02 Mayıs Çarşamba günü mis gibi bir uçak yolculuğu ertesinde saatlerimiz Lizbon saati ile 11.00‘i gösterirken biz çoktan valizleri almış, pasaport kontrolünden gayet hızlı bir şekilde geçmiş, alanın dışında bekleyen taksi sırasına girmiştik bile! Lizbon Havaalanından şehre taksi ile yaklaşık 20 dakikada ulaşabiliyorsunuz. Biz dört kişi olduğumuz için taksi tutmak çok mantıklı oldu. Taksimetre hepi topu 9-10 Euro gibi bir ücret yazdı. Üzerine valizlerimiz için eklenen 4 Euro ile toplamda 14 Euro‘muzu verip evimizin kapısınin tam önünde indik.
Evi teslim alma saatinden çok önce orada olduğumuz için valizleri antreye bırakıp kendimizi hem bir şeyler içmek, hem de yerel tatlarla biran önce tanışmak için dışarı attık. Lizbon’u gezmek için yaptığım planda temelde dört ana bölge için rotalar oluşturmuştum. Bunlar:
1- En eski ve bol yokuşlu olan, Sao Jorge Kalesi’nin çevresinde şekillendiği, muhteşem Lizbon Katedrali’nin dibindeki evimizin de yer aldığı ALFAMA Bölgesi,
2- Alfama’dan batıya doğru giderken paralelinde yer alan, birçok turistik aktivitenin, restoranların, alışveriş için dükkanların (H&M, Pull&Bear, Adidas, Tiger, Zara vs) yer aldığı BAIXA-CHIADO Bölgesi,
3- Gece hayatının canlı olduğu, meşhur dedikleri ama bizim “Bu muymuş meşhur?” diye baka kaldığımız Pink Street‘in de yer aldığı, barların bolluğu ile ilgilisine hitap eden, pek bohem BAIRRO ALTO Bölgesi,
4- Evimizin bulunduğu yerden takribi 10 kilometre uzaklıkta bulunan ve tren/tramvay ile gidilmesi salık verilen BELEM ve ALCANTARA Bölgesi.
Evimizi tamamen teslim alana dek sokaklarında biraz dolanıp, yokuşlarını test ettikten sonra daha önce haritada işaretlediğim; gayet lokal bir esnaf lokantası ayarındaki O’Eurico‘ya çöktük. Burası oldukça ucuz, oldukça salaş, bilenin gelip yemek yediği, porsiyonların gayet kocaman olduğu ve geleneksel Portekiz yemeklerini en iyi şekilde deneyimleyebileceğiniz bir aile işletmesi (Seyahatlerim öncesi mutlaka göz attığım SpottedbyLocals web sitesinden ulaşmıştım kendisine) !
Bu noktada bir es verip Lizbon’a, bizim gibi, özellikle yeme-içme keyfini doyasıya yaşamak için gitmek isteyenlerin bilmesi gereken bazı şeyleri maddelemek isterim:
- Denenmesi gereken lokal lezzetler: Mevsimi ise taze sardalya, değilse bile her yerde konservesi mevcut. Bacalhau dedikleri ringa balığından yaptıkları çeşitlemeler, ringa balığı ile yaptıkları empanada denilen minik börekçikler ve yine ringa balığından yapılan kızartılmış balık köftesi. Gördüğünüz gibi burada bol bol balık ve deniz ürünü yiyeceksiniz! Biz farklı yerlerdeki denemelerimiz sonucunda bu ringa balığını Bacalhau diye adlandırılan şekliyle yemekten haz etmedik. Gayet lezzetsiz ve sası bir balık. Tavsiyem börekçik ve köfte şeklinde, atıştırmalık halinde yemeniz. Bunların dışında ahtapot, karides, deniz ürünlü risottodan yürüyün 🙂 Bir de tabi denenecek lezzet olarak meşhur Pasteis de Nata adında bir tatlıları var ki, onunda nerede en iyisi olduğunu aşağıda yeri geldiğinde yazacağım.
- Denenmesi gereken lokal içecekler: Vinho Verde dedikleri taze şarapları, ki beyazını tercih ettik, bir nevi şampanya gibiydi 🙂 Ginjinha adında shot şeklinde içtikleri yabani vişne likörü, ve aslen şarap değil likör olan meşhur Porto şarabı.
O’Eurico‘da ortaya bir klasik Bacalhau, bir de içerisinde börekçiklerin bulunduğu aperetif/atıştırma tabağı, bir şişe de beyaz Vinho Verde söyledik. Suyumuz ile birlikte toplamda ödediğimiz ücret 26 Euro oldu! Porsiyonlar gayet bol ve tüm söylediğiniz şeylerin yanında bolca patates kızartması geliyor. Burada pek alışık olmadığımız bir uygulamaya da dikkat çekmek istiyorum yeri gelmişken: Portekiz’de masanıza gelen ekmek, su, kuver ürünlerinin hepsi ücrete tabi. Eğer istemiyorsanız masanıza getirmelerine rağmen geri gönderebilirsiniz.
Yemek sonrası biraz daha tepelere doğru yol almaya karar verip, meşhur Sao Jorge Kalesi‘nin civarına ulaştık. Buralarda çok fazla hediyelik eşya satan dükkan, minik kafe-barlar var. Ayrıca Lizbon’un da İstanbul gibi yedi tepe üzerinde kurulmuş bir şehir olmasından mütevellit o tepe noktalarından şehri seyredebileceğiniz seyir terasları; Miradouro’lar oluşturulmuş. Gitmeden önce okuduğum tüm referans bloglarda gün batımı saatlerinde özellikle bu seyir teraslarında yanınıza içeceklerinizi alıp manzara seyrine hazır bulunmanızın hayırlı olacağı belirtilmişti. Gün batımı saatlerinde genelde evimizde veya sahilde idik, ama seyir teraslarının keyifli ve gayet fotojenik yerler olduğunu; mutlaka birkaç tanesine çıkmanızı ben de salık vereceğim 😉 Biz sıklıkla dönüp dolaşıp Miradouro das Portas do Sol ve hemen yakınlarındaki Miradouro de Santa Luisa‘da bulunduk.
İlk günün yorgunluğu sebebi ile evimizin yakınındaki bir yerde akşam yemeği yemek istedik ve bu sayede nefis, kesinlikle gönül rahatlığı ile önerebileceğim bir yer keşfettik: Le Petit Cafe Restaurante! Akşamüstü saatlerinde canlı müzik de var ve Lizbon’daki en iyi canlı müzik mekanlarından biri imiş kendisi 😉 Açık havada oturma şansınız da var. Biz, sonraki günlerde soluklanıp bir kadeh içmek için dışarıyı, yemek yemek için ise iç mekanı deneyimledik. Kafa karıştırmayan, az ve öz içerikli menüsü ile de kalbimi kazanan Le Petit Cafe’de nefis bir tabak ile akşamı tamamladım: Portekiz usulu ahtapot! Denemeyen kalmasın lütfen 😉
Evimizin hemen yakınlarında bir market keşfettik ve peynir, kahve, şarap, ekmek gibi temel ihtiyaç malzemelerimizi buradan aldık 🙂 Bir sabah peynir ve kızarmış ekmek-kahve şeklinde evimizde kahvaltı ettik, ama sonraki günlerde hepimizin de bir dönem en sevdiğimiz mekan olan Paul Cafe‘yi bulunca başka bir yere de gitmedik. Lizbon’da alıştığınız anlamda bir kahvaltı servisi elbet bulamayacaksınız. Bol bol tatlı/şekerli pastacıklar ve kahve ile kahvaltı ediyorlar. Ben de özellikle Türk Kahvaltısı diye tutturmam, ama kahvaltıda çeşitlilik severim. Bu sebeple Paul Cafe’de bir sabah kruvasan, bir sabah peynirli/jambonlu tost, bir sabah mozerella/domatesli sandviç şeklinde farklı ürünler ile kahvaltı sorunsalına çözüm bulabildik. Bizim Paul meşhur Rua Augusta Caddesi üzerinde ve dışarıdaki masalarda oturup etrafı seyrederek, mis gibi havada kahvaltı etmek pek güzeldi 🙂
Lizbon’u gezmeye başlangıç noktası olarak önerilen Praça do Comercio‘nun göbeğine kurulan Eurovision Köyü, güvenlik çemberi ve yüksek volüm müzik sebebiyle bu meydanın çevresinde fazla vakit geçirmedik; sadece bir yerden bir yere geçerken yöresinden yürüdük. Lakin çok güzel ve yan yana, sıra sıra açık hava mekanlarının bulunduğu bu yerde özellikle akşam saatlerinde bir içki molası vermek çok da güzel olurdu diye düşünmeden edemedik! Biz yapamadık, siz yapın bari diye not düşüyorum 😉 Bu meydandan arkanızı denize verip yaklaşık 700-800 metre kadar yürüdüğünüzde diğer büyük ve ihtişamlı meydanı Rossio‘ya çıkabilirsiniz.
Bölge bölge yürüyerek arşınladığımız Lizbon sokaklarında gördüğümüz tüm tarihi anıt, kilise ve müzelerin hikayelerini sevgili Tolu’dan esprili bir şekilde, kahkahalardan kıvranarak dinledik 🙂 Ama hiçbir yerin içine de girip gezmedik! Çünkü bizim için bu seyahat daha çok gastronomik açıdan ve bir arada olmamızdan sebep özeldi. Bu nedenle rotayı yine “denenmesse hatırım kalır“vari bir mekana çevirmek istiyorum: Manteigaria! Burası yukarıda bahsettiğim meşhur Pasteis de Nata tatlısının bizce oy birliği ile en güzel yapıldığı yer olduğuna karar verdiğimiz mekan! Ufak bir yer, sıra var evet; ama tatlınızı buradan alıp hemen karşısında yer alan Praça Luis de Camoes’ya gidip, pek güzel ağaç altı bir yere oturup, burnunuzun dibindeki kiosktan satın alacağınız kahveniz eşliğinde bir soluklanın bence 🙂 Belem tarafında yediğimiz, hatta Belem Tatlısı adını alacak kadar onlarla bütünleşmiş tatlıyı ise biz iki numaraya oturttuk. Manteigaria’dakinin hamuru daha çıtır çıtır, ağızda dağılan cinsten, kreması daha hafifti. Bu arada bu tatlıların tanesi her yerde 1 Euro.
Tatlıları yedikten sonra yine yollara düşüp bir çok yer gezip, Hard Rock Cafe‘ye uğrayıp (olmazsa olmaz benim için) Lizbon tshirtü aldıktan sonra sıra meşhur yabani vişne likörünü tatmaya gelmişti. Şehirde birçok yerde bu lezzeti tadabileceğiniz gibi, en çok önerilen bu tarihi ve minnak; 1840’dan beri el değmemiş şekliyle duran dükkanı da listenize alabilirsiniz : A Ginjinha. Dışarıda adam başı 2’şer shot yaptıktan sonra gezimize gayet gülümseyerek devam ettiğimizi de ayrıca eklemek isterim 🙂
Yemek açısından şanslı olduğumuz bir gün daha yaşadık bu güzel likörlerin üzerine. Biraz yol yürüdük, birazcık da yorulduk; ama değdi. Neresi miydi burası? Tabi ki efsane Cervejaria Ramiro! Anthony Bourdain‘den, canımız Ayhan Sicimoğlu‘na dek burayı ziyaret etmeyen kimseler kalmayınca, hani derler ya farz oldu Ramiro‘da bir yemek yemek. Kaldı ki hepimizin deniz ürünleri, böcekler ve kabuklularla arası gayet iyi. Gayet şanslı bir saat dilimine denk gelmişiz ki (Saat 15.00 civarı idi), sadece 10 dakika kadar bekledikten sonra tıklım tıkış dolu olan mekanda masamıza yerleşebildik! Bulunduğu bölge hiç de turistik olmamasına rağmen evet turistik bir mekan haline gelmiş. Hani “duyan geliyor” cinsinden bir yer, adamlar ne yapsın? Lakin yediğimiz her şey, buna adamların kuver diye getirdikleri tereyağlı sıcak ekmekleri de dahil enfesti! Fiyatı biraz pahalı gelebilir diğer önerdiğim yerlere göre. Ama burada yiyeceğiniz her deniz canlısının fiyatı kilo üzerinden hesaplanıyor. Biz aşağıda gördüğünüz soğuk yenilen koca bir yengeç (ki kendisini yiyebilmek için masanıza çekiçler ve tığ benzeri aletler de getiriyorlar) , ikişerden dört parçaya ayrılmış sıcak kral karides (giant prawn) ve mekanın en beğenilen yemeği olan sarımsaklı karides’ten iki porsiyon söyledik. Yanına bir şişe güzel bir şarap ile birlikte toplamda (bahşişi içinde) 120 Euro ödedik! Bu arada menülerinde Türkçe alternatifi de mevcut!
Akşamları Tejo nehri kıyısı, özellikle Cais do Sodre tren ve metro istasyonun bulunduğu Praça Europe’un olduğu yerde sahilde ve Praça da Comercio‘nun kıyısında yer alan Cais de Favorita’da insanlar içeceklerini alıp yayılıyor. Cais de Favorita’da şezlonglar da var uzanabileceğiniz. Manzaranız da meşhur 25. Nisan Köprüsü ve nehirden geçen yelkenli ve tekneler eşliğinde tam karşı yakada görebileceğiniz kocaman bir İsa Heykeli!
Yeme – İçme anlamında Madrid, Barselona ve Amsterdam’da da şahit olduğum, benim çok sevdiğim bir konsept olan kocaman, ya bir fabrika’dan, ya da eski bir tren istasyonundan, bir halden bozma yemek pazarı şeklindeki “Market“lerden birine de Lizbon’da rastladık: Time-Out Market! Mercado da Riberia olarak bilinen Lizbon’un en eski et, meyve, sebze, balık, çiçek satıcılarının yer aldığı büyük bir pazar ile 2014 yılında açılan Time-Out Market dib dibe hizmet veriyor. 24 restoran, 8 bar ve bir kocaman canlı müzik mekanı var. Lizbon’un en iyi sushi, en iyi hamburger ve etini burada deneyimleyebileceğinizi garanti ediyorlar. Akşam saatleri (Lizbon halkı 20.00 civarlarında akşam yemeği peşine düşüyor) özellikle ana-baba günü gibi; oturmayı bırakın yürümeye yer bulamıyorsunuz. Biz bayağı oturmak için savaş verip “prego” denilen meşhur sandviç denemesi için O Prego da Peixaria‘da karar kılıp leziz ekmekleri ve bonfile ile hazırladıkları gayet doyurucu sandviçlerimizi afiyetle yeme şansı bulduk bir akşam. Gündüz vakitlerinde, belki bir öğlen yemeği için gitmeniz daha uygun sanki.
Evimizin yakınlarında yer alan bol ödüllü Maria Catita, dışarıda bir miktar sıra bekleyerek içeri alınacağınız; sıra beklerken size şampanya ikram eden, gördüğüm en tatlı, güleryüzlü ve sevimli garsonları ile kalbimizde taht kuran bir yer olurken, uzun uzun yazamasam da şunlar için uğrayın diyebileceğim birkaç yeri daha şöyle bırakayım:
- Benim gibi cin tonik sever iseniz mutlaka Gin Lovers Principe Real,
- Kokteyler için The Good The Bad The Ugly,
- Mutlaka içini görüp bir şeyler için diyebileceğim Pensao Amor,
- İllaki 3. dalga kahveci ve yumurtalı kahvaltı diyenleriniz için The Mill, Hello, Kristof ve merkezi olmasa da Copenhagen Coffe Lab,
- Şarap eşliğinde peynir-şarküteri, hoş bir ambians isterseniz ByTheWine
- Tesadüfen bulduğumuz, meğer işleri en leziz hamburger ve patatesleri yapmak olan Lateral Cais Sodre,
- Enteresan, böyle hipsterların takıldığı marjinal, renkli, duvar resimleri ile dolu olan hem bir şeyler yiyip içebileceğim, “ah bizde de olsa keşke” deyip, hem de koluma bileklik, evime kitap, üzerime vintage giysi, hediyelik eşya alabileceğim bir yer göreyim diyenleriniz için ise 23 bin metre karelik eski bir kumaş fabrikasından evrilmiş, yeme-içme, sanat ve eğlencenin bir arada bulunduğu LX Factory diyorum 🙂
Bütün bu yeme ve sürekli bir yerlerde durup bir şeyler içerek şükretme seanslarımızın arasında elbette Lizbon’da görülmesi gereken tüm turistik yerlerden nasibimizi aldık. Tüm meydanlar, kuleler, anıtlar, müze vs gibi. Ama daha önce bahsettiğim gibi mesela upuzun kuyruklarda sıra bekleyerek Belem Kulesi’nin, Santa Justa Asansörü’nün tepesine çıkıp Lizbon’a bakmak pek makul gelmedi bize. Ayrıca maddi açıdan da toplamda ikisine ödeyeceğimiz ücretle bir tabak deniz ürünlü risotto ya da iki kadeh şarap içmek daha bizlik gibiydi 🙂 Ücretsiz ve özgür, sıkışmadan, sıra beklemeden de Lizbon’u tepeden göreceğiniz bir sürü yer, seyir terası, cafe ve park mevcut! Bu tür turist kapanları beni oldum olası sinir ediyor!
Belem‘e gitmek için Cais do Sodre tren istasyonunu, Sintra‘ya gitmek için Rossio tren istasyonunu ve Porto gezimize başlamak için de Santa Apolonia tren istasyonunu kullandık. Hayır, çok yazılıp çizilmesine, önerilmesine rağmen tarihi 28 numaralı tramvay ile şehir gezisi yapmadık. Niye? Çünkü nispeten turistsiz bir mevsimde bile minicik tramvayda sıkış tepiş insanlar vardı. Kalabalıkta kollarını kurtarmaya çalışıp fotoğraf çekmeye çalışıyorlardı! O şekilde göreceğimize tabanvay kullanmak daha makul geldi.
Su konusuna da değinmek istiyorum. Bilen bilir ben çok su tüketiyorum. Lizbon da musluktan suyu kana kana, rahatça içebileceğiniz bir şehir. Yanınıza bir şişe su alıp musluklardan doldurmak mümkün. Biraz da bazı fiyatlara değineyim. 4 kişi Belem’e gidiş-dönüş tren bileti için 12 Euro, Porto’ya kişi başı gidiş-dönüş 31 Euro ve Sintra’ya sanırım toplamda 20 Euro verdik. Biz VivaGem kartı kullandık Sintra ve Belem için. Ama şiddetle önermek isterim ki; eğer bizim gibi çok fazla yürüme taraftarı değilseniz, ücretsiz ulaşım için kullanacağınız, turistik bir sürü mekana, müzeye oldukça indirimli girip gezebileceğiniz Lisboa Card satın almalısınız. Biz Lizbon’da dolu dolu 3 gün geçirdik ve 3 günlük Lisboa Card satın alırsanız bizim gezdiğimizden daha çok yer görebileceğinizi ve daha az yorulup zamandan kazanacağınızı garanti ediyorum! Fiyatı 40 Euro civarı idi!
Sanırım bu kadar Lizbon’a dair benim söyleceklerim. Fado konusunu sormadan siz ben o konuya da açıklık getireyim yazıma son vermeden önce: Biz pek Fado sever bir grup değildik. Ayşegül daha önce Lizbon’da güzel bir Fado gecesine katıldığı ve aramızda en Fado seven kadın kendisi olduğu için bu defa da gidelim diye ısrar etmedi sağolsun. Alfama sokaklarında akşamüstü dolaşırken zaten bir sürü mekandan gelen şarkıları dinleyerek gezindik, bu da yetti bize! Ayrıca kaldığımız evin yanında kocaman bir Fado klubü de mevcuttu, bir gece gayet güzel bir konsere tanık olduk.
İstanbul gibi, biraz San Francisco gibi, bol yokuşlu, cıvıl cıvıl, güneşli, binaları farklı çiniler, bazı bölgelerindeki duvarları, sokakları duvar resimleri ile kaplı, 1755 yılında önce 9.0 şiddetinde bir deprem, üzerine seller, yangınlar atlatmış, halkının yarısını kaybetmiş, neredeyse sil baştan yeniden inşa edilmiş bu güzel şehirde geçirdiğimiz günlerden çok memnun ayrıldık biz. İnsanları da sıcak ve güleryüzlü idi genel olarak. İngilizce anlıyorlar ve iletişimde pek sorun yaşamadık. Parklarında, nehir kenarında yayılarak keyif yapabileceğiniz, güzel yiyip içebileceğiniz, kendinizi gerçekten de özgür hissedebileceğiniz şehirlerden Lizbon. Bizim için rengi –mavi ağırlıklı çinilerine rağmen– sarı-portakal rengi. Tadı, kesinlikle tatlı ve bazen tarçın, bazen taze yıkanmış çamaşır bazen de deniz gibi kokuyordu:)