Tam 30. yaş günümde kendi çabamla, kazancımla yurt dışına çıkabilmiş bir kadınım ben (Ondan tam yedi sene önce de, hayatımda ilk defa yurt dışına, üniversite mezuniyetim sonrası teyzemin yanına Belçika-Brüksel’e gitmiş ve üç ay kalmıştım). 30 yaşımda kendime “Yılda en az bir defa yurt dışına git, yeni bir ülke, şehir gör” diye söz vermiştim. Tanrıya şükürler olsun, 10 yıl boyunca sözümü hep tuttum; hatta bazen yılda birden fazla defa seyahat ettim ve hatırlarsanız yine bir üç ay San Francisco‘da kaldık sevgilimle birlikte.
Tüm seyahat planlarım boyunca Amsterdam’ı öncelikli bir yere koyamadım hiç. Niyeyse benim için “Cuma günü gidilip iki kahvaltı, iki akşam yemeği, şöyle bir gezme ve Pazar dönüş yeter” şeklinde bir intibası vardı! Nasılsa bir hafta sonu makul bir promosyon bileti yakalar giderdim, aceleye ne gerek vardı! Ve öyle de oldu 🙂 Geçtiğimiz yıl, yani yaklaşık 8 ay kadar önce promosyon uçak bileti bulduk ve sevgilimin doğum günü ile birleştirme kararı alıp beş günlük bir seyahat planladık. Aşağıda, birkaç gün önce döndüğümüz bu seyahat ve karşı karşıya geldiğimiz bazı Amsterdam gerçeklerine ait notlarımı okuyacaksınız. Yeme-içme ve bence “mutlaka“lar ise ikinci bir yazıda olacak.
Amsterdam 101
* Etekle, taytla, kürkle, topuklu çizme ile; yağmur yağarken, güneş varken, rüzgardan uçuyorken; gidonun önüne yerleştirilmiş bildiğin plastik ya da ahşap meyve kasalarında taşıdıkları alışveriş torbalarıyla, köpekleri, bebekleri, çocukları ile erkeği kadını bisiklet cambazı şeklinde şehirde. Bisiklet trafiği çok fena, araba trafiği ise yok denecek kadar az! Amsterdam Central Station’da binlerce bisikletin olduğu bir otopark vardı ve inanılmazdı! Yaya öncelikli değil, kesinlikle bisiklet öncelikli bir şehirmiş Amsterdam. Şubat 2014 bilgilerine göre şehirde bulunan bisiklet sayısı 881.000. Şehirde yaşayan kişi sayısı da nerede ise o kadar! Kanallardan her yıl yaklaşık 12.000 bisiklet çıkarılıyormuş 🙂
* 165 kanalı ile “kanallar” ve 1281 köprüsü ile de, haliyle “köprüler” şehri Amsterdam. Kanallarında ev sahipliği yaptığı bot ev sayısı ise yaklaşık 2.500 imiş! Bunların yarısından fazlasında, ikameti bu bot ev olan insanlar yaşarken kalan kısmı da turistler için kiralanıp konaklanacak evler şeklinde hizmet veriyormuş. Geçtiğimiz aylarda bir çift arkadaşımız bu bot evlerde kalmış ve çok keyif aldıklarını söylemişlerdi. Kanal turumuz sırasında yanından geçtiğimiz bot evlerin içlerini de görme fırsatımız oldu (Zira bu şehirde perde alışkanlığı yok! Bakınız bir alttaki madde). Gayet güzel döşenmiş, gayet yaşanılabilir oturma, çalışma odaları ve mutfakları falan vardı.
* Yukarıda bir kuple değindiğim üzere evlerde perde yok denecek kadar az (Ya da var, ama kapalı değil)! Kanal boyunca yürüdüğümüz yollarda birçok evin göz hizamızdaki mutfağı ve salonunda ne yaparlar bu insanlar, ne pişiriyorlar apaçık ortada. İçeridekiler “mahremiyetim” diye ölmüyor, zira dışarıdan geçen kimse de dönüp bakmıyor pencerelerden içeri.
* Şehirde her şeyin, ama her şeyin bir müzesi var! Toplam müze sayısı son durumda 75 imiş! Her şehrin nerede ise olmazsa olmazı Modern Sanat, Tarih veya Teknoloji müzeleri dışında bizim karşı karşıya geldiğimiz ilginç müzeler arasında pipo, dövme, seks, elmas, kenevir, işkence müzesini saymadan geçmek istemiyorum 🙂
* Bazı işletmelerde, özellikle marketlerde, barlarda nakit para geçmiyor. Sadece kredi kartı kullanabiliyorsunuz (Bu durum, kağıt paraya dokunmaktan çok haz etmediği için yanında nadir taşıyan sevgili kocamın çok hoşuna gittiği için uyarı yazısını gördüğümüz her yerde fotoğrafını çekti). Nedenini sorduğumuzda ise güvenlik ve hijyen gibi iki önemli maddeye değindiler ağırlıklı olarak.
* Sokaklar ve mekanlar cıvıl cıvıldı. 1500 civarında kafe ve bar bulunuyormuş Amsterdam’da. Hemen hemen herkes buralarda sosyalleşiyor okul çıkışı, iş çıkışı evine gitmeden önce, ya da keyfi varsa tüm gece. Gittiğimiz mekanlarda turistlerden çok yerli halk vardı. Ayrıca çok defalar güneşin kendini göstermesi ile bildiğin kapısının önüne oturup, bacaklarını uzatarak kahvesini içerken, dergisini-kitabını okuyan ya da ne bileyim evinden bir sandalye çıkarıp kanal kenarında dinlenen, bot evlerinin teraslarında şezlonglarda güneşlenen yerel halk ile karşı karşıya geldik!
* Şehirde bir şekilde karşı karşıya geldiğimiz herkes, ama herkes gayet güzel İngilizce anlıyor ve konuşuyor. Sıkıntı çekmeniz mümkün değil dil sebebiyle. Amsterdam halkının ikinci dili İngilizce imiş!
* Havaalanına ayak bastığınız andan itibaren ücretsiz internetin keyfini çıkarmaya başlayabilirsiniz! Oturacağınız tüm mekanlarda, küçük ya da büyük bir mekan olmasına aldırmayın, otelinizde, her yerde ücretsiz wi-fi faydalanabileceğiniz bir artı olarak aklınızda bulunsun.
* Havaalanından merkezdeki Amsterdam Central Station’a, 20 kilometrelik yolu tren ile 15 dakikada üstelik 4 Euro’ya geliyorsunuz. Otobüs ile de şehre ulaşmak mümkün, ama tren varken ve direkt havaalanının içinden tren istasyonuna yol varken bence hiç uğraşmayın otobüs ile derim. Ayrıca şehirde 200’ün üzerinde tramvay ve 16 tramvay hattı var. Bisikletler ilk sırada ise ulaşımda tramvaylar ikinci sırada idi.
* Müzelerdeki uzun kuyruklara bulaşmamanın güzel ve kolay bir yolu varmış, tecrübe ettik: Biletinizi internet üzerinden almak! Biz biletimizi, müzeye doğru yürürken – ki acayip bir kuyruk olduğunu görünce– müze kapısına kadar yolda akıllı telefonumuz yardımıyla alıp, müze kapısında da göstererek kuyrukta bekleyen zavallı turistlerin önünden içeri giriverdik.
* 176 değişik milletten insan inançlarında özgür, cinsel tercihlerinde özgür yaşıyor Amsterdam’da. Fahişelik yasal ve bir meslek olarak kabul ediliyor. Yeter ki sokaklarda değil izin verilen bölgelerde ve kurallarına uygun olarak yapılsın! İzin verilen bölgelerden en ünlüsü ise elbette “Red Light District“. Biz de gitmişken gezdik bu sokakları. Yaş ve fiziksel görünüş/beden konusunda görmüş olduğumuz aralık bizi bir hayli şaşırttı 🙂
* Kahve içmek için Coffee Shop tabelasını gördüğünüz yere dalmayın, hata edersiniz. Coffee Shop’lar Amsterdam’da hafif uyuşturucuları yasal olarak içebileceğiniz ve içerisinde kesin suretle alkol satılmayan, sigara içilmeyen yerler. Burada bir menü yardımıyla siparişinizi verebilir, ya da ilk defa denemek istiyorsanız oradaki bu konuda bilgili görevliden yardım alabilirsiniz. Yasaklayınca nasılsa el altından bir şekilde ulaşılıyor mantığıyla bari serbest bırakalım, yaş sınırı getirelim (18 yaşından büyük olmanız lazım), kurallarını koyup kontrollerimizi yapalım böylece kimse salak saçma şeylerle hayatını tehlikeye atmasın demişler. Hatta şehrin birçok yerinde “Sokak satıcılarından uyuşturucu satın almayın. Kasım ayında üç turist bu yüzden öldü” şeklinde devasa ışıklı uyarı levhaları bulunuyor. Merak etmeyin, ortalık coffee shop kaynıyor ama biz beş gün boyunca sokaklarda sersefil olmuş, naralar atan, kavga eden, bir köşede sızmış kimseye rastlamadık.
* Çok fazla kitapçı var. Hepsi de çok güzel ve davetkar. Tasarım dergileri, değişik dilde romanlar, indirimli kitaplar. Birbirinden güzel vintage, dekorasyon mağazaları, ilginç plakçılar, müzik evleri, sokakta ikinci el pazarları var. Ben nedense sokaklarda kurulan ikinci el kıyafet pazarlarından hiç hoşlanmıyorum! Ama eğer siz seviyor iseniz Amsterdam bu konuda bir cennet 😉
* Musluk suyu hem gayet güvenilir, hem de temiz ve tadı da güzel. Ayrıca bedava! Dışarıda 200 ml suya 3 Euro verince -ki birayı 2,70 Euro’ya içtik aynı yerde- ben de şişemi musluklardan doldurdum, benim gibi gün içerisinde sudan başka bir şey tüketmiyorsanız aklınızda olsun.
* Belli bir bütçe ile gittiniz Amsterdam seyahatinize diyelim. En azından öğlen yemeklerini uygun bir ücret mukabili halletmek istiyorsunuz, onu da düşünmüş bu adamlar. Alın size FEBO, nam-ı diğer fast food otomatları! Minik dükkanların içerisine yerleştirilmiş, bozuk para ile çalışan, bildiğimiz yiyecek-içecek otomatlarında Amsterdam klasiği çeşit çeşit ve sıcacık kroketlerden (1 ila 1,5 Euro) ya da burgerlerden (2,50 Euro) satın alıp yiyebiliyorsunuz. Yiyecekler bir görevli tarafından sıcacık hazırlanıp otomatlara yerleştiriliyor!
* Binalar uzun ve dar ve öne doğru eğimli, yandan bakılınca gayet çarpık görünüyorlar! Biri önde biri biraz arkada şeklinde bitişik nizamda dizilmişler. İlk günden bunu fark etmemiz iyi oldu, zira kafamız güzel olmadan görüp binaları “ahan da olmuşuz biz” diyecektik 🙂 Şaka bir yana bunun sebebini merak edince karşımıza şöyle bir bilgi çıktı: Binalar uzun ve dar olarak inşa edildiği için merdivenler de gayet dar ve üst katlara eşya taşımayı gayet sıkıntılı bir hale getiriyor. Bu sebeple binaların çatısına yakın yerlere çıkıntılar inşa ederek makara sistemi kurmuşlar. Bu şekilde eşyaları yukarı doğru dışarıdan çekerek taşıyorlar. Bu sırada eşyaların binaya çarpma ihtimalini azaltmak için hafif öne eğik inşa etmişler!
* Şimdiye dek hiç Heineken marka bira içmemiş olduğum için kızdım kendime. Zira 1864 yılında Amsterdam’da kurulmuş köklü ve değerli bira markası Heineken meğer ne kadar yalın ve güzel bir tada sahipmiş! Ben bira içmeyi çok seven biri değilim gerçi. İlk defa San Diego’da keşfedip, “Hah işte içeceksem bu olsun benim biram, aromalı gazoz gibi” dediğim IPA’ler dışında yurt dışında çok bira peşine düşmem. Ama Heineken hakikaten de buzz gibi içince hele, pek güzeldi pek hoştu 🙂
* Marqt adlı market, uygun fiyata temiz ve organik besinler bulabileceğiniz pek hoş bir market zinciri. One Life Be Fit kafasında olanlar için cevher 😉
Amsterdam çok uzun zamandır listemizde olan bir yer. Hatta bir kaç ay önce acaba Mart sonu Nisan başı gitsek mi niyetlendik ama sonra vazgeçtik. Ben de aynen senin gibi şehri araştırmadan önce bir haftasonu yeter diye düşünüyordum ancak biraz bakınca rahatlıkla 4-5 gün gezilebileceğini farkettim.
Yazdıklarını okuyunca Amsterdamlılara imrendim. Şehir kültürünün gökdelenlerle değil bireylerle yaşatılabildiğinin anlaşıldığı yerlerde yaşayabilmek ne keyifli. Merakla bekliyorum diğer yazılarını da 🙂
Sevgili Epicurious,
Öncelikle gidecekseniz zaten havaların birazcık daha ısınmasını bekleyin derim. Zira Mart, hala ilik donduran cinsten soğuklara eşlikçi! Temmuz sonu Ağustos başı bir hafta boyunca yılın en keyifli ve eğlenceli ve cıvıl zamanına denk geliyormuş Amsterdam’da, Gay Parade! Teknelerle kanallardan akşama dek süren geçit törenleri de cabası. Doğru zaman o zaman, fyi 🙂
Bir hafta sonu ile kısıtlamak hakikaten haksızlık bu şehre. Pişmanım eski düşüncelerim için 🙂
Ben bir süredir şalteri kapatıp gidiyorum seyahate. Kıyaslamamaya gayret ediyorum elden geldiğince burasını ve oraları. Yoksa zehir oluyor yaşadığın her an sana!
Amsterdam’da kimsenin kimseyle ilgilenmediğini, insanların özgürce, keyif içinde yaşadıklarını, “özgürlüğün herhangi bir şeyin bokunu çıkarmak olmadığını” görüyorsun ve oluyor işte diyorsun. Adamlar yapıyor ve oluyor, ne güzelmiş 🙂 That’s it :))
Ne kadar güzel ve açıklayıcı bir yazı olmuş. Uzun zamandır gitmek istememize rağmen, biz de bir türlü gidemedik. Umarım o gün çok da uzak değildir 🙂
Sevgili Pinosh,
teşekkür ederim.
sen iste gönülden, en doğru zamanda gerçekleşecek gör bak 🙂