Vinales, Küba’nın 16 şehrinden biri olan Pinar Del Rio‘ya bağlı bir kasaba ve 1999’dan beri de UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunuyor. Göz alabildiğine yeşil bir vadiye oturan, bitki çeşitliliği ve rengarenk çiçekleri, mağaraları ile kocaman bir milli parka sahip! Tüm bunların yanı sıra onu bu kadar değerli yapansa Küba deyince akla ilk gelen şeylerden biri olan puronun tütünlerinin yetiştiği plantasyonlara/tarlalara ev sahipliği yapıyor olması. Baştan söylemek isterim ki Vinales’i görmeden Küba seyahati pek anlamlı olamaz! Neden mi? Anlatayım.
Eninde sonunda bir tropikal adadasınız. Geleneksel Royal Palmiye ağaçları her yerde. Ama Havana merkezden çıkmaz ve kendinizi yollara atmaz iseniz tropikal bir adada olmanın ne demek olduğunu anlayamıyorsunuz. En azından bizim için bu böyle oldu, zira biz hiçbir tropik adada, ülkede bulunmadık daha önce! Vinales Vadisi ve milli parkına gitmek için yola çıktığımız andan itibaren adanın bizi büyüleyen engin bitki örtüsü, yeşili; kan kırmızı elim kadar çiçeklerinin dallarından gökyüzüne ulaştığı, hayatımda ilk defa gördüğüm enteresan ağaçları ile benim resmen başım döndü! Bulduğum her fırsatta tabiat anaya aşkımı itiraf eden benim için bulunmaz bir gün oldu günü birlik Vinales gezimiz. Şimdi biz neler yaptık ve size ne öneririm şeklinde Vinales’i gezmeye başlayalım dilerseniz 🙂
Vinales için bir günümüzü ayırmıştık biz. Havana’dan gider, günü orada geçirir ve akşamüstü döneriz dedik. Okuduğum kaynaklardan bir çoğu paket turların varolduğundan bahsediyordu. Araba kiralamak da bir seçenek elbette. Özellikle 3-4 kişi iseniz ben araba kiralamanızı öneririm mesela! Canınızın durmak istediği noktada durmak, fotoğraf çekmek, soluklanmak daha rahat zira. Havana’daki ev sahiplerimiz Tito ve Martha’ya Vinales’e gitmek istediğimizi ve herhangi bir tur opsiyonundan haberdar olup olmadıklarını sorduğumuzda bizi Parque Central‘in hemen dibindeki Plaza Otel‘in lobisine yönlendirdiler. Bir gün önce gidip hem bir sonraki gün için Vinales turu, hem de Trinidad’a gitmek için otobüs bileti aldık aynı yerden. Burada iki orta yaşlı hanımın görevli olarak çalıştıkları bir acentaya ait mini bir açık ofis var. Önlerindeki klasörlerde ise yapmak istediğiniz aktiviteye ilişkin bilgiler ve fotoğraflar yer alıyor. Çok beklemeden ertesi günkü Vinales turuna, kişi başı 67 CUC ödemek suretiyle iki kişilik biletlerimizi aldık. Turumuzun kapsamında ise önce bölgenin en eski rom markasının üretim tesisi ziyareti ve rom tadımı, ardından meşhur Mural de la Prehistoria, bölgedeki en eski mağaralardan birinin ziyareti, geleneksel Küba mutfağından örnek bir menü ile yemek ve bir tütün plantasyonu ziyareti yer alıyordu. Bir güzellik de kaldığımız evin çok yakınlarındaki bir otelden sabah erken saatte bizi alabileceklerini söylediklerinde oldu 😉 Tura katılan yaklaşık 20 kişinin tümünü sıra ile kaldıkları otellerden topladılar ve biz yola çıktığımızda saatlerimiz henüz 09.00’u gösteriyordu!
Aracımız gayet konforlu ve rahat; İngilizce ve İspanyolca açıklamalar yapan bir de kadın rehberimiz vardı. Sabah ilk alınan çift olduğumuz için hemen şöförün arkasındaki koltuklarda yerimizi aldık. Yine tekrar etmeden geçemeyeceğim ki, eğer benzer bir deneyim yapacaksanız lütfen hava ne kadar sıcak olursa olsun, üzerinize bir şal veya uzun kollu bir üst almayı ihmal etmeyin. Çünkü, bir daha söylüyorum ki, Kübalıların klima konusunda Amerikalılardan kalır yanı yok maşallah. Tam güç!!
Vinales’e giderken yol boyu bizi yalnız bırakmayan bitki örtüsü ve yemyeşil doğa, kasabanın yakınlarına geldiğimizde adeta katlanarak artmaya başladı. 150 kilometre karelik bir alana yayılan Vinales Milli Parkı‘nın tepeden görüntüsüne hayran olduk. Kasaba’nın merkezinden geçerken de inanılmaz güzel, rengarenk kolonyal mimaride, tek katlı verandalı evler, o verandalarda hep aynı tip sallanan ya da sabit koltuklar, gayet sevimli restoran, bar, kafeler ve minicik bir meydan ile sanki birden fazla gün vakit geçirmekten hiç de sıkılınmayacak bir yer olduğu izlenimini bıraktı bizde Vinales 😉 Bu sebeple naçizane öneririm bir gece de burada kalmanızı, birden fazla gün geçirmenizi eğer imkanınız var ise. At üzerinde tütün çiftliklerine yapılan gezilerden birine katılmak bizim içimizde kaldı mesela!
Vinales turumuzda ilk durağımız Pinar Del Rio bölgesindeki en eski rom markası olan Guayabita del Pinar‘in üretim tesisi olan ve 1892 yılında kurulmuş Casa Garay‘ı ziyaret oldu. Bu tesiste hala ilk günkü gibi çalışıldığı; gayet basit tekniklerle hazırlık, şişeleme ve etiketleme dahil her işlemin bir avuç insanın elinden güle oynaya yapıldığına şahit olduk. Bu romu, diğer bildiğim romlardan farklı kılan şey ise Küba’nın milli guava meyvesinin aynı berrygiller familyasından bir küçük versiyonunun (guayabita) dolum öncesi şişelerin dibine bırakılmasıydı 🙂 Tadı gayet tatlı ve aromatik olan romdan bir şişe getirdik evimize.
İkinci durağımız meşhur Mural de la Prehistoria oldu. Dünyanın en büyük duvar resmi olarak kabul ediliyor ve bulunduğu dağın 180 metre uzunluğundaki tüm yamacını neredeyse kaplıyor (80 metreye 120 metrelik dev bir duvar/tuval düşünün). Orada okuduğumuz yazıya göre 1959 başlarında Dr. Antonio Nunez Jimenez, Fidel Casto ve Celia Sanchez’e bu bölgeye ve dağlara yaptığı ziyaretten ve burada rastladığı balık fosilleri, bir nevi kertenkele cinsine ait (Saurian) kafatası ve mağaralarda aborjin yerlilerine ait yaşam alanları bulduğunu anlatmış. Buradan yola çıkarak hikaye, 1960 yılında başlayan bir çalışma ile bu dağın yamacına resmedilmiş. Bu iş tam dört yıl sürmüş. Bu işi yapan da Diego Riviera’nın öğrencisi Kübalı ressam Leovigildo Gonzales. Bu dev duvar resminin amacı tarih öncesinden itibaren Küba’nın geçirdiği biyolojik ve jeolojik evrimi ve çeşitliliği ifade etmek! Bulunduğu yemyeşil alanın ortasında durup önünde bir fotoğraf çektiriyor ve sonra jet hızı ile, rehberimizin “mutlaka için, en iyisidir” diye salık verdiği, bizimse Küba’da tattığımız en iyi ikinci Pina Colada‘ya doğru yöneliyoruz (İlki Ambos Mundos Otel’in terasında idi, Havana’da) 🙂 Ufak bir bar ve bir restoran var bu alanda. Barda hazırlanan Pina Colada hakkaten de enfesti. Havana Clup rom şişesini de kokteyl bardağının yanına bırakıyorlar ki içtikçe üzerini doldura doldura devam et 🙂
Buradan tekrar toplaşıp günün en gereksiz aktivitesine yöneldik: Küba’nın ilk yerli halkının yerleştiği, az önce yukarıda da bahsi geçen, mağaralardan birinin ziyaretine! Cueva del India. Kocaman bir giriş alanı var. Burada şeker kamışını sıkıp suyunu isterseniz sade, isterseniz rom ile karıştırarak veriyorlar. Yıldızımız barışmadı kendisi ile zira benim için öyle böyle değil, aşırı tatlı şeker kamışı suyu! Ayrıca restoran ve hediyelik eşya satan dükkanlar da mevcut mağaranın çevresinde. Hediyeliklerinizi buradan almanızı öneririm. Gayet makuldü fiyatlar ve özellikle Küba’nın meşhur ahşap oyma işçiliğinin en güzel örnekleri olan bir sürü hayvan objesi ya da mutfak, ev eşyasını da burada bulabilirsiniz. Mağara girişinde yerlilerin bir dans gösterisi oldu biz turistlere. Sonra yürüyerek mağaraya tırmandık, içeri girdik, bir müddet kısa bir yol yürüdük sarkıtların altında, daracık yerlerden geçerek. Daha sonra da teknelerin beklediği bir yerden 10’ar kişilik teknelere binip mağaraların içinde kısa bir tur sonrası başka bir yerden çıktık dışarı! Ülkemizde, zamanında gezdiğim Damlataş, Karain, İnsuyu mağaraları ve Kapadokya’daki yeraltı şehirlerinden sonra çok da fantastik bir deneyim olmadı benim için!
Mağaradan çıktıktan sonra yemeklerimizin hazır halde bizi beklediği restorana oturduk. Herkes hem açtı hem de birazcık yorgun. Ne varsa silip süpürüldü masada. Tonton bir amcamız da gitarıyla müziğini yapmayı ve bahşişleri toplamayı ihmal etmedi tabi 🙂 Yemek, geleneksel Küba yemeği idi: Tavuk ya da domuz eti, yanında siyah fasulye, lahana ve havuç sote, pirinç lapası, salata niyetine dilimlenmiş domates ve salatalık. Üzerine tatlı ve kahvemizi de içip otobüslere binerek turun son noktasına, en çok Gökhan’ın heyecanla beklediği tütün plantasyonu ziyaretine doğru yola çıktık.
Son durağımız olan Macondo Tütün Çiftliği önünde alabildiğine tütün tarlaları, toplanan tütün yapraklarının işlemden geçirildiği ve asılarak bir süre bekletildiği, tütünlerin sarıldığı minik barakalar ve ailenin kendi yaşadığı evi de içeren kocaman bir araziye oturmuş durumdaydı. Yollarda sürekli at üzerinde, başlarında hasır şapkaları ile gencinden yaşlısına insanlar görüyorsunuz. Nemli havası ve bereketli toprakları sebebiyle bu bölgede yapılan tarımın organik ve geleneksel yöntemlerle olduğunu, bunun da devlet politikası olduğunu bize açıklayan İngilizce konuşabilen karizmatik torun oldu 🙂 Tohumdan puro aşamasına gelene dek bize adım adım anlattı tütünün yolculuğunu (Bu konuda detaylı bilgi için Siempre Küba: Merak Edilen Puro Konusu yazımızı okuyabilirsiniz).
Sonra pek tonton dede bize İspanyolca tütün yapraklarını nasıl sararak Monte Cristo No:4 elde ettiklerini uygulamalı olarak gösterdi bir masa başında. Tahmin edebileceğiniz üzere o günkü turumuza son noktayı ikram edilen henüz sarılmış purolardan keyifle içerek nokta koyduk ve çantamıza attığımız purolar ile tekrar otobüsümüze döndük. Havana merkeze ulaştığımızda saat 18.00 civarıydı.
Vinales için günü birlik tur yerine bir gece konaklamalı bir şey tercih edebilirdim şimdiki aklım olsaydı. O yemyeşil milli parkta daha fazla yürümek, tırmanmak ve belki de bir tütün çiftliği ve tarlalarına at üzerinde gitmek çok nefis bir tecrübe gibi görünüyor. Ayrıca kısıtlı zamandan sebep bizim yakınından bile geçemediğimiz bir de plaj ve deniz aktivitesi varmış ki oralarda, hiç sormayın 🙂