Bu Cuma’nın hikayesi 2004 yılında Kahve Molası‘nda yayınlanan, ama benim çok önceleri yazıp bir kenarda bıraktıklarımdan birisi.. Son günlerde Hain Adam MR. TD‘nin anlata geldiği Paris macerlarına ve bununla birlikte canlanan anılarımıza ithafen:))
Keyifli hafta sonları dostlar..
Mon deuxième jour à Paris(Paris’de İkinci Günüm)
Hep aynı görüntü zihnimde…
Arnavut kaldırımlı ıslak sokaklar, bazen ince ince bazen hızlanan devinimiyle yağan yağmur, nemli bir hava… Her defasında aşağıdaki rengarenk şemsiyelerden oluşmuş bir örtü üzerinde güneş, başını uzatmaya çalışır bulutların arasından..Nafile bir çaba..! Burada bulunduğum on beş koca gün boyunca, sadece bir defa izin verdi bulutlar güneşe yüzünü göstermesi için. Geri kalan on dört gün boyunca hafif karanlık, soğuk değil ama ılık bir havada; muhteşem bir mimarinin ve ona bağlı bilmem kaç yüz yıllık bir tarihin eşlik ettiği, bol kahve molalı günler geçirdim burada. Paris’te..
Aşıklar için ideal bir kent tanımlaması yapılır Paris için. En büyük hayalim de burada, sevdiğim adamla beraber olabilmekti zamanında. Eiffel’e beraberce çıkmak, Seine nehrindeki gezinti teknelerinde el ele oturmak, Montmarte’dan aşağıya doğru inerken beraberce birkaç sokak ressamı ile tanışmak, belki de resmimi yaptırtmak. Gerçekleşmesi çok zor görünürdü, kısmen öyle de oldu. Ben gittim gitmesine Paris’e, ama sevdiğim adamı burada bıraktım. Üniversite hayatımın tamamını birlikte geçirdiğim, çok sevdiğim, akıllı ve yakışıklı bir adamı okul bitince bırakıverdim. Paris’i görme şansım doğduğunda da aklıma aylar sonra ilk defa geliverdi. Onsuz gezdim sokaklarda, ama sonra o bunları fazlasıyla telafi etme şansı yakaladı. Neyse, konumuz eski aşkım değil; konumuz ebedi aşkım PARİS. Daha doğrusu Paris’deki ikinci günüm!
Küçüklüğümden beri Paris şehrine inanılmaz, gözle görülür ve heyecan verici bir hayranlığım vardır benim. Paris’i o çok severek seyrettiğim müzikal filmlerden veya teyzemin bize gönderdiği kartpostalvari resimlerden bilirdim ilk: Teyzem ve kuzenim Notre Dame Katedralinin önünde elele.. Kuzenim, elindeki alış-veriş poşetleri ile Champs – Elysées’de gülümserken..Muazzam Arch de Triump ve önünde, yine, bizimkiler. Ama her fotoğrafta ilk dikkatimi çeken şey şu ıslak ve tarih kokan arnavut kaldırımları olurdu. Arnavut kaldırımları nasıl tarih kokar mı diyorsunuz yoksa? Öyle bir kokar ki hem de, ta resimden çıkıp burnunuzun direğini sızlatır. Ta o zamandan belliymiş, benim yıllar sonra sosyoloji okurken en sevdiğim ve etkilendiğim dersin “Sosyoloji Tarihi” olacağı…Bu Sosyoloji Tarihi dersinde deEnlightment-Aydınlanma denilen dönem sonrası yaşanan Fransız Devriminin bu kaldırımlar üzerinde başlayacağı..
…..
Elimde şemsiye ile sokaklarda yürümeye başlamıştım. Hiç unutmuyorum ikinci günümdü. Yağmur yine hafif hafif çiseliyordu, sabahın erken saatiydi daha. Kendime söz vermiştim; Paris’de kaldığım her güne sabahın erken saatinde başlayacak, kahvemi her gün sabah farklı bir café de içecek, her gün farklı bir fırından croissant alacak, her gün farklı bir kaldırım taşını arşınlayarak sokaklarda kaybolacaktım. İşte ikinci günümde de böyle kaybolma arzusu ile evden, Boulevard De Sebastapol’de bulunan kaldığım evden çıkmış, aşağıya Seiné Nehri kıyısına kadar sürecek planlı yürüyüşüme başlamıştım. Aklımdan geçenleri net hatırlıyorum: Kıyıya en yakın, ilk gördüğüm kahveye oturacaktım. Derin derin içime çekecektim kahve kokusunu, sonra da elime kalemimi alıp, aklımdan ilk geçen şeyleri masanın üstündeki peçeteye yazacaktım. Bu sayede tatilim bittiğinde elimde on beş peçete, o peçetelerle beraber aklımdan geçmiş olan on beş değişik düşünce, on beş farklı cafénin on beş değişik kahve kokusu ve on beş çarpı bilmem kaç tane farklı chanson (şarkı) olacaktı. İkinci günümün ilk cafési bir bistro “Cosy”, ilk kahvesi caffé latte, ilk düşüncesi “Sanırım bunun gerçekleşebileceğini hiç tahmin etmemiştim. Gözümde canlandırdığım gibi bir yerdeyim, hava ve hatta ıslak kaldırımların kokusu bile aynı canlandırdığım gibi. Bugün harika geçsin. Planım, Louvre Musesinin önünden aşağıya o muhteşem bahçelere inmek, oradaki çiçekleri koklamak, o bahçelerde ıslanmakJ”ve ilk chansonu, adının Jacques Brel olduğunu oradaki garsondan sonradan öğrendiğim muhteşem sesli adamın en bilinen şarkısı: Ne me quitte pas! (beni bırakma) oldu.
Kahve faslı bitti, ben yürümeye devam ettim. Elimde harita, haritada işaretlediğim bir sürü kırmızı yuvarlak. En kocamanının içinde yemyeşil bir bahçe var. İşte ben o bahçede, ve ondan sonrakinde geçirmeyi planlıyorum tüm günümü..Muhteşem Louvre’un önündeyim. Kalabalık. İnsanlar, dünyanın her yerinden geldiği belli, her ırkı temsilen bir sürü insan. Louvre’un önünde, onun muhteşem ve göz alıcı mimarisi ile birlikte tezatlık oluşturduğu söylenegelen Cam Piramit. Önünde resim çektiriyorum hemen. Sevimli bir Japon çiftten rica ediyorum fotoğrafımı çekmelerini..Anlaşmakta zorlanıyoruz, çünkü İngilizceleri malum! Ne kadar da ufaklar. Bana bile ihtişamlı gelen bir sürü şey, yapı, Piramit kim bilir onlara nasıl geliyordur diye düşünüp, gülümsüyorum hafiften. Sonra da onlar benden istiyorlar fotoğraflarını çekmemi. Kabul ediyorum hemen ve vizörden bakıp, gerekli ayarlamaları yapmaya, onları kadraja orantılı bir şekilde yerleştirmeye çalışırken…Birden görüntünün sol tarafında bir adam görüyorum. Çok uzun boylu ve bembeyaz saçları var, ama yaşlı değil..Adam, Albino! Elinde kocaman bir demet sarı gül var. Dikkatimi ilk çeken aslında işte o güller. (Güllere bayılırım zira) Adam, kucağındaki bir demet çiçeğe sıkıca sarılmış ve başını yukarıya kaldırarak konuşuyor. Sonra gülmeye başlıyor kahkahalarla ve başını sağa sola sanki “olmaz” anlamında sallayarak yürümeye başlıyor. Bu arada bana el sallayan Japon çifte odaklanıyorum ve fotoğraflarını çekmek için makinanın tuşuna basıyorum.. Teşekkür faslı, yine vücut dilimizle anlaşıyoruz. Makinayı onlara verip, hemen gözlerimle adamı arıyorum.
Adamı bulmam zor olmuyor, çünkü çok uzun! Yavaş yavaş, neden olduğunu bilmeden,garip bir şekilde adamı takip etmeye zorluyorum kendimi. Yavaş adımlarla, sakin bir şekilde yürürken, sağa sola bakmaya ve sanki yakınlarında biri varmış gibi konuşmaya devam ediyor. Biraz hızlanıp hangi dilde konuştuğunu duymaya çalışıyorum. Adam tam ben yanına yaklaşmışken “Thank God! You’re so merciful” diyor yine gülerek…! “Çok merhametlisin Tanrım” mı? Nasıl yani? Ne demek ki bu? Yok canım, adamın elinde bir demet sarı gül, Tanrı ile sohbet edecek hali yok ya..Niye olmasın, belki akli dengesi bozuk bir adam. Belki de sevgilisi ile burada buluşmak için sözleştiler; ama kadın gelmedi. O da isyan ediyor ve Tanrıya kızıyor kendince, alay ediyor bu durumla belki de…Adamda bir tuhaflık var. Sanırım kendi kendine konuşmasından çok, bu ne olduğunu anlayamadığım tuhaflık yüzünden onun peşine düşme işine giriştim diye düşünüyorum. Haritamda işaretlediğim büyük, yeşil parkın içine giriyoruz. Hafif hafif yine yağmur çiselemeye başlıyor. Parkın ortasındaki havuza düşen yağmur damlaları gittikçe büyüyen dairesel hareketlere neden oluyor. Adam, havuzun kenarına geliyor ve elinde tuttuğu sarı gül demetini havuza bırakıveriyor..Güller dağılarak, havuzun içinde sağa sola doğru yüzmeye başlıyor. Sonra cebinden bir kağıt çıkarıp onu da parçalara ayırıyor; çok değil sadece önce ortadan ikiye, sonra da onu birleştirip tekrar ikiye bölüyor..Kağıtlarda suyun içinde artık..Tanrım, acaba ne yazıyor o kağıtta?
Ellerini arkasında birleştirerek sırtını bana dönüp, yürümeye başlıyor adam. Sırtı dimdik, başı dik..Saçları bembeyaz..Havuzun kenarına yaklaşıyorum ve kenara yakın duran kağıt parçalarından birini almak için eğiliyorum. Bir tane de sarı gül alıyorum sudan. Yağmur hızlanıyor. Kağıttaki mürekkep akmış ne yazık ki. Biraz zorlanarak bir kısmını okuyabiliyorum: Alain will come to see u gibi birşey…Alain seni görmeye gelecek.. Sanırım Alain adında bir adamla buluşacaktı, elindeki sarı güllerde adamın onu tanıması içindi. Ama Alain gelmedi, adam da zamanında buluşma noktasına gelmeyen Alain’e verip veriştirdi havuz başına kadar. Benim duyduklarım da bu serzenişlerdi demek..
…..
O günkü planımı gerçekleştirdim: Akşama kadar o park senin, bu bahçe benim dolaştım, mis gibi çiçekler kokladım, manolyanın ağaçta yetiştiğini de orada o gün öğrendim. Öğrenemediğim tek şey Albino adam, sarı güller, Alain üçgeninde neler olduğuydu.. Bu olayı benim için unutulmaz kılan ne mi oldu? Sanıyorum Paris’deki dördüncü ya da beşinci günümde yine bir café de oturuyordum. Karşı masamda çok hoş bir adam gazete okuyordu. Gazeteden çok adamla ilgilenmiştim önce, ama bir süre sonra gazetenin ön sayfasında surmanşet’deki yazı dikkatimi çekti: Yazı Alain adlı birinin kurban gittiği cinayet hakkındaydı.. Tanrım, keşke o zamanlar Fransızcam daha iyi olsaydı da haberden birşeyler anlasaydım diye düşünürüm hep..Belki Paris’deki ikinci günümde takip ettiğim Albino ve elinde bir demet sarı gül ile beklediği Alain, o Alain’di..Ne demişti Albino; “You’re so merciful, Thank God” Yoksa, Alain bu dünya üzerinden silindi diye mi teşekkür etmişti Albino Tanrıya..”Çok merhametlisin Tanrım” demişti. O gün akşama kadar düşündüm durdum acaba gerçek hangisi olabilir diye? Belki o Alain benim Alain bile değildi.. Ama bu kadar tesadüf filmler dışında başka bir yerde olabilir miydi sahiden? Yoksa bu bir işaret miydi bana, işte fırsat yaz bir senaryo, koy adını da: Mon deuxiéme jour a Paris. Başına ve sonuna neler ekleyebileceğimi ve nasıl bir hikaye çıkarabileceğimi bir düşünün.. Mesela şöyle başlasam……..
dilayra’cım gerçekten de film gibi 1 hikaye olurdu;))
bence buradan tekrardan devam etmelisin…
bu üçgen güzel bir hikaye başlangıcı;)
çok güzel 1 haftasonu dilerim….
İstanbul’a bak benim içinde, gez dolaş eğlen, eğer adaşçığımı görürsen bolca selam söyle keyifli sohbetlere imza atın:))…
paris, hep yanliz oldugum bir sehir..en cok gittigim sehir yurt disinda su ana dek..
yagmurlari karsilar beni de bazen, hatta yazin ortasinda bile ben gittim diye herhalde, yagiverir..
simdi bu yaziyi okuyunca, ben de sokaklari hatirladim..
tek basima yedigim yemekleri, ictigim saraplari, sarhos olup yolunu unuttugum otel odalarini..
paris sevgiliyle de guzeldir kesin ama yanlizken de insana en iyi davranan sehirlerden biri bence..
kulaklarim bosuna cinlamamis demek.Ama benim adresimi yanlis yazmizsin ,http://cafewien.blogspot.com olacak 🙂 ,herhalde hainlik olsun diye.
Paris yazilarimda yakinda gelecek program Eyfel,bunu da burdan aciklmais olayim.hafta sonu yaszmis olacagim insallah.
slmlar
TD
alonsonun kazanacağı belliydi, normal yollarda ferrari falan üstüne yok tamam ama f1 denince renaulttan başkasını tanımam, yaklaşık 10 yıldır takip ederim ben f1’i , renault o kadar sene üstüste şampiyon olunca yarışlardan çekildi “daha iyisini yapmalıyız” diye…o kadar eskiyi bilmiyorum ama benim hatırladığım bizim ilk araba renault 12 nin arka camında bile “formula 1 dünya şampiyonu” diye sticker vardı, araba 74 modeldi,düşün artık :))