Londra Keşifleri I

big-ben

*Gün batımında Parlamento Binası ve Big Ben*

Beş yıl önceki bir haftalık Londra seyahatimde gezilmesi gereken tüm turistik yerleri gezmiş; köprüsüydü, müzesiydi, parkıydı gün boyu dolaştıkça dolaşmış ve tüm yaşadıklarımı da burada, şurada ve dahi şurada üç bölüm halinde anlatmaya çalışmıştım. Bir hafta kaldığım için de tüm bunları yapmak bir sorun olmamıştı benim için o zaman.

Şimdi gelelim son seyahat notlarımıza:

Londra özellikle inanılmaz yaygın ve çok güzel işleyen metro sistemi ile ulaşımın sizin için bir sorun teşkil etmeyeceği düzenli, tertipli bir şehir. Biz de hava müsaade ettiği sürece ve “Merkez Londra” denilen bölgede kaldığımız için hep yürüyerek dolaştık bu güzel şehri üç gün boyunca (Evet, Londra şehir olarak çok güzel bir şehir kanımca. Sokaklarında yürümekten, park ve bahçelerinde soluklanmaktan; etrafı, binaları, estetiği seyretmekten, mekanlarında keyif yapmaktan, insanlarıyla sohbet etmekten hiç sıkılmayacağım bir şehir)!

İlk günümüze Londra’nın dibindeki “Kingston-upon-Thames“te yaşayan sevgili arkadaşlarımızın evlerine konuk olarak başladık ve bizim için hazırlamış oldukları zarif sofralarında Türk-İngiliz sentezi ile hazırlanmış güzel ve doyurucu bir kahvaltı yaptık. Sohbeti bir noktada evde sonlandırıp Thames kıyısına yürüyüşe çıktık ve yelken yapan, koşan insanlar arasında (Çoğunlukla bendeniz iç geçirerek)! merkeze kadar geldik. Pazar günü olmasından sebep, çevre alışveriş yapan insanlarla doluydu. Arabaya atlayıp iki güzel parka daha gittik sonrasında: İlki “Bushy Park“, diğeri ise “Richmond Park“. Bu parklarda koşan bir sürü insan vardı, hafif çiseleyen yağmura rağmen (Bir süredir koştuğum için gittiğim her yerde koşan insanların varlığına, fazlalığına, koşabildikleri alanların sonsuzluğuna takılmaktan kendimi alamıyorum)! Bushy Park, 445 hektarlık alanı ile ikinci büyük kraliyet parkı Londra’nın. İnanılmaz bir bitki ve hayvan çeşitliliğine (280 çeşit canlı) de ev sahipliği yapıyor. Bu canlılardan bizi en çok şaşkınlığa uğratan ise ihtişamlı boynuzları, cüsseleri ve gürleyen sesleri ile geyikler oldu. Zira Bushy Park, bir geyik parkı imiş aynı zamanda! Düşünsenize bir sürü insan, çoluk çocuk parkta bu geyikler ve aileleri arasında yürüyüş yapıyor, koşucular geyiklerin yanından koşarak geçiyor. Tüm hayvanlar özgürce parkta dolaşıyor! Diğer park, Richmond Park da bünyesinde geyikleri barındıran, araba ile neredeyse beş dakikalık bir mesafede Bushy Park’a. Orası da inanılmaz büyük, yeşil ve harika bir park!

bushy-park-red-deer

*Bushy Park’taki o muhteşem geyiklerden birisi*

Parklardaki gezintimizi bitirdiğimizde içimin cız ettiği gerçeğini paylaşmama izin verin lütfen. Çünkü ulaşımın yer altında geliştirilerek yer üzerini büyük metrekarelerle park ve bahçelere ayıran Londra Belediyesi ile ODTÜ ormanlarını bir gecede ezip geçen Ankara Belediyesi ve İstanbul’da küçücük ve gerçekten şu gördüğüm tüm parklara oranla az yeşil, az ağaçlı ve aslen gayet vasat bir park olan Gezi  Parkı’na aylarca ettiğini bırakmayan İstanbul Belediyesi’ni karşılaştırmaktan bir saniye uzaklaşamadım. Kraliyetin koruması altında onlarca devasa parkı, içlerindeki canlı çeşitliliğini, ücretsiz şezlonglarını-banklarını, çiçekleri, koşan-oynayan çocukları, piknik yapan, koşan, güneşlenmeye çalışan insanları gördükçe de bizim belediyecilik mentalitemize içimden de dışımdan da söylenmeye devam edeceğim. Ta ki biri çıkıp mucizeyi gerçekleştirinceye kadar!

*Geçenlerde sevgili Bahar Akıncı’nın Moskova seyahati sonrası yazdığı “Sen İstiyor Dünya Şehri Olmak Yiyecek Daha 40 Fırın Ekmek” isimli yazısını da okumanızı tavsiye ederim bu serzenişimin üzerine!

Park ve yeşilliğe doyduktan sonra midelerimizi şenlendirme vakti de gelip çatınca sevgili arkadaşım Ayşegül bana şu alternatifleri sundu. Harika bir İtalyan, sevimli bir İspanyol, lezzetli bir suşici ve pek eğlenceli bir Meksikalı! İngilizlerin her şeyi var, iki şeyleri yok dostlarım: biri mutfakları, diğeri yaz mevsimleri! Listeden pek eğlenceli Meksikalı seçeneğini seçtik ve doğruca kaldığımız yer olan Soho’daki şubesine gittik “Wahaca“nın.

Wahaca çok özel bir mekandı benim için. Neden mi? Öncelikle sayısız tekila, kokteyl ve Meksika birası var içki menüsünde.  Yiyecek menüsü çok güzel tasarlanmış, Amerikan servisi şeklinde ve tek sayfa ki, az ve öz çeşitler menülerde benim en takdir ettiğim şeylerin başında gelir. Dekorasyon çok ferah, kalabalık bir mekan ama sizi hiç yormayacak şekilde bir ambiyans yaratmışlar mekanda, kullanılan aydınlatmalar enerji tasarrufuna yönelik. Bir diğer güzelliği mekanın; çevreci, sivil toplum örgütlerine, fikir ve kampanyalara destekçi olup bunlara ilişkin her detayı gerek mekanda gerekse menülerinde yansıtmaları. Mesela “Streetfood Specials” başlığı altında her sezon ana menüye ek olarak paylaştıkları iki yemekleri var ve bunlardan sipariş ettiğinizde bu yemeklere ödediğiniz ücretin 20 pence’i Meksika’da ailesi sokakta yaşayan ve çalışan çocukları korumaya, eğitmeye yönelik kurulmuş olan EDNICA adlı yardım kurumuna bağış olarak gidiyor. Bir de yiyeceklerden kalan artıkları başka bir oluşuma, “The Pig Idea“ya gönderiyorlar. Yediğimiz tüm yiyecekler, içtiğimiz margarita lezzetli ve kararındaydı. On bir şubesi olduğu için mutlaka birine denk düşürebilirseniz yolunuzu, anlattıklarımı daha iyi anlayacaksınız sanırım 🙂

breakfast-club

*The Breakfast Club’daki kahvaltı tabaklarımız.*

Ertesi gün kahvaltı için uzundur aklımda, listemde olan “The Breakfast Club“a gittik. Buraya ilişkin yorumlarımı yan taraftaki YELP profilimde anlattım. Merak ederseniz oradan okuyabilirsiniz. Wahaca’nın notlarını oraya eklememiş olmamın nedeni internet bağlantımızı birkaç saat süreyle bu mekanda kaybetmiş olmamızdan sebep check-in yapamamış olmamdır 🙂

Kahvaltımızı bitirip önce çevrede biraz dolaşarak nostalji yapıp, sonra da alışveriş mağazaları ve kafelerle dolu 13 sokaktan oluşan “Carnaby Street“e gittik. Burada “The Great Frog” adlı aksesuar mağazasında hem sevgilimin hem de benim çok büyük takıntımız haline gelmiş olan kuru kafalı mücevher ve aksesuarları inceleyerek göz banyosu yaptık ve bu markayı takibe aldık! Sonra da daha önceki sefer kısacık ucundan gezindiğim “Covent Garden“a uğradık ve bu defa tüm sokakları, dükkanları dolaştık, harika bir klasik müzik konseri dinledik, kahve molası verdik.  Sonra klasik rotaları takip ederek “Trafalgar Meydanı“ndan “Parlamento Binası“na yürüyerek “Big Ben” çevresinde fotoğraf çektik. Özellikle gün batımına yakın Thames kıyısından burasının manzarasına doyum olmuyor. “London Eye” ve çevresindeki kalabalıktan hemencecik sıyrılıp yürüyüşümüze devam ettik. Bir zaman sonra yağmur hızını o kadar arttırdı ki kaçıp sığınacak bir yer ararken karşımıza bir anda çıkıveren bir Irish Pub’a attık kendimizi. Nedense ben bu tarz -aslen bir özelliği olmayan- publarda yanımdakiyle güzel vakit geçiriyorum. İngiltere’de olunca birasever sevgili kocamın “Ale” deneme turlarında kendisine bir miktar eşlik ettim tabi ben de. Bulunduğumuz pub, Londra’nın en taze ve pastörize edilmemiş Guiness’ine ev sahipliği yapınca ondan da tatmadık dersem yalan olmaz! Velhasıl akşam üstü saatlerinde işten çıkanların yavaş yavaş doldurmaya başladığı mekanda hava iyice ısınınca biraz nefes almak için kapının önüne çıktım ve yirmi beş kişilik yağmurluklu bir koşan ekip gördüm. “Vay anasını” dememe kalmadı, yine o yağmurda bir sürü bisikletli insanın trafikte rahat bir şekilde gideceklere yere ulaşmaya çalıştıklarına şahit oldum.

london-eye

*London Eye ve Thames Nehri*

london

O akşamki son uğrak noktamız bir caz bar oldu. Tavsiye üzerine, yine semtimizin yakınlarında bulunan, “Ronnie Scott’s Jazz Club“a girdiğimizde program henüz başlıyordu. Her Pazartesi Akustik Caz programı yapan Renato D’Aiello’ya her seferinde farklı bir solist eşlik ediyormuş. Çok hoş, hafif loş bir ortamda dinlediğim tüm programdan inanılmaz keyif aldım. Zaten hafiften çakırkeyif geldiğimiz kulüpte bir de en güzel parçalardan sololar falan dinleyince ben çok güzel oldum o akşam 🙂 Burasını da güzel bir keşif olarak tavsiye edebilirim.

Biliyorum artık insanlar internette bloglardan uzun uzun yazılar okumaktan sıkılıyorlar ya da zaman bulamıyorlar! Elimden geldiğince kısa anlatmayı hedeflemekle birlikte baktım ki bu yazım da yine aldı başını gitti. Bu sebeple sıktıysam sizi kusura bakmayın lütfen ve Londra Keşifleri II için bir sonraki yazıyı okuyun 🙂

Londra Keşifleri I” hakkında 2 yorum bulunuyor:

  1. alpni

    İlahi ;

    İnsan koşmasa bile Nike + çalıştırıp şöyle Londra sokaklarında yürüyüşü caps lerdi 🙂

    Cevapla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir