Kişisel Notlar Konulu Yazılar

Sporu İhmal Etmiş Olabilirim!

Ama güzel yürüyorum buralarda da ben!

En çok Twitter‘da söyleniyorum havasına bu şehrin! Alışamadım. Dördüncü haftanın içerisindeyiz, velakin değişen bir şey yok. Havayı nadir güzellikte bulduğum zamanlarda hiç vakit kaybetmeden kendimi dışarıya atıyor, yürüyor, yürüyorum. E, şehir de başlı başlına yokuşlardan oluşmuşsa, gayet güzel spor yapıyorum diye kendimi avutabiliyorum. Geçenlerde evimizin bulunduğu Taylor Caddesi’nden yukarıya doğru yürümeye karar verdim. Yukarıdaki fotoğrafta görülen uzun binanın yanındaki bina, bizim bulunduğumuz bina. Caddenin fotoğrafını çektiğim yer “Nobb Hill“. Burada Paris’teki Notre Damme Katedrali’nin bir benzeri olarak inşa edilmiş “Grace Katedrali” bulunuyor.

Katedralin tam karşısında da çok sevimli, minik bir park var. Havayı güzel bulunca cümle alem bir park, bir çimenlik alan bulup yayılıyor zaten. Kimi piknik yapıyor, kimi güneşleniyor, kimi kitap okuyor. Aşağıdaki amcayı da katedralin karşısındaki “Huntington Park“ta güneşlenirken yakaladım 🙂

Parkta biraz dinlenmekle iyi ettiğimi biliyordum, çünkü haritada gördüğüm “Russian Hill”e çıkmak için güce ihtiyacım vardı! Söylenenlere göre, altına hücum döneminde San Francisco’ya sıklıkla Rus denizcileri ve tüccarlar gelirmiş ve bu tepede ölülerine ait bir mezarlık meydana getirmişler. Zamanla mezarlar kaldırılmış ama tepenin adı baki kalmış. Bu tepede güzel bir park var ve oradan “San Francisco Körfezi”ni ve “Bay Bridge“i aşağıdaki gibi görebiliyorsunuz.

Ayrıca tepeden meşhur “Alcatraz Hapisanesi”nin bulunduğu adayı da fotoğraf makinanızın zum özelliğini kullanarak bu şekilde görüntüleyebilirsiniz.

Bu bölgede çok güzel kafeler, restoranlar var. Tabi hava güzel olunca dışarıdaki masalarda yer bulmak zor olduğu için, ben de artık tepeden yokuş aşağıya doğru yürüyerek “Fisherman’s Wharf”a gitmeyi ve orada soluklanmayı daha uygun buldum. “Fisherman’s Wharf” ve çevresi ayrı bir yazıyı hak ediyor. San Francisco’nun görülesi yerlerinden biri, o sebeple başka bir yazıda sırf bu bölgeyi anlatmak istiyorum.

“Fisherman’s Wharf”a indikten ve oralarda sahilde biraz güneşlenmeye çalıştıktan sonra tekrar yürüyerek, ama sahil tarafından artık eve yürüdüm ve  6,5-7 km. civarında yol katettiğimi hesapladım evde. Fena değil değil mi? Bu yürüyüşleri haftada birkaç defa yapıyorum, ama bir de koşmaya başlamam lazım tekrardan. Çünkü 29 Temmuz’da katılacak bir maraton buldum. İşte burada! Burada 5k koşmayı planlıyorum. Zaten normalde de 5k’yı rahat koşabiliyordum, bakalım ne haldeyiz?

 

Yeme-İçme, Keşfetme!

Her seyahatimizden önce yaptığımız en derin araştırmalar, ağırlıklı olarak hep o şehrin yerlisi insanların gittikleri, yedikleri, eğlendikleri yerler/mekanlar üzerine kurulu olur! Turist olmaktan hiç haz etmediğim için bu şekilde bir miktar kendimi avutuyorum sanıyorum 🙂 Tabi ki her zaman yerli halkın tercih ettiği yerleri/mekanları bulamayabiliyoruz. Özellikle zaman kısıtlıysa. Ama bizim şu anki durumumuzda böyle bir kısıtımız olmadığı; üstüne üstlük, ya burada master/doktora yapmış, ya da yıllardır burada çalışan/yaşayan birkaç “yerli” arkadaşımızın varlığı sayesinde San Francisco’da yaşayanlar nerede kahvaltı eder, nerede et-pizza yer, nerede içer, eğlenir, dans eder öğreniyoruz yavaştan. Birden fazla gidip, beğendikçe buradan tek tek hepsini yazacağım.

Bu arada, belki biliyorsunuzdur, lakin Amerika’da yeme-içme konusunda güvenerek kullanabileceğiniz güzel bir uygulama var telefonlarınıza da yükleyebileceğiniz: YELPÇoğu gittiğimiz, ya da gitmemiz salık verilen yerleri buradan buluyor ve yapılan yorumları, ziyaret edenlerin verdiği ipuçlarını takip edebiliyoruz kararımızı verirken.

Bir de bu yazıdaki fotoğrafların kalitesi konusunda ise şunları baştan söylemek isterim:

* Yemeğe oturunca gözüm dünyayı görmüyor.

* Fotoğraf çekmeyi hatırlayınca elim makinaya gitmiyor! Çantadan makinayı çıkarmak yerine elimin altındaki iPhone’u kullanmak kolayıma geliyor.

* Gittiğimiz mekanların çoğunluğu loş ışıklı mekanlar olunca fotoğrafların çoğu da-haliyle- karanlık çıkıyor.

Evet bu itiraflardan sonra gelelim ilk “kesinlikle gidin, görün ve burada yemek yiyin” diyeceğim mekana. Santa Monica’da kaldığımız süre boyunca orada yaşayan arkadaşlarımız İlkiz&Orkun’un özellikle tavsiye ettikleri, bizi götürdükleri; sonradan bir defa da sevgilimle gittiğimiz bir yer: HARA SUSHI. Kesinlikle beş yıldızlık bir mekan. Sushiler gözünüzün önünde hazırlanıyor ve çok lezzetli, fiyatlar oldukça makul ve mantıklı. Ayrıca miso çorbası ve yeşil çaylı dondurma ikramları var. Daha önce hiç yemediğim “crispy salmon” adındaki sushiye ise tek kelimeyle bayıldım. Fotoğraflardaki sırayla; ilk iki sashimi Albacore&Tuna, diğer ikili Tuna Drops ve Crispy Salmon.

Hara Sushi’de fiyat-lezzet dengesi sebebiyle yer bulmak oldukça güç, nereden bakarsanız bakın-akşam saatlerinde ve happy hour’larda- 15-20 dakika beklemeyi göze almalısınız. Servisi oldukça iyi, çalışanlar çok ilgili. Hemen size beklemeniz için bir yer buluyor ve içecek siparişinizi alıyorlar. Hara Sushi’de içkisiz servis yapılan bir bölüm de var. Tahmin edeceğiniz üzere o bölüme sıra beklemeden oturabiliyorsunuz.

Aşağıdakiler de burada bulunduğumuz süre zarfında denediğimiz biralar. Son iki benim favorim (Karl Strauss’un Tower India Pale Ale (IPA) ve Lagunitas’ın India Pale Ale (IPA)), ilkindeki Sapporo Japon birası ve Arrogant Bastard’ın ise ismine bayıldık 🙂

 

San Francisco’ya geldiğimizde ise evimizdeki ilk hafta akşam yemeklerinin çoğu şarap-peynir ve güzel ekmek-kraker üzerine kuruluydu. Allahtan makul sebze-meyve, et-balık marketlerini, pazarlarını keşfettiktte düzene oturttuk akşamları. Peynirler lezzetli, şaraplar bol ve ulaşılabilir fiyatlarda. Ekmek içinse gelmeden önce yaptığımız araştırmalar sonucunda öğrendiğimiz ve “gidilecek” diye not düştüğümüz bir yerden, bir San Francisco klasiğinden ediniliyor artık. San Francisco’nun ünlü ekşi mayalı ekmeğini yapan BOUDIN‘den! Özellikle Fisherman’s Wharf’da bulunan dükkan inanılmaz! Ziyaret edilesi. Ekmekleri yaparken ustalar siz de seyredip, fotoğraflayabiliyorsunuz. Gerçekten özellikle kızartıldığında nefis bir ekmekmiş bu ekşi mayalı ekmek! Normalde ekmek yememeye çalışıyorum, ama burada ipin ucunu bıraktık artık. Spora yükleneceğiz, dengeleyeceğiz 🙂

Boudin’den sonra müdavimi olacağımızdan emin olduğum başka bir yer ise  DELFINA PIZZERIA! Yıllardır sadık okuyucusu olduğum, aynı zamanda bir San Francisco seveni olan Cenk’in o güzel bloğu Cafe Fernando‘daki şu yazıda rastlamıştım ilk Delfina’ya ve hemen not etmiştim bir kenara. Geçen Pazar günü Mission Bölgesi’nde dolaşmaya çıktığımızda önünden geçerken davetkar haline daha fazla karşı koyamadık ve dışarıdaki sıra bekleyenlere karşın iki kişi olduğumuz için içeride hemen yer bulduk kendimize. Çok çok lezzetliydi paylaştığımız Proscuitto’lu ve rokalı pizzası. Sunum, servis, her şey çok güzeldi. İnsanların bir kısmı sabırla neredeyse 20 dakikaya yakın beklediler oturabilmek için. “Kesinlikle gidin, görün, tadın” diyeceğim ikinci mekan da burası; Pizzeria Delfina! Bizim dönene dek birkaç defa daha gideceğimiz belli şimdiden 🙂

Tüm bunların yanı sıra birkaç mekan daha var yazmak istediğim, ama onlar için biraz daha bekleyelim ne dersiniz? Sorularınız ya da önerileriniz olursa lütfen buradan yorum bırakın, ya da eposta atın bana. Paylaşabileceğiniz her şeyi önemsiyor ve merakla bekliyorum 🙂

Harika bir hafta geçirin. Biz dünün 4 Temmuz, Amerika’nın Bağımsızlık Günü olması sebebiyle Marina Bay tarafında oturan arkadaşlarımızın evinde buradaki herkesin kutladığı şekliyle bağımsızlık gününü kutladık: Barbekü, içki, havai fişek! Yedi saatlik muhabbet sırasında devrilen şişeler için bakınız: USin99Days 🙂

 

İki Hafta Sonunda!

*Gün batımında silüeti görülen Golden Gate Köprüsü*

*Arkada silüeti görülen de meşhur hapishanesi Alcatraz!*

San Francisco’da kiraladığımız evde ikinci haftamızı bitirdik. Şimdilik her şey yolunda, keyifler yerinde. Tek alışamadığım ve inatla her gün söylenmekten vazgeçemediğim tek olumsuz şey ise havası! Bu mevsim ve bu ayda benim canım ülkem sıcaklarla boğuşur. Beni bilenler, ılıktan sıcağa yaklaştıkça hava durumu, bu durumdan ne kadar hoşlandığımı ve sesimi pek çıkartmadığımı bilirler. Akrep kadınıyım, ve evet ilginçtir, sıcak severim!  Elbette gelmeden önce arkadaşlarımız ve genel hava durumu bilgilerinden çok aman aman sıcak bir memleket olmadığını biliyorduk San Francisco’nun. Burada yaz-kış sıcaklık farkı 10 derece arasında oynarmış. Ama yine de ben bu kadar olacağını hiç mi hiç tahmin etmemiştim. Bir de o kadar çok rüzgar var ki, zaten geldiğimizden beri zorla 15-17 derece arasında değişen hava sıcaklığı, rüzgarından sebep hiç hissedilmiyor ne yazık ki.

Gelir gelmez iki güzel etkinliğe denk geldik. İlki, aşağıda birkaç fotoğrafını göreceğiniz SF Pride. Tam 42 yıldır geleneksel olarak düzenlenen, San Francisco’nun sosyal anlamda en tanınan ve değer verilen “Gay, Lezbiyen, Biseksüel, Transseksüel Etkinliği”. Yaklaşık 30 yıl önce, filmini de izlediğimiz,  Harvey Milk’in ateşli konuşmalarını yaptığı yeri merkez kabul etmiş ve iki gün süren etkinliğin başlama yeri burası olmuş.

Pazar günü, yani etkinliğin son günü büyük bir geçit töreni yapıldı. San Francisco’nun en bilinen ve merkezi caddesi olan Market Street nerdeyse iki saat boyunca rengarenk geçişe, danslara, müziklere, ilginç arabalara sahne oldu. Bize ilginç gelen ve kesinlikle bizde hayatta göremeyeceğimizi düşündüğümüz sahne ise, San Francisco Polis Departmanı’nın resmi arabaları ve üniformaları içersisinde geçite katılmalarıydı. Yürüyerek arabaların arkasından gelen gay ya da lezbiyen polis çiftler el ele tutuşarak iki saat boyunca yürüyerek herkesi tek tek selamladı.

Daha sonra akşamüstü saatlerini geçirmek üzere 75. yılını kutlayan Stern Grove Festivali‘ne gittik. Öğle saatlerinden itibaren piknik sepetini, örtüsünü kapananın gelip Stern Grove Parkı’na kurulduğu, açılış konserinin özel sanatçısının benim liseden beri sevip dinlediğim Anita Baker olduğu harika bir atmosfere daldık. Ne yazık ki piknik hazırlığımız olmadığı için biz sahne önünde ön grupları ve Anita’yı dinledik su içip 🙂 Ama mesela önümüzdeki hafta Pazar günü San Francisco Senfoni Orkestrası’nın konseri olacak burada. Bu konsere sandviçler, içecekler ve örtümüzle gideceğiz; kaçmaz.

Bu iki etkinlikte de gözlemlerimiz insanların oldukça rahat ve sakin olduğu üzerinde birleşiyor. Kişisel alanlara çok saygılılar. Örneğin hem geçit töreninde hem de konserde herkesin sağında solunda arkasında oldukça boş yer vardı. Bizde olsa muhtemelen o boşluklara üçer, beşer kişi dayanır; sırt sırtayı da geçer iç içe geçerdik herhalde! Kimse itişmiyor, geçerken sağından solundan “Excuse me” diyenin, özür dileyenin sayısını unuttum. Trafik konusu zaten inanılmaz. O konuda tek bir kelime dahi etmeyeceğim. O seviyeye erişmemiz mümkün değil bence!

Tabi yukarıdaki olumlu gelen şeylerin yanı sıra hiç de hoşuma gitmeyen, trafiği bozuk, insanları itiş-kakış olan ülkemde bile “yok artık, bu kadar da değil” dedirten şeylere de şahit oluyorum. Mesela merkezde değil, ama sokak aralarında herkes bir posta kutusu, çöp kutusu, ya da parkmetrelere işiyor. Geldik geleli üç defa şahit olduk bizzat. Zaten geçtiğim her sokak arası sidik kokuyor. Bu kadarı da fazla dedirtiyor hakikaten. Bir de inanılmaz sayıda evsiz insan var sokakta. Çok! Gezdiğim dolaştığım hiçbir ülkede görmediğim kadar hem de! Battaniyeleri sokaklara, kaldırımlara serip yatıyorlar. Alışveriş arabalarında tüm eşyaları, o sokaktan o sokağa çeke çeke götürüyorlar tüm eşyalarını. Arkadaşlarımızdan duyduklarımıza göre daha soğuk olan eyaletlerden otobüslerle buraya evsizler gönderiliyormuş, nispeten daha ılıman bir iklimi olduğu ve San Francisco halkı daha toleranslı, yardımsever olduğu için. Enteresan!

İki haftanın sonundaki genel gözlemlerim bunlar. Bir dahaki yazıya da bu zaman kadar keşfettiğimiz restoranlar ve ilginç gece hayatı tecrübelerimiz olacak. Bu arada 4 Temmuz’da biz de genele uyup bahçede barbekü olayına gireceğiz! Bir çift arkadaşımızın bahçesine davetliyiz yarın. Bakalım neymiş olay 🙂 Harika bir gün diliyorum size. Bu arada arada, daha sık güncellenen usin99days‘e de göz atmayı unutmayın. Orada bir video paylaştık hatta SF Pride’dan. Yeni yeni alışıyoruz video işine:)

 

USin99Days- CARMEL (A Dream Land)

Carmel. Pasifik kıyısında, Monterey sahillerinin güneyinde, San Francisco’ya 120 mil uzaklıkta bir rüya şehri. Yürüyüş ve sörf yapabileceğiniz, sahilinden denize girebileceğiniz, tekne ile kıyısından açılabileceğiniz, o güzel yollarında bisiklete binebileceğiniz bir yer.

Gaspar de Porola, Meksika’lı bir toprak sahibi, 1796 yılında babası keşiş Junipero Serra ile misyonlarına yeni bir zincir ekleme arzusu nedeniyle California sahillerine gelmiş. 1771 yılında Carmel Vadisi’nde misyonlarını kurmuşlar. Burasını seçme nedenlerini ise bolca hasat alabilmek için gerekli olan mükemmel toprak kalitesi ve su kaynaklarına bağlamışlar.

Kültür ve sanat aktiviteleri, konser ve festival etkinlikleri açısından oldukça zengin bir yer Carmel. Yıl içerisinde sayısız organizasyon var katılabileceğiniz. Ayrıca şehrin içerisinde bir sürü sanat galerisi ve müze de mevcut.

Beni benden alan tarafına gelince. İnanılmaz yeşil. Her taraf yemyeşil, ama yeşilin açıktan koyuya her türlü rengini görebileceğiniz bir sürü bitki ve ağaç mevcut. Sarmaşıklar, rengarenk çiçekler de cabası. Evet, Carmel sokaklarının o kadar çok çeşit çiçeğe ev sahipliği yaptığını düşünürseniz o mis gibi kokusuna da bir anlam verebilirsiniz. Her yer rengarenk. O kadar ki sokaktaki her yerin, her dükkan ve restoranın önünün, yanının, bahçesinin ve tabelasının fotoğrafını çekmek için adım başı durur buluyorsunuz kendinizi! Dükkan tabelalarına bir bakın lütfen:

Buralardayken kesinlikle bir defa daha gideceğimiz ve en az bir gece kalmayı planladığımız bir yer Carmel. Üzüm bağlarına sahip oluşu nedeniyle çok güzel şarapları ve şarap tadım evleri de mevcut ayrıca. Umarım siz de biraz olsun Carmel havasını yakaladınız ucundan. Keşke dünyadaki tüm güzel yerleri birlikte görebilme şansımız olsa!

Burada gördüğümüz şeyleri özel yapan aslında doğaya, şehirlerine, sokaklarına, bahçelerine, temizliğe önem veren insanların olması sanırım. Aynı bilinçle büyüyen, korumayı bilen, güzelleştirmek için birbirleriyle yarışan insanlar. Bizim Şirince’miz, Alaçatı’mız, Seferihisarı’mız da muhteşemler. Ama buradaki bilinç, saygı, anlayış, büyütme, ilerletme, katkı yapma çabasına biz de birlikte sahip olabilsek keşke.

Carmel’deki en sevimli yapıyı aşağıdaki fotoda gördüğünüz restoran ilan ettim. Nasıl? Alice Harikalar Diyarında gibi hissettim derken yanılmamışım değil mi 😉

Umuyorum bu fotoğraflar ve USin99Days günlükleri sizi bir süre daha idare eder. Zira San Francisco’da yerleşik yaşama ilişkin günce ve fotoğraflar yakında gelecek ve başlığımız bölümlere ayrılmayacak 🙂

Sevgiler güzel kalpli, güzel niyetli okuyucular 😉

USin99Days- Bölüm III

San Diego’da iki gece kaldık, velakin çok planlamamıştık burada gezmeyi. Hatta evinde misafir olduğumuz Tanja da bize “keşke buraya bir hafta ayırsaydınız, plajlarda vakit geçirseydiniz çok severdiniz” dediğinde bir miktar “Acaba mı?” dedik açıkçası. Ama asıl amacımız San Francisco olduğu için belki daha sonra geliriz dedik ve planladığımız şekliyle haftayı tamamlamayı daha uygun bulduk. San Diego’dan yola çıkıp sahil yolu üzerinden mutlaka görmemiz için salık verilen Monterey ve Carmel’e uğradık. Carmel’i özellikle bir sonraki yazıya saklıyorum. Çünkü benim için İtalya’da gezdiğim ve bayıldığım Cinque Terre kadar özel bir yere yerleşti kendisi. Bir nevi “Dream Land-Masal Şehir” oldu yani.

Monterey Yarımadası, Pasifik Okyanusu’nun dibinde. 1 numaralı sahil yolunu takip ederek Big Sur’den geçtik ve ulaştık Monterey’e. Şuradaki fotoğrafta gördüğünüz yolları aşıyorsunuz Big Sur’den ilerlerken. Biz akşamüstü saatleri bu yoldan geçtik. Oldukça virajlı ve dar yollar. Solumuz kayalıklar ve aşağıda okyanus, sağımız yemyeşil orman. Okyanusun üzerindeki nemli hava, kıyıya ve dağlara geldiğinde inanılmaz bir sis bulutu kütlesi oluşuyor ve havada bir blok oluşturuyor. Ne gökyüzünü görebiliyorssunuz, ne de yağmur yağıyor ve hava rahatlıyor. Bir süre için oldukça bunaltıcı ve depresif bir görüntüydü. Ama mis gibi orman kokusu ve yolun güzelliği bizi tekrar konsantre etti seyahatimize. Monterey’e gece ulaştık. Sabah olunca da ilk işimiz kahvaltı yapacak bir mekan bulmak için Monterey merkezini gezmek oldu. Fisherman’s Wharf, Monterey’in en görülesi yerleri arasında. Bir sürü taze deniz ürünü ile sınırsız menüler sunan restoranlar, mini kafelerden oluşuyor iskele. İskelenin bir çok yerinde “Whale Watching” tabelaları vardı. Tüm yıl boyunca Monterey’in bu iskelesinden kalkan teknelerle okyanusta serbest halde dolaşan değişik türdeki balinaları izleyebiliyor, besleyebiliyorsunuz. Monterey Körfezi, federal yasalarla deniz hayatının korunduğu bir bölgeymiş. Bu bölgede bulunan memeliler, balıklar, kuşlar ve her türlü bitki koruma altında.

Perşembe günü orada olduğumuz için, Katil Balina Orca’ları izleyebilecektik eğer gitseydik. Bir önceki akvaryum ortamından duyduğumuz rahatsızlık sebebiyle -bir nebze de olsa- bu doğal ortamlarında balinaları ve deniz canlılarını gözlem-izlem olayına çok da sert çıkmadık. Hele bir de az öteden gelen sesler nedeniyle iskelenin ucuna yöneldiğimizde gördüğümüz manzara bizi çok keyiflendirdi 🙂

Bu şeker deniz aslanları iskelede kurulmuş olan bir sal üzerinde uyuyorlardı. Bir tanesi denizin içinde uyukluyordu ki süper komikti 🙂 Bir kaç tanesi uyandı ve yüzmeye gittiler, biri kalabalıktan rahatsız oldu sanıyoruz ki söylene söylene atladı denize ve az ilerideki teknelerden birinin kıç tarafına çıkarak kendine başka, güvenli ve sakin bir yer buldu 🙂 Burada görebilirsiniz kendisini! En azından buradaki deniz canlıları tutsak gibi görünmediler bize.

Küçük şehrin içinde yürürken çok tatlı bir kafeye denk geldik ve kahvaltımızı burada yaptık. İnsanlar sakin, güleryüzlü. Sokaklar sakin, trafik zaten duble sakin! Birbirine trafikte bağıran yok, acele eden, kornaya yüklenen yok. Tabi ki istisnai durumlar olacaktır, ama buradaki istisna anca bizim ülkede trafikte bir yayaya yol verdiğimiz için hiç ses çıkarmadan arkamızda sukünetle bekleyen bir taksi şöförü görebileceğimiz kadardır bence! 

Hava kapalıydı oldukça, üzerimizde kalın montlarla titreyerek dolaştık çoğunlukla. (Henüz tişörtle dolaşılabilen bir hava sıcaklığına ulaşamadık! Şu anki en büyük sıkıntım budur 🙂 Monterey sonrası uğradığımız Carmel, kendimi “Alice Harikalar Diyarında”nın setinde hissetmeme neden olmuştur. Bu sebeple bir sürü fotoğraf ile kendisine özel yayını yarın yapacağım. Hepinize harika bir gün dilerim…