Cuma Hikayeleri Konulu Yazılar

Cuma Hikayesi..

Bu Cuma’nın hikayesi 2004 yılında Kahve Molası‘nda yayınlanan, ama benim çok önceleri yazıp bir kenarda bıraktıklarımdan birisi.. Son günlerde Hain Adam MR. TD‘nin anlata geldiği Paris macerlarına ve bununla birlikte canlanan anılarımıza ithafen:))

Keyifli hafta sonları dostlar..

Mon deuxième jour à Paris(Paris’de İkinci Günüm)

 

Hep aynı görüntü zihnimde…

 

Arnavut kaldırımlı ıslak sokaklar, bazen ince ince bazen hızlanan devinimiyle yağan yağmur, nemli bir hava… Her defasında aşağıdaki rengarenk şemsiyelerden oluşmuş bir örtü üzerinde güneş, başını uzatmaya çalışır bulutların arasından..Nafile bir çaba..! Burada bulunduğum on beş koca gün boyunca, sadece bir defa izin verdi bulutlar güneşe yüzünü göstermesi için. Geri kalan on dört gün boyunca hafif karanlık, soğuk değil ama ılık bir havada; muhteşem bir mimarinin ve ona bağlı bilmem kaç yüz yıllık bir tarihin eşlik ettiği, bol kahve molalı günler geçirdim burada. Paris’te..

 

Aşıklar için ideal bir kent tanımlaması yapılır Paris için. En büyük hayalim de burada, sevdiğim adamla beraber olabilmekti zamanında. Eiffel’e beraberce çıkmak, Seine nehrindeki gezinti teknelerinde el ele oturmak, Montmarte’dan aşağıya doğru inerken beraberce birkaç sokak ressamı ile tanışmak, belki de resmimi yaptırtmak. Gerçekleşmesi çok zor görünürdü, kısmen öyle de oldu. Ben gittim gitmesine Paris’e, ama sevdiğim adamı burada bıraktım. Üniversite hayatımın tamamını birlikte geçirdiğim, çok sevdiğim, akıllı ve yakışıklı bir adamı okul bitince bırakıverdim. Paris’i görme şansım doğduğunda da aklıma aylar sonra ilk defa geliverdi. Onsuz gezdim sokaklarda, ama sonra o bunları fazlasıyla telafi etme şansı yakaladı. Neyse, konumuz eski aşkım değil; konumuz ebedi aşkım PARİS. Daha doğrusu Paris’deki ikinci günüm!

 

Küçüklüğümden beri Paris şehrine inanılmaz, gözle görülür ve heyecan verici bir hayranlığım vardır benim. Paris’i o çok severek seyrettiğim müzikal filmlerden veya teyzemin bize gönderdiği kartpostalvari resimlerden bilirdim ilk: Teyzem ve kuzenim Notre Dame Katedralinin önünde elele.. Kuzenim, elindeki alış-veriş poşetleri ile Champs – Elysées’de gülümserken..Muazzam Arch de Triump ve önünde, yine, bizimkiler. Ama her fotoğrafta ilk dikkatimi çeken şey şu ıslak ve tarih kokan arnavut kaldırımları olurdu. Arnavut kaldırımları nasıl tarih kokar mı diyorsunuz yoksa? Öyle bir kokar ki hem de, ta resimden çıkıp burnunuzun direğini sızlatır. Ta o zamandan belliymiş, benim yıllar sonra sosyoloji okurken en sevdiğim ve etkilendiğim dersin “Sosyoloji Tarihi” olacağı…Bu Sosyoloji Tarihi dersinde deEnlightment-Aydınlanma denilen dönem sonrası yaşanan Fransız Devriminin bu kaldırımlar üzerinde başlayacağı..

…..

Elimde şemsiye ile sokaklarda yürümeye başlamıştım. Hiç unutmuyorum ikinci günümdü. Yağmur yine hafif hafif çiseliyordu, sabahın erken saatiydi daha. Kendime söz vermiştim; Paris’de kaldığım her güne sabahın erken saatinde başlayacak, kahvemi her gün sabah farklı bir café de içecek, her gün farklı bir fırından croissant alacak, her gün farklı bir kaldırım taşını arşınlayarak sokaklarda kaybolacaktım. İşte ikinci günümde de böyle kaybolma arzusu ile evden, Boulevard De Sebastapol’de bulunan kaldığım evden çıkmış, aşağıya Seiné Nehri kıyısına kadar sürecek planlı yürüyüşüme başlamıştım. Aklımdan geçenleri net hatırlıyorum: Kıyıya en yakın, ilk gördüğüm kahveye oturacaktım. Derin derin içime çekecektim kahve kokusunu, sonra da elime kalemimi alıp, aklımdan ilk geçen şeyleri masanın üstündeki peçeteye yazacaktım. Bu sayede tatilim bittiğinde elimde on beş peçete, o peçetelerle beraber aklımdan geçmiş olan on beş değişik düşünce, on beş farklı cafénin on beş değişik kahve kokusu ve on beş çarpı bilmem kaç tane farklı chanson (şarkı) olacaktı. İkinci günümün ilk cafési bir bistro “Cosy”, ilk kahvesi caffé latte, ilk düşüncesi “Sanırım bunun gerçekleşebileceğini hiç tahmin etmemiştim. Gözümde canlandırdığım gibi bir yerdeyim, hava ve hatta ıslak kaldırımların kokusu bile aynı canlandırdığım gibi. Bugün harika geçsin. Planım, Louvre Musesinin önünden aşağıya o muhteşem bahçelere inmek, oradaki çiçekleri koklamak, o bahçelerde ıslanmakJ”ve ilk chansonu, adının Jacques Brel olduğunu oradaki garsondan sonradan öğrendiğim muhteşem sesli adamın en bilinen şarkısı: Ne me quitte pas! (beni bırakma) oldu.

 

Kahve faslı bitti, ben yürümeye devam ettim. Elimde harita, haritada işaretlediğim bir sürü kırmızı yuvarlak. En kocamanının içinde yemyeşil bir bahçe var. İşte ben o bahçede, ve ondan sonrakinde geçirmeyi planlıyorum tüm günümü..Muhteşem Louvre’un önündeyim. Kalabalık. İnsanlar, dünyanın her yerinden geldiği belli, her ırkı temsilen bir sürü insan. Louvre’un önünde, onun muhteşem ve göz alıcı mimarisi ile birlikte tezatlık oluşturduğu söylenegelen Cam Piramit. Önünde resim çektiriyorum hemen. Sevimli bir Japon çiftten rica ediyorum fotoğrafımı çekmelerini..Anlaşmakta zorlanıyoruz, çünkü İngilizceleri malum! Ne kadar da ufaklar. Bana bile ihtişamlı gelen bir sürü şey, yapı, Piramit kim bilir onlara nasıl geliyordur diye düşünüp, gülümsüyorum hafiften. Sonra da onlar benden istiyorlar fotoğraflarını çekmemi. Kabul ediyorum hemen ve vizörden bakıp, gerekli ayarlamaları yapmaya, onları kadraja orantılı bir şekilde yerleştirmeye çalışırken…Birden görüntünün sol tarafında bir adam görüyorum. Çok uzun boylu ve bembeyaz saçları var, ama yaşlı değil..Adam, Albino! Elinde kocaman bir demet sarı gül var. Dikkatimi ilk çeken aslında işte o güller. (Güllere bayılırım zira) Adam, kucağındaki bir demet çiçeğe sıkıca sarılmış ve başını yukarıya kaldırarak konuşuyor. Sonra gülmeye başlıyor kahkahalarla ve başını sağa sola sanki “olmaz” anlamında sallayarak yürümeye başlıyor. Bu arada bana el sallayan Japon çifte odaklanıyorum ve fotoğraflarını çekmek için makinanın tuşuna basıyorum.. Teşekkür faslı, yine vücut dilimizle anlaşıyoruz. Makinayı onlara verip, hemen gözlerimle adamı arıyorum.

 

Adamı bulmam zor olmuyor, çünkü çok uzun! Yavaş yavaş, neden olduğunu bilmeden,garip bir şekilde adamı takip etmeye zorluyorum kendimi. Yavaş adımlarla, sakin bir şekilde yürürken, sağa sola bakmaya ve sanki yakınlarında biri varmış gibi konuşmaya devam ediyor. Biraz hızlanıp hangi dilde konuştuğunu duymaya çalışıyorum. Adam tam ben yanına yaklaşmışken “Thank God! You’re so merciful” diyor yine gülerek…! “Çok merhametlisin Tanrım” mı? Nasıl yani? Ne demek ki bu? Yok canım, adamın elinde bir demet sarı gül, Tanrı ile sohbet edecek hali yok ya..Niye olmasın, belki akli dengesi bozuk bir adam. Belki de sevgilisi ile burada buluşmak için sözleştiler; ama kadın gelmedi. O da isyan ediyor ve Tanrıya kızıyor kendince, alay ediyor bu durumla belki de…Adamda bir tuhaflık var. Sanırım kendi kendine konuşmasından çok, bu ne olduğunu anlayamadığım tuhaflık yüzünden onun peşine düşme işine giriştim diye düşünüyorum. Haritamda işaretlediğim büyük, yeşil parkın içine giriyoruz. Hafif hafif yine yağmur çiselemeye başlıyor. Parkın ortasındaki havuza düşen yağmur damlaları gittikçe büyüyen dairesel hareketlere neden oluyor. Adam, havuzun kenarına geliyor ve elinde tuttuğu sarı gül demetini havuza bırakıveriyor..Güller dağılarak, havuzun içinde sağa sola doğru yüzmeye başlıyor. Sonra cebinden bir kağıt çıkarıp onu da parçalara ayırıyor; çok değil sadece önce ortadan ikiye, sonra da onu birleştirip tekrar ikiye bölüyor..Kağıtlarda suyun içinde artık..Tanrım, acaba ne yazıyor o kağıtta?

 

Ellerini arkasında birleştirerek sırtını bana dönüp, yürümeye başlıyor adam. Sırtı dimdik, başı dik..Saçları bembeyaz..Havuzun kenarına yaklaşıyorum ve kenara yakın duran kağıt parçalarından birini almak için eğiliyorum. Bir tane de sarı gül alıyorum sudan. Yağmur hızlanıyor. Kağıttaki mürekkep akmış ne yazık ki. Biraz zorlanarak bir kısmını okuyabiliyorum: Alain will come to see u gibi birşey…Alain seni görmeye gelecek.. Sanırım Alain adında bir adamla buluşacaktı, elindeki sarı güllerde adamın onu tanıması içindi. Ama Alain gelmedi, adam da zamanında buluşma noktasına gelmeyen Alain’e verip veriştirdi havuz başına kadar. Benim duyduklarım da bu serzenişlerdi demek..

…..

 

O günkü planımı gerçekleştirdim: Akşama kadar o park senin, bu bahçe benim dolaştım, mis gibi çiçekler kokladım, manolyanın ağaçta yetiştiğini de orada o gün öğrendim. Öğrenemediğim tek şey Albino adam, sarı güller, Alain üçgeninde neler olduğuydu.. Bu olayı benim için unutulmaz kılan ne mi oldu? Sanıyorum Paris’deki dördüncü ya da beşinci günümde yine bir café de oturuyordum. Karşı masamda çok hoş bir adam gazete okuyordu. Gazeteden çok adamla ilgilenmiştim önce, ama bir süre sonra gazetenin ön sayfasında surmanşet’deki yazı dikkatimi çekti: Yazı Alain adlı birinin kurban gittiği cinayet hakkındaydı.. Tanrım, keşke o zamanlar Fransızcam daha iyi olsaydı da haberden birşeyler anlasaydım diye düşünürüm hep..Belki Paris’deki ikinci günümde takip ettiğim Albino ve elinde bir demet sarı gül ile beklediği Alain, o Alain’di..Ne demişti Albino; “You’re so merciful, Thank God” Yoksa, Alain bu dünya üzerinden silindi diye mi teşekkür etmişti Albino Tanrıya..”Çok merhametlisin Tanrım” demişti. O gün akşama kadar düşündüm durdum acaba gerçek hangisi olabilir diye? Belki o Alain benim Alain bile değildi.. Ama bu kadar tesadüf filmler dışında başka bir yerde olabilir miydi sahiden? Yoksa bu bir işaret miydi bana, işte fırsat yaz bir senaryo, koy adını da: Mon deuxiéme jour a Paris. Başına ve sonuna neler ekleyebileceğimi ve nasıl bir hikaye çıkarabileceğimi bir düşünün.. Mesela şöyle başlasam……..

 

Cuma Hikayesi..

Şimdi bu başlıkta ne diyenleri duyar gibiyim. Dedim ki “Cuma İlüstrasyonu” var, “Cuma Fotoğrafı” var.. Benim de Cumaya dair bir katkım olsun.. Böylece “Cuma Hikayesi” çıktı. Ben her Cuma, bu sayfada siz yeni ve eski dostlarımla beraber benim ciddi hobilerimden biri olan ve yaklaşık 5 senedir düşe kalka sürdürdüğüm “Kısa Yazılarım”ı paylaşacağım. Geçtiğimiz ay çöken pc’mden kurtarılan çok az hikaye-yazı ile başlayacağım ilk olarak. (Bu yazılarımın tümü Kahve Molası‘nda yayınlanmışlardı.) Bu iş beni de motive edecek ve ben her Cuma burada paylaşmak üzere bir şeyler yazmak için kendimi zorlayacağım; düşe kalka sürdürülen iş “düzenli” bir hale gelecek. Bu yaptığım, tamamen Sevgili Zeynep’in Hikayelerinden farklı. Okumaya başladığınızda anlayacaksınız. Yazdıklarımın çoğu benim gerçek hayatımla bir şekliyle ilintili, ama bir kısmı da tamamen kurgusal. Ya başlangıcı benden, sonu kurgu; ya da tam tersi..

Bu hafta hep “Mavi”lerden bahsettik ya, bu sebeple bana en sevdiğim maviye sahip yeri hatırlatan bir yazımı ve yukarıdaki Kaş 2003 fotoğrafını ekleyerek hepinize keyifli, bol güneşli, umut dolu, sevgi dolu, aşk dolu, heyecan dolu, sevdiklerinizle bir hafta sonu diliyorum. Yazı uzun.. Hafta sonu okuyabilesiniz diye:)) Lütfen düşüncelerinizi paylaşın; olumlu ya da olumsuz. (İleride yayınlanmış kitabı olmasını isteyen biri için ufak bir yardım:))

KAŞ’TA DÜĞÜN

Ayşegül Sultan’a sözüm vardı. Bu yazı, tamamen ona ithaf olunur!

 

 

……………

Frank Sinatra’yı çocukluğumdan beri dinlerim; Severek, kendimden geçerek, içimden ılık ılık akan bir şeyler eşliğinde o yumuşacık, sıcacık, davetkar, çapkın sesiyle beni her zaman etkiler Sinatra. Onun zamanının filmlerini seyretmek, onun zamanına ait müzikleri -30 yaşımın eşiğinde olmama rağmen- dinlemek, o zamana ait elbiselerin içinde, ayağımda babet ayakkabılar, şık, dantelli eldivenler ve omzumda asılı duran önden tek düğmesi iliklenmiş hırkalarla kendimi düşünmek beni her zaman mutlu etmeye; 1960’lı yıllara ait bir kadın olduğumu, Sinatra’nın şarkılarıyla pistte hoş bir erkeğin kollarında dans ettiğimi düşlemekse beni heyecanlandırmaya yeter de artar bile.

İşte yine bir akşam, elimde bol buzlu duble Absolute Vanilya’mla, Kaş’a yan gelmece- yatmaca tatiline gitmeme yalnızca birkaç saat kalmışken, müzik setimden yayılan o yumuşacık ses bana,

“When Somebody Loves You

You Feel It in Your Heart

When Somebody Loves You

You Know It from the Start

Every Kiss Becomes More Than a Kiss

Each Look, Each Touch They Mean So Much

That’s When You Discover How It Feels to Be A Lover…”

diyerek yüreğimi giderayak titretiverdi anlamsız bir Pazartesi akşamı… Yine beni en can alıcı şarkısıyla, en can alıcı zamanda –1. tekil şahıs olarak yaz-güneş-deniz tatiline giderken- en can alıcı noktamdan vuruverdi.!

Sinatra: Hayatımın, beni anladığını düşündüğüm tek erkeği! Ne zaman beni mutlu edeceğini, hangi anlamlı şarkı sözleriyle o anki hislerimi paylaşacağını, hangi ses tonuyla, hangi notayla şarkısına başlayacağını, gecenin yada gündüzün hangi saatinde beni nasıl yatıştırıp, sakinleştireceğini, ben hıçkırarak ağlarken sessizce şarkısına devam ederek beni rahat bırakacağını her zaman bilmeyi başarmış tek erkeği..! Bunca zamandır terk edilmeyen, beni terk etmeyen, -mış gibi yapmayan, -mış gibi yapmama neden olmayan, gözlerim gülerek bakmaya başladığı, kendimi huzurlu ve hiç olmadığım kadar mutlu hissettiğimde bunu bir parmak şaklatmasıyla durdurmayan, yok etmeyen, ağzımdan çıkan güzel ifadelerin zaten ne kadar zor çıktığını, bu sebeple de bir defa çıktığında gerçekten denmek istedikleri şeyler olduğunu anlayabilen, beni yeni insanlara, sıkıcı-keyifli yemeklere, tatillere uğurlamaya devam eden tek erkeği.. Ne acı!Onu kaybettiğimde Paris’te bir Albino peşindeydim.. Sacre Couer Kilisesi’nde izlediğim bir Pazar ayininde onun için dua etmiş ve “In other words…I love you..” demiştim kendi şarkısıyla, kendimce bir veda ile.! Yıl: 1998

……………

Sinatra’yı evde bırakalı birkaç saat oldu.. İşte yine rahatsız bir otobüs yolculuğundayım.. Eskiden bayılırdım yollara, uzun yola.. Hep hayal kurar dururdum, hep oyalanacak bir şeyler bulurdum.. O zamanlar otobüslerde müzik yayını falan yoktu, kendi walkmenimde müzik dinlerdim sabah kadar.. Hep de gece yolculuk ederdim.. Değişmeyen tek şey, yine bir gece yolculuğundayım.. Artık walkmenim yok; ama CD çalarım var.. Evde Sinatra dinleyince, çıkarken onu müzik setimde unutuyorum haliyle.. Ne yapalım artık, Harry Connick Jr, Sting falan idare edeceğiz eldekilerle..

Dile kolay, uzunundan bir 11 saat kadar yolumuz var! Kabus gibi.. Kaş’a bayılıyorum da, bir de yolu olmasa..Neyse artık, yolculuğun sonunda beni neyin beklediğini düşünerek kendimi biraz olsun rahatlatmaya çalışıyorum, gevşemem lazım.. Tatile gidiyoruz, boru değil!

Ayşegül Sultan’la bu bizim 2. Kaş tatilimiz. Eve dönünce fotoları 2003-Kaş fotolarının hemen yanına, 2004-Kaş şeklinde aktaracağım yine PC’ye.. Umuyorum ki 2005-Kaş olmaz! Yani olsun da, mümkünse artık Ayşegül Sultan’la olmasın.. Hayır, ona da yazık, bana da.. İkimiz de gül gibi kızlarız.. 30’larımızın başında.. Ayıp olmuyor mu 2 yıl üst üste yalnız kalpler şeklinde tatile çıkmak?

………..

“Tanrım belim mahvoldu yine!!”

“Sızlanma geldik işte, bak birazdan otelimizin gözükmesi lazım yolun karşısından.”

Böyle diyor da Ayşegül Sultan, otelimiz görünür görünmez benden beter söylenmeye başlıyor.. Otobüsten inmemiz, bavullarımızı almamız, otobüsün hareketinin ardından bizim bavulları çekiştirerek otele bakakalmamız… Hepsi çok değil bir 10 dk. İçerisinde gerçekleşiyor. Tüm bu süre zarfında hatunun ağzından tek bir iyi kelime çıkmıyor.!

“Bu ne biçim otel ya? Hani denize sıfırdı burası.. Aradan kocaman çift yönlü yol geçiyor. Şehirler arası otobüs yolu! E şimdi yokuş yukarı biz mi çıkaracağız bu bavulları? Yok mu adamları bunların? Ben sevmedim burasını.. İyi ki tek gecelik peşinat yatırmışız.. Kahvaltıda kötüdür şimdi.. Hem….”

“Ayşegül insaf et be güzelim… Bismillah, dakika bir gol 10 oldu.. Bir nefes al!”

………..

“İşte böyle…” diyorum otel sahibine akşam yemekte karşılıklı şaraplarımızı içerken…

“ Hatun söylenmekten vazgeçmedi..Ama ben biliyorum yapacağımı ya, sabrettim.. Dedim ki, ben seni aşağıya iskeleye inince suya bir atarım, bir şeyciğin kalmaz, anında sakinleşirsin.”

Öyle de oldu.. Gevşedi, sakinleşti… Sonraki 5 gün boyunca sinirleri alınmışçasına huzur, bol kahkaha, bol alkol, hoplamaca, zıplamaca, denizle gece-gündüz, sınırsızca kucaklaşma şeklinde unutulmaz bir tatil daha yaşadık fotoğraf karelerine geçen Kaş’ta.! Bu defa yalnızca fotoğraflar ve güzel yaşanmışlıklar değil, bir de beynimizde senaryo ile döndük eve.

………..

Yine elimizde kadehler, gecenin bir vakti olmuş, aşağıya iskelenin olduğu yere indik. Gündüzleri şezlonglar, şemsiyeler; gece de minderler, mumlar iskelede ay ışığına eşlik ettiler biz oradayken. Sabırla bekledik dolunay olmasını her gece. Ne yazık ki oradan ayrılışımızın akşamına denk geldi kendilerinin bembeyaz, hareli, kocaman bir topa dönüşmesi! Biz yine de geceleri, dolunay’a dönüşürken ay, altındaki iskelede, karanlık denize bakarken, minderlerin üzerinde hayaller kurduk, güldük bol bol, kah uyuduk, kah çalan müzik hoşumuza gitti kalktık dans ettik.. İşte bir gece aşağıda, minderlerin üzerindeyken Ayşegül Sultan’la beraber başlattığımız bir geyik, saatler içerisinde hoş, yarı anlamlı, yarı anlamsız, arada özlem duyulan, yarı şaka, yarı ciddi bir senaryoya dönüşüverdi. Adını “Kaş’ta Düğün” koyduk! Kanlı Düğün gibi olduğunu fark ettik fark etmesine de, biz böyle olsun dedik, öyle de oldu!

 

 

Kaş’ta Düğün… Birinci ve sonuncu bölüm.

 

Ve Diyaloglar:

 

D: “Burada evlenmek ne hoş olurdu ya!”

A: ……………

D: “İkimizden biri mesela, hangimiz ilk evlenmeye karar verirse, Kaş’ta evlensin. Burada, bu iskelede, bu dolunayın altında, bu denizin üzerinde..”

A: …………….

D: “Ben zaten hem denize, hem de bu namussuz kasabaya tapıyorum.. Hep, küçükten beri, farklı ama şatafatsız, sade bir düğünüm olsun isterdim.. Şimdi aklıma düştü bak birden bire..”

A: …………….

D: “Alo, orda mısın Ayşegül Sultan..? Kime diyorum ben. Yoksa şarap arkası bira iyi gelmedi de gözlerin açık karanlık denize dalmış bir halde uyuyor musun dinliyorum ayağına? Ne dersin bu fikre? Hani belki 2005 yılında da burada olalım diyoruz ya, bu sefer anlamlı bir tören için gelmiş olalım mesela..”

A: “Vallaha ne hoş fikir oldu bu.. Uyumuyorum, sen söylediğinden beri düşünüyordum ben de nasıl olurdu diye..”

D: “Bence süper olur.. Mesela bak bu iskelenin üzerine kocaman mumlar ve fenerler yerleştirebiliriz. Sonra, iskelenin üzerine çiçekler serpiştiririz, hatta denizin üzerine de … Şu suda yüzen mumlardan da koyarız.”

A: “ En sevdiğimiz arkadaşlarımızı davet ederiz, fazla değil 30-50 kişi arası bu iskeleye sığar herhalde.. Ne dersin?”

D: “ Anca alır zaten.. Sonra düğün günümüzde hep beraber çökmeyelim de denizeJ

A: “Olsun be, Kaş-2005 fotolarına bir güzellik gelir böylece. Biliyorsun 2003 ve 2004’e ait olanlarda da az şoparmadık. Bunun eğlencesi de bu olur: Deniz’de Düğün”

D: “Nikahımızı denizin üzerine yerleştirilmiş platformda kıydırırız mesela.. Oraya da ufak bir salın üzerinde ayakta gideriz.. Tabi bu salın da kenarlarında mumlar olmalı. Işıl Işıl bir salda, nikah memurunun tir tir titreyerek bizi beklediği platforma doğru yola alırız böyle yavaştan.”

A: “Niye titriyor şimdi adam?”

D: “Adam yüzme bilmiyor ki.. Kaş’ta yaşıyor, ama yüzme bilmiyor. Hatta su görmeye dayanamıyor..”

A: “Niye böyle bir nikah memuru bulduk ki?”

D: “Ne bileyim canım, o kadar dalgıcın, deniz aşığı, Kaş aşığı adamın ortasında bir de böylesi olsun dedim.. Keyif de benim, hayal de.. Sen ne karışıyorsun ki şimdi?”

A: ………….

D: “Neyse.. Biz müstakbel damat ve ben –ki damat adayı konusunda en ufak bir fikrim bile yok.. Her ne kadar kurmaca yapıyor olsak da- ışıldak misali denizde ilerleyen salın üzerinde platforma doğru yol alıyoruz yavaş yavaş..”

A: “Niye sen ve müstakbel damat? Ben senden önce evlenemeyeceğim mi şimdi? Bunu mu ima ediyorsun?”

D: “Gece gece başına mu vurdu dolunaya çeyrek kalan ay? Sen ya da ben.. Hangimiz olursa dedik ya başta.. Ben anlattığım için öyle deyiverdim. Hem biliyorsun, benim senden önce evlenme şansım hiç yok gibi..”

A: “O niye ki? Sen de ben de aynı durumdayız. Durum da şu: Sevgilimiz yok. Potansiyel bir aday bile yok. İkimiz de sevgili arkadaşım, birer birey olarak hayatımıza devam etmekteyiz ve hatırlatırım bundan da –ne yazık ki- fazla şikayet etmemekteyiz. E hal böyle olunca, aday arama şansımızı da tamamen allaha havale etmiş durumdayız. Ve yine tahmin edeceğin üzere, bilet almazsan piyangoyu sana çıkarmıyor yukarıdaki.!..”

D: “Vallaha güzel dedin Ayşegül Sultan. Bunun üzerine bu hayali, nikahı kıymadan keselim istersen. Azıcık eğlenelim dedik, onu bile yapamıyoruz.. Zaten Serhat’ta bize bireyler ismini taktığından beridir hayatımızdaki kör topla ilerleyen şeyler de durmuş durumda farkındaysan. Fazla benimsedik biz bunu. Hatta fazla sevdik. Herkese de bahane olarak bunu ileri sürüyoruz, hoş olmuyor.”

A: “Birey olmanın, hele de kadın olarak ayakta kalmanın nesi kötü ki şimdi? Adam kötü niyetle söylemedi ki bunu?”

D: “Biliyorum arkadaşım da, ne yazıktır ki doğru bir tespitte bulunup, yanlış olan şeyi yaparak bunu sesli dile getirdi.”

A: “ Neyse ne! Eee, gelinliğimiz nasıl olacak?”

D: “Bilmem ki sen nasıl seversin.. Ben mesela hep sade bir şeyler hayal ederim. Mesela, dur şimdi aklıma geldi. Bayılacaksın bak! Hani dalıyorum ya ben, oradan geliverdi: Öyle bir gelinlik ki bu, nikah kıyıldıktan sonra, müstakbel-muhtemelen dalgıç olan -eşimle beraber suya atlayarak iskeledeki arkadaşlarımızın kutlamalarını kabul edeceğiz. Bu durumda ben ‘evet’ dedikten, imzaları atıp, adamın ayağına da bastıktan hemen sonra gelinliğimin eteklerinden tutup çekiştirerek üzerimde tek parça bir mayo ile kalıveriyorumJ Yani bu vücudu saran, dalgıç giysisi, ama bembeyaz.. Anca o zaman bunun böyle bir şekil olduğu anlaşılıyor.. Nasıl ama?”

A: “Dilaracım söyleyecek sözüm yok vallaha. Nereden de buldun şimdi bunu. Ama çok şeker bir durum olduğunu itiraf ediyorum. Ben bile giyebilirim böyle bir gelinliği.”

D: “İşte böyle yüzerek kıyıya çıkıyor ve kutlamaları kabul edip, tepemizden aşağıya boşaltılan şampanyalardan hemen sonra ben bir Jack fıçısının altına yatıyorum. Eşimi bilmem, o nereye yatarsa yatsın! Nasılsa gecenin sonunda yanıma yatmış olacak..”

Ve kahkahalar…….

The End.. Bitti. Son..

Zaten bundan öteye de gidemezdi.. Görüldüğü gibi abukluklar burada da bırakmadı kalemimizi… Bu sebeptendir ki adam olamadık, hala single olarak tatilde meşk etmekteyiz 2 yıldır.. Duyurulur… ! Kimeyse??

(2004 Sonbahar… Dilara)

Çöken PC’den kurtarılanlar..

Ne yazık ki hiçbir şey!!! Evdeki PC’imde bulunan hard disk terk-i diyar eylerken, benim bir dolu fotomu, yazılarımı, eğitim notlarımı, son 5 yıllık hayatımı da götürdü güzelce.. Neymişl? Back -up yapmak için alınan CD Yazıcı aletini kullanman gerekiyormuş!

Neyse allahtan hikayelerimden bir kısmını iş yerindeki bilgisayarıma aktarmışım.. Onlara bakarken, aralarından buldum HAMAKÜSTÜ’nü..Benim en sevdiklerimden biriydi. Şu an olmak istediğim yer tanımlamasına cuk diye oturunca, dedim ki paylaşıvereyim dostlarla Cuma Cuma..

Evet.. 3 Mart 2004 tarihli HAMAKÜSTÜ aşağıda beğeninize sunulmuştur efendim.. İyi okumalar..

HAMAKüstü

Mis gibi, tertemiz bir sabah..Bahçemdeki hamakta yatıyorum. Bahçem, güneybatı sahillerinden birindeki ufak bir kıyı üzerinde bulunan küçük bir kasabanın içinde..Üzerimde beyaz şilebezinden bir elbise, tiril tiril..Bir bacağımı hafifçe hamaktan aşağıya sarkıtmışım. Bir elimin parmak uçları ile hafif nemli çimenlere değiyorum. Gözlerim kapalı. Neyi dinliyorum? Dalgaları..Dalgaların sesi, sabah uçuşlarına çıkmış bir iki minik martının nefesi ve Aznavur’un “Hier Encoré” şarkısının melodisi bana eşlik ediyor hamak keyfimde..

……….

Yıllardır hayalini kurduğum manzara işte bu! Çok yaşlanmadan, çoluk çocuğa karışmadan, işe geç kalma telaşesi, işi bitiremedim endişesi olmadan, “alış-verişe çıkmam gerek” ya da “ocaktaki yemeğin altını kapattım mı ki” diye düşünmeden serbestçe, dingin bir iç huzur eşliğinde, zihnim tamamen boş yatmak istiyorum o hamakta. Çevremde sadece yeşil, yemyeşil ağaçlar, önümde engin, lacivert bir deniz, altımda ıslak çimenler, üzerimde mavi gökyüzü ve arada göz kırpan bir güneş…Belki Aznavur yerine, Dassin’de olabilir..Belki de Macias…Ama mutlaka Fransızca bir müzik.. Romantik, cezbeden, akordionların eşlik ettiği, güzelim Eiffel’i ve arnavut kaldırımlarını hatırlatan, Seiné nehri üzerindeki gezinti teknelerinde dinlediğim…

Aslında yirmili yaşımı geçeli çok olmamış olsun mesela..(Her ne kadar Hier Encore dinlesem de..) Mesela hala saçlarım uzun olmuş olsun, hala açık kumral..Bir de hala incecik olmuş olayım mesela..İnce bedenin hamakta bu kadar serbestçe yatması, uzun açık kumral saçların hafif bir rüzgarda uçuşarak, güneş altında ışıl ışıl parlaması dahabir mümkün olsun! Hala karar veremedim; belki buzz gibi soğuk bir bira olur yanımda, belki de sadece zencefilli gazoz. Ne düşüneceğim peki? Dingin, temiz bir zihin, telaşesiz, sakin bir hayat süren biri sabahın o saatinde, öyle bir ortamda ne düşünür acaba? Eğer yanıbaşımda buzz gibi bir bira varsa, işte o an sabahın en erken saatinde içtiğim ilk soğuk biramı düşünebilirim belki. İlk soğuk biramı, ilk defa normal içilesi bir zamandan önce biramı içtiğim o yeri.. İlk soğuk biramı, sabahın erken saatinde o güzel ve kuş cıvıltıları ile dolu olan ormanda kurduğumuz çadırın içini mesela..İlk sevgilimi…

Eğer zencefilli gazozum varsa mesela, daha gerilere gitmeden, Paris’teki o hepsi hemen hemen birbirine eş sokak cafélerinden birini düşünebilirim…Buzz gibi zencefilli gazoz, cafédeki bakıştığım hoş adam…Elindeki fransız gazetesindeki o meşhum haber..Herkesler kahve içerken, benim küçük masanın ortasında tüm heybeti ile duran soğuk zencefilli gazozumu düşünebilirm. Üzerimdeki elbisemi, hoş adamın gözlerinin rengini ve de haberde adı geçen “Alain” adlı adamın şimdi ne yapmakta olduğunu mesela..

Belki de zamanında hem en iyişekilde hem de en yoğun yaptığım, ama beni zamanla yoran ve yoran “düşünme” eyleminden uzak bir hamak sefası yapmalıyım: Biranın, buzz gibi zencefilli gazozun, ilk sevgilimin ve çadır tatilimin olmadığı, Paris cafélerinden, o güzel gözlü adam ve çiçekli mavi elbisemden uzak. Daha çok derinliğe, sonsuzluğa yakın, daha yeşil ve daha mavi, daha sıcak ve daha beyaz bir şeyler düşünmeliyim belki. Kendimi dinlemeliyim belki de..İç sesimin sesini açmalıyım biraz, kanal ayarını da iyi yapmalıyım ki araya parazitler girmesin; eski sevgililer, arkadaşlar, sıkıcı iş sohbetleri, annemin sorunları, kardeşimin gencecik yaşına rağmen yaptığı evlilik planları, parasal sıkıntılar, borçlar, korna seslerinin her daim eşlik ettiği yoğun trafik, hala alamadığım arabanın o hatırladıkça içimi burkan hayali, ya da evimin bitmeyeceğinden kesinlikle emin olduğumiçinin, eşyaların, ufak tefek cicibicilerin borcu..

Yetişmek için hep biryerlere koşarken, ya da tamamlamak için çabalarken hep eksik birşeyleri, sevgililerimle paylaşamadığım bin türlü hikayem, bin türlü sorunum varken, “hava soğudu yine gelemedi şu yaz bir türlü” diye yakınır, bir yandan da “C’est la vié” (İşte hayat) derken, herkeslere hep kızıp, herkesleri hep severken, hep yakın olsun istediklerimin hep uzaklarımda olduğunu, uzaklarda olmasını istediğim hiç kimselerin ise aslında olmadığını şaşkınlıkla farkederek yaşamaya çalışırken…

İşte olmak istediğim tek yer: bir HAMAK üstü..

3 Günlük Prag Seyahatim..

Yukarıdaki başlık, Kahve Molası Dergisi’nde, 3. sayıda çıkan gezi yazımın başlığı oluyor. Dün, rahatsızlığım sebebiyle ofise gelememiştim; ama dergim gelmiş.! Bugün sabah sabah masamın üzerinde görünce çok heyecanlandım, hemen çevirdim sayfaları ve bayıldım:)) İnsanın eserini eline alması ne güzel tanrım!

Aslen Kasım ayında yazılmış bir yazı, yani sonbaharın en soğuk ayının sonunda. Ben bu yazının Kahve Molası’nın online dergisinde yayınlanmasını umarak yollamıştım o dönemde. Derginin editörü sayın Cem BATUR, basılı bir dergi için hazırlandıklarını, bu detaylı gezi yazısının da arzu edersem geç bir tarihte de olsa, basılan dergide yayınlanmasının hoş olacağını söyledi. Ben de balıklama daldım tabi böyle bir habere. İyi ki de dalmışım. Bekledim bir miktar, ama değdi.

bu linkten sipariş vererek dergiyi edinmeniz gerekiyor.

Bu ilk gezi yazım yayınlanan, ama sonuncusu değil kesinlikle bunu biliyorum:))