Mis gibi kar kokuyordu hava Pazar günü.. Ben böyle deyince bana sorarlar, “Karın kokusu mu olurmuş?” diye.( Var vallahi, ama bazı şeyleri anlatmak o kadar zor ki, hele de o şeyleri gözle görüp elle tutamıyorsak; o şeyler sadece koku alma duyumuza hitap ediyorsa.. ) Mis ! gibi kar kokan bu havada yürüdüm eve kadar. Yaklaşık yarım saat. Yürüdüm ve düşündüm bolca. Bir yerde durdum sonra, kafamı kaldırıp bir baktım evimin kapısının önündeyim!! Size de oluyor mu bilmem, yarım saat nasıl yürüdüğümü, nerelerden geçtiğimi, kimlerle karşılaşmış olduğumu bilmeden, hatırlamadan birden bire kendimi yarım saatlik yolun sonunda evimde buluyorum. Böyle zamanlara “kayboluşum” diyorum ben.
Bir kayboluş da Cumartesi günü yaşadım, ama o biraz farklıydı Pazar günkünden: Cumartesi ev işlerini hallettikten, çamaşırları makinada yıkatıp astıktan ve bulaşıklarımı yıkadıktan sonraki kayboluşum.. Zahir’imi aldım elime, mis gibi nescafem ve sigara paketim ile sıcacık odamda, tüylü-yumuşacık battaniyemin serili olduğu yatağıma uzandım. Yanımda not defterim, kalemim.. (Okurken notlar almayı severim ben. Bu notları geliştirerek kendi hikayelerimde, yazılarımda kullanırım. Bazen dandik zamanlarda aklıma birşey düşüverir. Hemen çıkarıp kalemi kağıdı yazmam lazım, zira unutuveriyorum o parlak fikri lazım olduğunda!) Tam 4 koca saatimi vererek, ama nasıl olduğunu yine anlamadan, bir “kayboluş” yaşadım yatağımın üzerinde. Kendime geldiğimde Zahir’in arka kapağına bakıyordum. Elimdeki not defterimde bir sürü not: Kimisinin altı çizili, kimi büyük harflerle yazılmış, yaklaşık 3 sayfa. Kahve fincanım boş, kül tablasında söndürülmüş 3 adet izmarit..Gözlerimi kapatıp düşündüm bir müddet. Arada bu kayboluşlara ihtiyacım oluyor, kendimi yenilenmiş gibi ve çok dinç hissediyorum…
** Pazar günü o nasıl yürüdüğümü bilemediğim yarım saatlik yol, Tunalı’daki Megavizyon’dan evime olan yürüyüştü. Orada olma sebebim, Evcini’nin tavsiyesi üzerine fiyatları oldukça makul seviyelere inen DVD’lerden toparlamaktı. Başardım da: Stanley Kubrick’in kült filmlerinden (benim sinemada izlemeyi başaramadığım.. bayılmıştım da, çok hastaydım!) Clockwork Orange (Otomatik Portakal), Coen Biraderlerin The Man Who Wasn’t There‘i, Jane Campion’dan (Harvey Keitel’li) Holly Smoke, Pedro Almodovar’ın Hable Con Ella‘sı (Konuş Onunla!)ve From Dusk Till Down II (Gün Batımından Şafağa) gururla ve mutlulukla koleksiyonuma yeni kattığım filmler oldular.
Ankaralılar bana çok kızacak ama zaten Ankara’da yaşayınca böyle kayboluşlara çok ihtiyacın oluyor, çünkü kendini kaybolarak bulmanın alternatifini Ankara sosyal yaşamı sunmuyor..
Gerçi ben askerdim Ankara’da, ondan da tatsız tutsuz olabilir Ankara ile ilgili fikirlerim 🙂
Ama Atakule’ye çıkıp da 360 derece boyunca çorak topraklar, taş toprak ve üstüste beton binaları görünce hissettiğim hayal kırıklığını unutamam. Niye yapmışlar ki o kuleyi ? Neyi göstermek için ?
:)))
Çok kızmayın, Ankaralılar 😉