Brüksel’de teyze ve kuzenler ile vakit geçirdiğimizden bahsetmiştim. Pazar sabahı kahvaltı sonrası, havanın da yağışsız ve ılık olmasını fırsat bilen ailemiz bizi çok sevimli ve özel bir yere götüreceklerini söylediler. Araba ile, hafif bir trafiğin de olduğunu göz önünde bulundurursak, yaklaşık 2 saat sonra kendimizi “Dünyanın en küçük şehri” ünvanını elinde bulunduran Durbuy‘de buluverdik!

Hakikaten de minnacık bir yer Durbuy. Arabanızı park ettiğiniz noktadan tam bir daire çizerek başladığınız noktaya dönüşünüz yarım saati bulmaz. Ama gelin siz en az birkaç saat verin kendinize. Zira öyle masalsı, görsel açıdan o kadar büyüleyici bir yer ki bu minik şehir neredeyse her adımda fotoğraf molası vermeden, güzelliklerine dalıp dalıp gitmeden, bünyeye içerisinde bulunduğu muhteşem doğanın havasını çekmeden ayrılmanız pek mümkün değil 🙂 Hatırlar mısınız bilmem, bundan 3 yıl önceki usin99days maceramızda Carmel‘i yazmıştım şurada ve kendisinden “Rüya Şehir” diye bahsetmiştim. İşte Durbuy, bence Carmel’in Avrupa kıtasında bulunan –gördüklerim arasında elbet– bir benzeri.

14. yy’da inşa edilmiş şehir duvarları, taş evleri, arnavut kaldırımları, sevimli şatosu, rengarenk çiçekleri ve yemyeşil doğası ile Belçika’nın Valon bölgesi Durbuy’da geçirdiğimiz birkaç saatten çok keyif aldık biz. Belçika seyahatimizin bonusu oldu resmen 🙂 Bu minnacık şehrin bir tane yerel bira imalathanesi (Brewery), kendisinin dünyanın en küçük şehri olması ile tezat oldukça büyük ve zengin bir budanmış ağaç parkı (Topiary Park), o güzelim doğada serbest gezen, mutlu mesut ve besili büyük ve küçükbaş hayvanların varlığı sebebiyle de oldukça lezzetli ve bununla övündükleri şarküteri ürünleri var. Her birini deneyimledik tabi. Övündükleri kadar olduğuna kanaat getirdik.

Eğer Belçika ve Lüksemburg civarlarında gezinecekseniz mutlaka listenize bu minnacık ama muazzam şehir Durbuy’i alın.