerden uzaklaşmaya, yıldızlardan fal tutup, hayaller kurmaya devam edeceğim.

Yarın, yine yol göründü bana. Bu sefer yolculuk İstanbul’a. Yine gece..Bu defa ıslak ve yeşil, fazla uzun olmayan yollara düşeceğim. Bir şeyler bırakmayacağım geride, sadece hüznümü alacağım yanıma, hepsi o kadar!

Dilara ERDEM

(07.06.2004)

Cuma Hikayesi..

Bugünün hikayesi benim yazın hayatıma(!) başladığım ilk yazıya ait.. Adı: Hafıza. Bu yazıyı seneler önce bir çırpıda yazıvermiştim.. Nasıl oldu bilmiyorum: Bilgisayarın başına oturmuş; bir müddet ekrana bakmış ve sanıyorum 2-3 saat içinde de bitirmiştim.. İlham mı uğramıştı ne? Umarım beğenirsiniz:)) Mutlu hafta sonları diliyorum herkese…

HAFIZA

I.

Öyle bir rüzgar esti ki…

Saçlarım birbirine karıştı..Gözlerimden yaşlar akmaya, üzerime aldığım şalımın açıkta kalan ucu serseri bir flama gibi dalgalanmaya başladı. Ama ben, rüzgara arkamı dönmek istemedim, aksine ona karşı durdum…Aynen hayata karşı durduğum gibi..Gözlerimi yavaş yavaş kapattım, başımı hafifçe arkaya doğru yatırdım, kollarımı iki yanıma kocaman açtım. Derin derin nefes alıyordum şimdi, içime çekebildiğim hava ölçüsünde yeniden yapılanıyordum sanki.. Sanki her nefes aldığımda içime dolan o buz gibi, aynı zamanda yakıcı, temiz hava tüm vücuduma yayılıp, baştan aşağıya beni yeniden yaratıyor; kırılmış hislerimi, ağrıyan kemiklerimi, gerilmiş sinirlerimi, tenimin üzerindeki yaraları onarıyor; sanki tüm organlarımı, beni ben yapan fiziksel ve ruhsal anlamda ne varsa herşeyi yeni baştan meydana getiriyordu.

O şekilde nekadar süre kaldım bilmiyorum. Gözlerimi yavaş yavaş açtığımda karşımda küçük bir kız çocuğu kafasını hafif yana eğimiş bir halde bana bakıyordu:

          “Sen iyi misin” diye sordu.

          “Kötü mü görünüyorum?” Sonra fark ettim ki kollarım iki yana açık, başım hafif yana kaymış…İsa’nın çarmıha geriliş görüntüsünü andırıyor gibi olmalıydım. Ayrıca üzerimdeki, kendimi sarıp sarmaladığım beyaz ve uçları püsküllü geniş şalım da cabası..Kollarımı iki yana açtığım için bayrak gibi dalgalanıyor olmalıydı. Belki de super hero gibi görünüyordum.

          “Ne bileyim, sanki uçacakmış gibi duruyorsun. Bunu yapmayı düşünmüyorsun değil mi? Burası biraz yüksekde…”

          …………..

          “Yüksek diyorum, teras katındayız şu an.”

Bir an gerçekten de nerede olduğumu anlamak için etrafıma bakınmaya başladım, ayrıca kollarımı da indirmiştim artık. Sahiden de korkulukların kenarında olduğumu gördüm. Ama nasıl? Yani nasıl gelmiştim buraya, ne zamandır böyleydim? Sonra dönüp arkama baktım. Yaklaşık yirmi otuz kişilik bir grup camın arkasından birbrilerine beni işaret ederek, anlamsız ve dahi korku dolu gözlerle bana bakıyorlardı. Tekrar ufaklığa döndüm:

          “Sen nasıl geldin buraya?”

          ………………

          “Burası çok soğuk ve senin üzerindekiler de çok ince. Gel şöyle şuna sarayım seni, hasta olacaksın.”

Şalımı omuzlarımdan alıp, ufaklığın başından aşağıya sarıp sarmaladım; sonra da onu kucağıma aldım. Yavaş adımlarla terastaki camdan bizi izleyen kalabalığa doğru yürümeye başladım. Kalabalık gözleriyle bizi takip ederken, aralarından birisi cam kapıyı açtı. İçeri adım attım, arkamdan kapıyı kapattılar. İçerisi sıcaktı, çok sıcak hem de..Bir anda “cehennem bu olmalı” diye geçirdim içimden.

          “İyi misiniz?” dedi içlerinden biri.

          “Renginiz bembeyaz, korkuttunuz bizi” dedi öteki.

          “Hava almak istiyorum dedin, bir anda fırlayp çıktın şekerim” dedi kızıl saçlı, kokoş hatunlardan biri.

Ortamdaki kadınların hemen hemen hepsi kızıl saçlıydı. Bir an için kendi saç rengimi düşünmeye başladım. Uzun olduklarını biliyordum, ama rengini bir an için hatırlayamadım. Kucağımda ufaklığı tutuyordum sıkı sıkı. Sol koluma daha fazla destek vererek ufaklığı sardım, sağ elimi saçlarıma götürdüm ve renklerine baktım: Simsiyahtı..Mavi-siyah tabir edilenden. O kadar parlak ve yumuşaktı ki, bir an için etkilendiğimi itiraf etmeliyim.

          “Sevgilim, neyin var senin? Nedir bu halin allah aşkına” dedi bir diğer kızıl saçlı kokoş. “Sana söylemiştim bir süre daha dinlenmeliydin evde..Daha iyice iyileşmeden evden çıkmana izin vermek büyük bir hataydı. Sinirlerin hala gergin senin. Ya da ne bileyim, aldığın ilaçlardan dolayı uyuşmuş bir haldesin ve ne yaptığını bilmiyorsun daha…Hadi gel, eve götüreyim seni, anlaşılan biraz daha dinlenmeye ihtiyacın var senin.”

Koluma girmeye yeltendi. Bir an bakıştık:

          “Ya çocuk?” dedim.

          “Hangi çocuk?” dedi ikinci kızıl. Anlamsız bakıyordu yüzüme.

          “Kucağımdaki” dedim. Bir taraftan da başımla kucağımda sıkı sıkıya tuttuğum ufak kız çocuğunu işaret ediyordum.

          “Duygu..Kucağında bir şey yok ki canım..Kollarını göğsünde kavuşturmuşsun sadece, üşüdüğün için herhalde”.

          ………..

Anlamsız gözlerle kucağıma baktım..Ufaklık bana göz kırptı. Sonra da eliyle şalımı çekiştirerek başını iyice kapattı. Böylece açıkta kalan bir tutam saçı dışında hiçbir yeri görünmüyordu.

          “Ben saklandım, beni göremezler..” dedi.

Gülümsedim..Çocuk işte!

…………….

İkinci kızıl ile asansörlere yöneldik; bu sırada o, biraz arkada kalarak geride bıraktıklarımızla konuşmaya devam ediyordu:

          “Canlarım bizi bağışlayın. Duygu’cum hala ilaçların etkisinde galiba. İyi gelir demiştim evden çıkmak, ama düşündüğümün aksi oldu. Biraz daha dinlenmeye ihtiyacı var sanırım. Haftaya Cuma görüşürüz. Yine burada toplanırız değil mi”.

          “ Tamam Aysun’cum. Şekerim, dikkat et kardeşine. Pek iyi görünmedi bana”.

Aysun. Demek ki ikinci kızılın adı buydu..Üstüne üstlük de ablam oluyordu kendileri. İyi de ben niye tüm bu konuşulanlardan, olanlardan ve bu insanlardan bihaberdim. Ayrıca, ilaçlar ve iyileşmekten söz etti Aysun..Ne demekti tüm bunlar? Bir de kucağımdaki çocuk meselesi vardı..Benden başka kimsenin görmediği çocuk..

II.

Arabada yol boyu, kucağımdaki çocuğa sıkı sıkı sarılarak, ama tek bir kelime dahi etmeden, Aysun’un konuşmalarını dinledim. Tanrım… Nasıl bu kadar seri ve yüksek sesle konuşabiliyordu? Bense beynimde yankılanan iç sesimi bile susturmak istiyor, ağzımı dahi açmak istemiyordum. Kazadan bahsetti Aysun. Böyle büyük bir felaket sonrası beni dışarı çıkarmakla ahmaklık etmiş, psikolojik olarak hazır değilmişim, bunu nasıl görememiş, ama 2 aydır her gün odamda kapalı perdeler arkasında sakinleştirici  ilaçlarla yaşamama dayanamamış, belki insan içine çıkarsam biraz daha çabuk toparlanacağımı düşünmüş, vs… Öyle büyük bir kaza sonrası, aslında bu mutluluk verici bir olaymış. Kazayı birkeç ezik ve omurgamda birkaç kırıkla atlatmama rağmen, onu en çok üzen şey hiç birşeyi ve hiç kimseyi hatırlamıyor olmammış…

Bu sebeple sanırım odadakilerin bana bakışlarına bir anlam veremedim hiç. Aysun’u da tanıyamadım.. Büyük bir kaza..Kırık ve ezikler..Hafıza kaybı.. Adım: Duygu. Kucağımda, sanki bir parçammışcasına sıkı sıkı tuttuğum, ama kimselere görünmeyen bir çocuk.. Yanımda, çenesi düşük bir kızıl. Arkamda ise bıraktğım, nereye konumlandıracağımı bile bilemediğim bir oda dolusu insan…

          “Nasıl oldu bu kaza?” diye sordum usulca.

          “Gerçekten çok şanslıydın sevgilim. Arabanla giderken birden bire yola fırlayan bir köpeğe çarptın.”

          ……………………

          “Olay yerine gittiğimizde arabanın önü tanınmayacak haldeydi…O kadar korktuk ki”

          “Peki nasıl hayatta kalabildim ben?”

          “Diyorum ki, hep yaptığın iyiliklerin, sabrının, alçak gönüllülüğünün, yardımseverliliğinin karşılığı bunlar. Tanrı korumuş seni. Emniyet kemerini hep takardın, yine takılıydı. Başını vurmuşsun cama..Sıkışmıştın da..Bayağı uğraştılar seni çıkarabilmek için..Ama diyorum ya mucize, vücudundaki her kemik sapasağlam yerindeydi, ama zihnin uçup gitti…”

Sonunda arabanın motorunu kapattı. Büyük bir siteye dahil olduğu belli blokların önünde durmuştuk. Aysun indi arabadan. Sonra benim olduğum tarafa geldi ve kapımı açtı.

          “Hadi şekerim, gel..”

O an kucağımdaki ufaklık gözlerini araladı yavaş yavaş..Arabaya bindiğimiz an gözlerini kapatmıştı.

          “Neredeyiz” diye sordu ince bir tonda.

          “Eve gelmişiz” dedim.

          ”Hatırladın ayol..Aferin Duygu, bak konuşmamız işe mi yaradı acaba?”

          “Deniz buralarda mıdır” diye sordu ufaklık. “Onu özledim. 2 aydır uzağız birbirimizden, artık kavuşmanın vakti geldi.”

          “Deniz de kim?” dedim.

          “Ne diyorsun Duygu..İn aşağı hadi..”

Aysun anlamsız gözlerle bana bakıyor, bir taraftan da kolumdan tutup beni dışarı çekmeye çalışıyordu. Bense, ufaklığı düşürmeden ve kollarımı Aysun’a teslim etmeden nasıl dikkatlice inerim onun hesabını yapıyordum. Bu güzeldi, hesap yapmaya başlamıştım..Sanırım bu konuşma gerçekten de işe yaramıştı.

III.

Asansörün kapısı açıldı ve direkt olarak güzel, ihtişamlı bir salonun önünde buldum kendimi..İçersi çok hoş, aydınlık, bembeyaz mobilyalarla döşeliydi. Karşı pencere, tamamen tüm duvarı kaplıyordu. Sağda bir Amerikan bar uzanıyordu. İçersinde envaye çeşit, renk renk şişelerde bir sürü içki bulunuyordu..Tavandan da aşağıya bardakların sarktığı bir düzenek vardı. Yavaş yavaş yürümeye başladım, iki basamak merdiven inerek salonun geniş bölümüne doğru uzandım. Ufaklık, kendini kollarımdan kurtulmak istercesine gerindi. Sonra onu aşağıya bıraktım. Tüm bunlar olurken ablam, içeriye, başka bir odaya-muhtemelen yatak odasına- geçmiş; telefonda yüksek sesle, sevgilisi yada kocası olduğunu tahmin ettiğim biriyle konuşmaya başlamıştı.

Ufaklık, odanın içinde gezinerek camın kenarına geldi..Dışarıya, hafif hafif yanmaya başlayan ışıkların olduğu karşı kıyıya bakmaya başladı.

          “Deniz” dedi.

          “Evet, ne güzel değil mi? Boğaza nazır bir evde yaşıyormuşum meğer.. Denizi de görüyor.”

          “Deniz” diye yineledi ufaklık. “Nasıl yanına geldiğimi sormuştun ya.. Ben, Deniz’in çocuğuyum” dedi birden kısık bir sesle.

O anda beynimde bir şimşek çaktı. Öyle ağrılı ve öyle aydınlıktı ki..Bir an sarsıldım ve bir yere tutunma ihtiyacı hissettim. Sonra, ani bir hareketle sol taraftaki geniş çalışma masasının üzerinde duran notlara bakmak için o tarafa doğru yürüdüm. Tüm bunları nasıl bir bilinçle yaptığımı bilmiyorum. Masanın üzerinde bir sürü müsvedde kağıt; üzeri yazılmış ve bazılarının üzerleri kırmızı kalemlerle çizilmiş, yanlarına küçük notlar düşümüş onlarca müsvedde kağıt vardı. En altta kalmış olanı çekip aldım. Üzerinde şöyle bir şey yazıyordu:

Deniz’in Çocuğu: HAFIZA

Yanında da kırmızı kalmle düşülmüş küçük bir not: Eski Yunanlılar, hafızanın denizin çocuğu olduğunu söylerlermiş!

Yanılmamışlar!

…………………………….

Cuma Hikayesi & Fotoğraflar

Bu Cuma’da bir ufak deneme var sizlere “Hikayelerim” klasörümden.. Getiğimiz yıl, tam da bu zamanlarda kaleme alınmıştı bu deneme. Bir arkadaşa, değil.. Bir dosta yazılan bir mektup aslında. Bir bahar mektubu.. Tüm Baharzedelere ithaf olunur:))

NE İÇİN Mİ?

Her ilkbahar aynı şey…
Sadece bana olur sanırken, görüyorum ki en olmayacak dediğim insanları bile vuruyor bir yerlerinden bu bahar rüzgarı. Yürekler kıpır kıpır kıpırdanmaya başlarken yüzlerde aynı endişe, gözlerde aynı üzgün ve tedirgin bakışlar… İçinde, neyin ve kimin için olduğu çok belli olmayan bir telaşın izleri. “Hasta mısın?, neyin var?” diye durmadan soran insanlarda cabası. O yüreğin kıpırtısı dalga dalga büyür, içinden taşar, seni aşar; ama bir türlü varmak istediği noktayı bulamaz. Seni aşana kadar içindeki her şeyi yerinden oynatır, düzenini, dengeni bozar bir müddet. Taştığında her şey düzelecek sanırsın, ama bu defa da içinde kocaman bir boşluk, bir kara delik, bir bilinmezlik ve ulaşılmazlığa giden bir yol meydana geliverir.
Hiç şaşmaz; her bahar, her yıl, her ilkbahar aynı şey.

………..

Gördüğümde, daha kapıdan girdiği anda belliydi yüzünden. “Merhaba” derken ki ses tonu, yüz ifadesi, zoraki gülümsemesi, çekingen ve biraz uzak bakışları.. Canım arkadaşımı da vurmuştu bu bahar rüzgarı. Her haliyle belliydi. Her tarafından akıyordu. O kadar belli etmemeye çalışsa da, onu tanıyordum ve ben de bir baharzede olduğum için onu çok iyi anlıyordum.
…………..

Her mevsimin insanda yarattığı etkiler farklı oluyor sanırız. Hiç de değil! Mesela sonbahar herkesi hüzünlendirir. Yapraklar sararır, en ufak rüzgara direnemez hale gelirler, kendilerini yerlerde, kuru topraklar, serin asvaltlar üzerinde buluverirler. Onlara baktıkça insanın içini hüzün kaplar, durağan ve biraz buruk hisseder; ağzımızdaki o tada alışmaya çalışırız: Acımtırak, genzimizi yakan bir tad. Nasıl desem eksi bir şey yemiş gibi, aşkını kaybetmiş gibi, düşüp bir tarafımızı kanatmış gibi, doktor koltuğunda otururken ağzımıza, genzimize dolan o tad gibi işte!

Yazın daha cıvıl cıvıl, hafif gıdıklayan, biraz hoş, kasıklarda karıncalanmalara sebep olan, sanki birinin elleri hafif hafif sırtımızda dolaşıyormuş gibi hissederiz. Çoğu zaman yani.. Yani sağa sola bakmaktan, serin sulara kendimizi atmaktan, yılın moda renklerinde askılı t-shirtler seçmediğimiz zamanların dışında!

İlkbahar biraz heyecan, tutku, biraz korku, biraz endişe, kaygı; bir tutam zencefil, bir tutam karanfil, biraz yalnızlık, biraz ıssızzlık, bazen de hesaplaşma barındırır içerisinde. Ona kapılan herkeste aynı ifade, aynı hüzün, aynı gözler.. Dudakların aldığı kıvrımlar, gözlerdeki buğular bile aynıdır. Bahar insanı çarpar. Dağıtır biraz. Toparlanmak için gerekense belki yeni bir aşk ya da eskisine katılacak ufak bir heyecan; belki bir dostla yapılan küçük bir sohbet, kısa bir “başını ve kendini dinleme” kaçamağı uzaklara doğru, ilk defa dinlenen ve dile pelesenk olan bir şarkı.. Samimiyet, içtenlik, sıcak bir dokunuş, bir sarılış, bir öpüş küçük küçük ama.. Saçların okşanması, “merak etme yalnız değilsin” ya da “bunlarda geçecek, atlatacağız ve bizi bekleyen daha iyi şeylere çok yakında ulaşacağız” cümleleri..

İşte böyle bir bahar ayında, böyle hisseden en yakın ve değerli bir arkadaşıma verebileceğim ne olabilir diye düşünürken ona “yalnız değilsin güzelim. Sadece kocaman bir ayçiçeği tarlasındaki yüzünü güneşe döndürmeye çalışan yüzlerce çiçekten birisin” demek için, “ben de o çiçeklerden biriyim ve şansına sana en yakın olan, sana yapraklarıyla destek vermeye çalışan çiçeklerden biriyim” diyebilmek için yazıverdim bu yazıyı. “Bahar da gelse, yaz da geçse, sonbaharı da beklesek, kışı da karşılasak ben hep yanındayım benim güzel arkadaşım” diyebilmek için. “Bir gün isteklerine ulaşacak, buna rağmen her ilkbaharda hep bu hüznü, boşluğu yaşamaya devam edecek, gözlerinin dolmasına, dalıp dalıp gitmelere engel olamayacaksın ” diyebilmek için..

Bir de “Seni Çok Seviyorum, benim içi de kendi kadar güzel arkadaşım” diyebilmek için…

Dilara Erdem

 

20.04.2005


Vee.. Farkettimki sizlerle son zamanlarda tüm boş vakitlerimde didik didik ederek internet dünyasını bulup çıkardığım, hepsini farklı nedenlerden ötürü sevdiğim, beğendiğim fotoğrafları paylaşmamışım hiç. İşte şimdi hepsi burada. Mutlu hafta sonları dostlar…

*Dirk Jesse’den DRESDEN

*Viktor Elizarov’dan From West Side To NY City & Gondolas and Two Bridges & Diver (Sonuncusu kendime:))

*David Nightingale’den Furry (Bu Zeynep’e.. Hürrem’den dolayı torpil geçtim kendisine:))

&

Water Wall (Benim kadar “mavi” özleminde olduğunu bildiğim Hikayeler Zeynep’e :))

*Guilherme Pinto’dan Ferradura Beach (Uykusuz geceler günler geçiren, Şahsına Münhasır Uykusuz Adam’a :))

*Justin Ouellette’den Paris (Son Paris Fatihi MR. TD’ye:))

*Mike Golding’den Muhteşem Bir Mavi Kompozisyonu (Tüm JTB’cilere..:))