Brüksel’e yıllar yıllar önce, üniversiteden mezun olduktan sonra gitmiştim. Teyzem beni bağrına bastı, 3-4 ay bir okula gittim “Alliance Française” diye haftanın 3 yarım günü. Kalan tüm zamanlarımı da kah gezerek, kah teyzemin dükkanında takılarak, kah sinemaya giderek; daha çok da yiyerek geçirmiştim! Evet, giderken 62 kilo olan ben döndüğümde 68 kilodaydım! Hayatımda bir daha hiç o kadar kilo almadım. Yaş aldıkça kilolarımı bıraktım, tanrıma şükürler olsun ki:)
Belçika’da -tatlı düşkünlüğüm sonucu- waffle ile tanışmış ve hemem hemen her gün yemiştim. Kremalı, çikolata soslu ve meyve süslü olanlarını değil de ben hep sadesini tercih etmiştim. (Allahtan diyoruz, bir de bunları yeseydim muhtemelen 70’e dayanacaktım!) Waffle yanında bir de şarap kültürü ile tanışmıştım Brüksel’de. Teyzem ve ailesi her akşam yemeğinin yanında 1 kadeh güzel ve yemeklere uygun şarap içerlerdi. Düzenli alkol alımının da kilolara katkısı bilinen bir gerçek!
Her neyse. Paris sonrası Brüksel’e geçtik ve 3 gece de orada kaldık bu Ekim ayında. Brüksel, tamamen aile üyeleri ile birlikte vakit geçirme ve güzel sofralarda bulunma şeklinde geçti bizim için. Teyzem yaklaşık 30 küsür yıldır orada yaşıyor, çocukları evlendi, çocuk sahibi oldular. Yıllardır gittikleri, gitmekten keyif aldıkları yerlere bizi de götürdüler. İşte aşağıdaki 3 adres bu keyifli sofraların adresi.
İlk akşam teyzem ve eşi bizi neredeyse 15 yıldır sürekli gittikleri bir Vietnam lokantasına götürdü: “Le Nenuphar”
Orta üstü sınıf bir restoran Le Nenuphar. Çalışanları da vietnamlı. Yaşını almış şef garsonu teyzem ve eşini görünce kapıda karşıladı ve kısa bir sohbet ettiler. Uzun zamandır mekana gittikleri için onların özel masalarına oturduk. Hava serin olduğu için iç mekan hizmet veriyordu haliyle, ama gördüğüm kadarıyla çok şirin ve şık bir bahçesi de var restoranın. Denediğimiz her şeyi çok sevdik biz. Başlangıç için yanılmıyorsam 6-7 parçalı bir başlangıç tabağı aldık. Muhteşemdi! Tek tabakla doyabilen biri olduğum için fazlasıyla yetti bana. Ama teyzemin ısrarları sonucu çok güzel bir ördek de denedik. Ne yazık ki o akşam fotoğraf makinası yoktu yanımda, fotoğrafları yok hiç bir yemeğin. Ama giderseniz mutlaka ördek deneyin, pişman olmayacaksınız. Şaraplar da oldukça güzeldi, bir şişe rose ile geceyi tamamladık.
İkinci adresimiz teyzemin kızı Deniz ve eşi Guy’un tanıştıkları zamandan beri gittikleri bir Japon restoranıydı: “Samurai”
Tartışmasız defalarca Belçika’daki en iyi Japon Restoranı seçilmiş Samurai. De Brouckere metro istasyonu çıkışında, Fosse aux Loups caddesindeki bir pasajın içerisine gizlenmiş, 2 kata dağılmış ama ufacık, pahalı bir mekan. Uzakdoğu mutfağına, özellikle de sushiye düşkün biri olarak söyleyebilirim ki hayatımda yediğim en iyi sushiyi ben Brüksel’deki bu minnacık restoranda yedim. Bir de hiç denemediğim ızgara ton balığını burada yedim ve 10 üzerinden 10 puan verdim!
Üçüncü adresimiz inanılmaz bir İspanyol restoranıydı: “La Cueva De Castilla”
Roberto ve Javier Ponte adlı iki kardeşin işletmesi, sıcacık dekoru, güzel müzikleri ve tabi ki yediklerimizin lezzeti ile bizi bizden alan bir mekan daha! Schaerbeek meydanında, diğer ikisine göre daha merkezi sayılabilecek bir yerde. Roberto, sizi kapıda karşılıyor ve yemekler konusunda yönlendiriyor, günün menüsünden sizin için seçimler yapıyor. Çok tatlı, sıcak kanlı bir Akdenizli:) Kardeş Javier ise mutfakta, şef olarak görev yapıyor. İlerleyen saatlerde her masaya bizzat giderek yemekler konusundaki düşünceleri alıyor. O da takdir edeceğiniz üzere en az Roberto kadar tatlı, ve sıcak kanlı, güleryüzlü:) Ve ister inanın ister inanmayın bu iki kardeş dışında sadece serviste genç bir yardımcı çocuk dışında kimseyi görmedim çalışan olarak.
Klasik paella denedik biz sevgilimle. Deniz ve eşi ile kızları Laura değişik başka tatlar aldılar ve böylece tüm masadakileri tatma imkanımız oldu. Tek kelimeyle nefisti her biri. Seçtiğimiz şarap da harika çıktı, adını aldım not edin lütfen. Kesinlikle bir defa tadın bulursanız bir yerlerde: Rioja Bordon 2004 Reserve
Ve böylece yurt dışı yeme-içme postlarının da bir müddet için sonuna geldik. Bu hafta Antalya’ya kardeşime eşyalarımın bir kısmını gönderme, kalan kısmını İstanbul’daki evimize taşıma telaşımız olacak. Hafta sonundan itibaren artık resmen -tekrar- İstanbullu oluyorum. Baharı İstanbul’da geçirdikten sonra hayatımın(mızın) planı için bir seyahatimiz olacak. Sanırım oradan da yazacak bir sürü restoran, macera, hikaye çıkacak. Bir de ısrarla ÇokGezenlerKlubünü taciz edeceğim. Bakarsınız beni de aralarına alırlar, belli mi olur? Takipte kalmanızı öneririm:) Güzel bir hafta olsun hepimize.
Kesin surette not alındı ve ilk Brüksel ziyaretinde denenecekler. Çok leziz görünüyorlar!
Sevgili Dilara,
Ben kim miyim? Önce bunu cevaplayayım. Deniz’in yaklaşık 30 senelik eskimeyen arkadaşı. İstanbul’a ilk geldiği ve birkaç sene kaldığı yaşam kesitinden… Siteni onun tavsiyesi ile gezdim. Cıvıl cıvıl ve hayat dolu anlatım tarzın çok hoşuma gitti. Mutluluğun siteden taşıp odamı doldurdu. Brüksel’de yemeklerini keşfettiğin mekanları tanıtman beni yıllar öncesi doyulmaz tadlarını yaşadığım o günlere götürdü ve kendimi dudaklarımla bir tebessümle yakaladım. Yazmayı özellikle gezi notları hakkında yazmayı sevdiğini anlattı Deniz. Ben de yazmayı deniyorum emekli olduğum son bir yıl içinde. Daha doğrusu hep ertelediğim yazma serüveninin peşinde dolaşmaya çalışıyorum. İtiraf edeyim senin gibi cıvıl cıvıl değil yazdıklarım. Hayatın farklı pencelerinden girip, farklı yaşanmışlıkları öykülemeye çalışıyorum. Kısacası hayatımda iz bırakan öyküler çıkış noktalarım. Yazıların ile tanışmış olduk sanal alemde, umarım bir gün gerçek yaşamda da tanışırız. Heyecanla anlattığın evliliğinin yaşamının sonuna dek heyecanını yitirmemesini diliyorum senin ve sevgilin için…
Sevgiyle, dostlukla…
Sevgi
Geri izleme: Brüksel'e Sebebi Ziyaretimiz! | Journey To Blue