Güzel Yerler Konulu Yazılar

Grand Canyon Tecrübesi!

Las Vegas’taki son akşamımızdan sonra sabah erkenden kalkıp, daha önceden kiraladığımız arabamızı alarak hedef nokta “Grand Canyon“a doğru yola koyulduk; ama önce yolumuzun üzerinde yer alan “Hoover Dam“a uğradık. Hava inanılmaz sıcaktı bu arada, iki ayın sonunda Amerika’da buludunduğumuz yerler içerisindeki en sıcak günü o gün yaşadık: 110 F, yaklaşık 42 C!

Nevada sınırının önünde bir hatıra fotoğrafı çektirmek adettenmiş, kaçırmadık fırsatı 🙂 Hoover Barajı, hemen sınırın karşısında. Bir ucunda Arizona, diğer ucunda Nevada sınır tabelaları var. Orijinal ismi Boulder Barajı olan, 1930’lu yılların bu mühendislik harikası yapıya, daha sonra 31. Amerikan Başkanı Hoover’ın anısına Hoover Barajı ismi verilmiş. Zamanında, o güne dek yapılan en büyük baraj alan Hoover, 2.5 milyon metreküplük bir beton yapı olarak oldukça heybetli bir görünüme sahip. Fakat  geçenlerde TV’de National Geographic kanalındaki “Mega Yapılar” programında gördük ki Türkiye’de alası inşa aşamasında! Artvin’de bulunan Deriner Barajı Türkiye’nin en büyük, dünyanın da üçüncü büyük barajı olma yolundaymış. Gerçekten de yapım aşaması belgeselinde, Hoover Barajı ile karşılaştırıldığında muazzam bir yapı ve güç kaynağı.

Baraj ziyareti sonrası kendimizi klimalı arabamıza atarak neredeyse hiç bitmeyecekmiş gibi süren bir yolculuğa çıktık! Aslen Grand Canyon Ulusal Parkı‘na diye çıktık yola. Fakat yolda “Acaba şu Sky Walk ne menem bir şeymiş, görsek mi ki?” derken yolumuzu değiştirip Batı tarafına döndük! O yol, bitmedi! Belli bir yere kadar asfalt, sonrası “Hulapai” yerlilerinin malı olunca topraktı haliyle yol! Belirtmek isterim ki, özellikle Sky Walk’ta yürüyeceğim diye tutturmuyorsanız kesinlikle Batı tarafını tercih etmeyin. Dosdoğru Ulusal Park’a diyin GPS’e, o sizi götürsün. Yaklaşık dört saat sürüyor yolculuğunuz, o sebeple çok oyalanmayın -bizim gibi- ve erkenden yola çıkın!

Zar zor vardığımızda hedefe, gördük ki Sky Walk (Cam Seyir Terası) üzerinde yürürken kendiniz dışında bir şey taşıyamıyorsunuz. Yani fotoğraf makinası, çanta. Ayrıca Sky Walk‘ın üzerinde yürüdüğünüz camları oldukça kalın olduğundan sebep çok farklı bir his uyandırmıyor kanyonun üzerindeyken. Bir de kanyonu gezmek için ödediğiniz ücrete ek olarak bir ücret daha ödüyorsunuz. Bence, kesinlikle gereksiz bir aktivite. Bunun yerine helikopter turu alın ve kanyonun üzerinde dolaşan, kanyonun içine kadar giren helikopterlerle bir saat keyif yapın. Zaten kanyonun kıyısına dek gelip de 1.2 km.lik derinliğe sıfır noktasında aşağıya bakış imkanınız var. Ben hatta, sevgili kocamın “Yapma, etme” söylemlerine rağmen ta ucuna dek gelip oturdum ve aşağıdaki fotoğraftaki görüntü çıktı. Eğer ki sevgilim daha yüksekten çekseydi benim fotoğrafımı, tam olarak kanyonun, yani 1.2 km.lik yüksekliğin ucunda oturduğum rahatlıkla görülecekti!

Grand Canyon gerçekten de olağanüstü bir doğal harika! Orada bulunduğumuz anlarda resmen büyülendik. Batı tarafındaki en önemli nokta “Eagle Point” yani “Kartal Noktası“. Aşağıdaki fotoğrafta oldukça net olarak kanatlarını açmış şekilde duran kartalı görebilirsiniz. Birleşik Devletler ziyaretiniz sırasında, imkanınız ve zamanınız varsa, kesinlikle görülmesi ve tecrübe edilmesi gereken “Once in a life time” bir aktivite bence.

 

What Happens in Vegas, Stays in Vegas!

Meali; Vegas’ta olan Vegas’ta kalır!

Evet sayın okuyucular, biz bu hafta sonu üç gün için Las Vegas’a kaçtık. Pek eğlendik, harika şeyler yedik-içtik ve en önemlisi aylardan sonra bendenizin ilk defa kemikleri, ilikleri ısındı kırk derecenin üzerinde sıcaklığı görünce! Faydalı olacağına inandığım bir Las Vegas derlemesi ile işte karşınızdayım. Buyurun notlara ve fotoğraflara:

  • Las Vegas’ta üç gün geçirdikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki buraya “bekar” gelmek lazımmış!
  • Las Vegas’ta tüm otoparklar ücretsizdi, ki bu acayip bir olay.
  • Oteller inanilmaz şık, odalar nefis. Harika ve yıldızlı şeflerin işlettiği bir sürü güzel restoran var. Otellere check-in yaptırdıktan sonra burnunuzun ucunu dışarıya çıkarmadan hayat sürdürülebilir, net!

  • Kaldığımız The Cosmopolitan Oteli, Vegas’a en son yapılan otelmiş. Lobisinden, açık alanlarına-havuzlarına, odalarından manzarasına kadar etkileyiciydi.
  • Kumar oynamaya gelenlerin yanı sıra, “Bekarlığa Veda”, “Balayı” ve “Doğumgünü” kutlamaları için de sıklıkla tercih edildiğini gördük.
  • Havuzlar sadece içine oturup serinlemek için kullanılıyor. En derin yeri belimizdeydi. Zaten Amerikalılar kafalarını suya sokmazlarmış! Havuzda yüzmek hayaliyle-benim gibi- giden olursa sukutuhayale uğrar. Hava o kadar sıcak ki zaten, anca serin havuzda oturup içki içmek istiyor insan.
  • Havuz barlarından havuzun içine içki servisi var 🙂 Böylece benim için de bir ilk gerçekleşti ve Bloody Mary’imi havuzun içinde içmiş oldum.

  • Havuzların çevresinde kullanıma açık localar var! İçlerinde plazma TV’si, uzanmak için rahat, yastıklı sedirleri olan bu locaların günlüğü 750$. Burayı aldıktan sonra 750$’dan yediğiniz içtiğiniz düşülüyor.
  • Gündüz havuz partilerinden birine denk geldik. DJ eşliğinde club müzikleri eşliğinde herkesin hem havuzda hem dışında çılgınlar gibi eğlendiğine şahit olduk. İşte o an, “10 yıl kadar genç olsaydık keşke” dediğimiz anlardan biriydi 🙂
  • Las Vegas’ta her yerde; otelin içinde, havuzda, kumarhanede, restoranda sigara serbestisi bizi en çok şaşırtan şeylerden bir diğeriydi.
  • Tüm kadınların; yani yaş aralığı ne olursa olsun tüm kadınların kıyafetlerinde iki özellik göze çarpıyordu: 1-Etek boyu popo çizgisinin hemen altında, daracık elbise ya da etek giyiyorlardı. 2-Yüksek topuklu ayakkabı giyiyorlardı. Vegas’a gitmeyi düşünen kadınlar için bu ayrıntı önemli. Ne kadar kısa ve dar elbiseniz varsa o kadar iyi. Beden ölcünüz ise kesinlikle önemsiz!

  • Hayat 24 saat devam ediyor Las Vegas’ta. Sabah uçağıyla geldiğimiz için otele 08:00 civarında gördük ki, casino ve barlarda hala insanlar vardı!
  • Ve yine gördük ki bendenizde potansiyel bir kumarbaz ruhu varmış. Kocam zor çekti aldı beni kolluların başından:) Kendisinin ‘craps’ masasında kazandığı miktarı ben kollularda yemiş oldum! Ve sanırım “Yine olsa yine yerim”
  • San Francisco’da 18.00-20.00 civarında kapanan marketler, mağazalar 24 saat açıktı Las Vegas’ta!
  • Her şey para harcatmak üzerine kurulu burada. Ama seni zorlayan bir durum yok, sen kendin kuzu kuzu yapıyorsun o işi 🙂 Bazı otellerin içlerinde, kumarhanenin hemen yanı başında Gucci, Dolce&Gabbana, Louis Vuitton, Tiffany gibi mağazalar mevcut. Kumar oynamaya gelen adamların eşleri sıkılmasın diyeymiş çoğu 🙂

  • Otoparklar ücretsiz, lakin WiFi kullanımı ücretli! Bizim otelin günlük WiFi kullanımı için biçtiği değer 15$’dı. Yani diyor ki “Boşver interneti, aşağıya in 1 cent’lik makinalar bile var, o parayı kumara harca” 🙂
  • “Kumarhaneyi boşvereyim bu gece başka ne yapabilirim dışarıda” dersen eğer;
  • Ücretsiz olarak: Bellagio Oteli’nin önündeki havuzda (Ocean’s Thirteen’den hatırlarsan eğer) müzikle dans eden havuz fıskiyelerini izleyebilirsin. Her defasında farklı bir müzikte dans eden fıskiyelerde benim şansıma Michael Jackson vardı 🙂 Koreografi muhteşemdi! Sanıyorum akşamüstü saat 19.00’dan itibaren yarım saatte bir gece yarısına kadar tekrarlanıyor gösteri.

  • Yine Bellagio Oteli’nin içerisinde, her yıl en az beş milyon insanın ziyaret ettiği, mevsimlere göre değişen Botanik Bahçesi gerçekten görülmeye değer.
  • Treasure Island Oteli’nin önündeki havuzda ise Deniz Kızları-Sirens’lerin korsanlara karşı yaptığı gösteri var. Mutlaka seyredin, çok keyifli 🙂
  • Caesars’ın Forum Alış veriş merkezinde gezebilir (160 mağaza ve 15’in üzerinde restoran var), buradaki Atlantis Show’unu izleyebilirsiniz.
  • Las Vegas’ın o ışıltılı bulvarı Strip’te turlayıp tüm otelleri görün; özellikle Bellagio’nun, Venetian’ın, Caesars Palace’ın içini gezin ve New York-New York, Paris, Luxor’un civarında fotoğraf çekin.

  • Ücreti dahilinde; birbirinden güzel sahne şovlarını, müzikallerini izleyin. Örnek olarak; 10. yılını dolduran şovuyla Celine Dion’u ve Jersey Boys’u Caesers Palace’ta, dünyaca ünlü Cirque du Soleil’in Ka adlı gösterisini MGM Grand Otel’de seyretme imkanı bulabilirsiniz. Ayrıca CSI’a meraklıysanız benim gibi, sizin için oluşturulan suç mahallinde cinayeti çözüp sonrasında CSI uzmanlarıyla yemek yiyebilirsiniz 🙂
  • Birbirinden özel restoranlarda akşam yemeği yiyebilir, kulüplerde dans ederek eğlenebilirsiniz. Bizim yemek yediğimiz ve kulüp olarak tercih ettiğimiz mekanlardan The Cosmopolitan Otel’de bulunan The Milos adlı Yunan restoranını ve ödüllü açık büfesiyle Wicked Spoon’u kesinlikle önerebilirim. Kulüp olarak da yine otelimizde yer alan Marquee ve Encore Otel’de bulunan Surrender ve XS tavsiye edilir.

Sorularınız olursa seve seve cevaplarım. Sonraki yazımı Las Vegas’tan dönerken uğradığımız Hoover Dam ve Grand Canyon üzerine yazıyor olacağım.

Tadım “Tasting” Aktiviteleriyle Geçen Hafta Sonları

Geçtiğimiz hafta sonu aklımızda Napa Vadisi’nde hatırı sayılır bağları ve şarap üreticilerini ziyaret etmek ve Şarap Tadımı “Wine Tasting” yapmak vardı. Bu konuda tecrübeli arkadaşlarımız “Napa’da bir günde en az üç, dört yeri ziyaret edebilirsiniz” demişlerdi. Sabahtan yola çıkarız, birer birer dolaşmaya başlarız demiştik biz de. Evdeki hesap çarşıya pek uymadı, biz sabah saatlerinde değil öğlen yola çıkabildik. Yolda iki arkadaşımızın da katılımıyla ilk olarak Napa’nın en büyük ve eski, Türkiye’de de en bilinen şarap üreticisi Robert Mondavi‘ye ulaştığımızda saatlerimiz 14.30’u çoktan geçiyordu bile! Şansımıza o gün bağların bulunduğu alanda büyük ve davetiyeli bir konser organizasyonu vardı; kapıdan döndük 🙂 O zaman dedik, hadi, ikinci en büyük üreticiye gidelim… Beringer, Alman sahipleri tarafından 1875 yılında kurulmuş ve o zamandan beri faaliyet göstermesi sebebiyle Napa’nın en eskisi. Yemyeşil ağaçların, mis kokulu çiçeklerin arasında bir yerde Beringer. Etrafı piknik masaları ile çevrili kocaman bir bahçesi var. Tadım için iki alternatifiniz var: Old Winery ve Rhine House Mansion.  İlkinde $20 vererek Beringer’in hafiften orta dereceye kadar ürettiği şaraplardan menüde yer alanlardan üç tanesini seçiyorsunuz. İkincisinde ise sınırlı sayıda ve reserv şarapların arasından üç tanesini seçerek tadabiliyorsunuz, ki bunun için ödeyeceğiniz ücret $25. Biz denediklerimiz içerisinde en çok 2006 Private Reserv Cabarnet Sauvignon’u beğendik. Tadım yaparken isterseniz kraker, peynir ya da şarküteri ürünlerinden de isteyebiliyorsunuz masanıza.

İsterseniz şaraplar hakkında bilgi veriliyor size, ama tadım için doldurulan kadehler bizim gibi “güzel” içenler için değil; adı üzerinde tatmak için 🙂 Dolayısıyla üç kadeh ile başlayıp da keyfe, isteğe gem vuramayınca… Hava da bir güzel bir güzel olunca… Dışarıdan canlı müziğin sesi de pek hoş ve davetkar gelince… Şaraphanelerin hemen hemen hepsinin saat 17:30 gibi kapanıyor gerçeğini de göz önünde bulundurunca… Dedik ki, hadi şuradan bir şişe şarap alalım ve adam gibi içelim bu güzel havanın, bu güzel ortamın ve canlı müziğin eşliğinde! Pek mesut, pek güzel bir iki saat geçirdik orada biz. Ama tabi böyle bir şaraphane görmekle olmadı bu iş, dönene dek gideriz umuyorum ki bir defa daha en azından 🙂

 

Bu hafta sonunda ise, bir süredir konuştuğumuz Peynir Tadımı “Cheese Tasting” aktivitesi için erkenden (bu defa başardık:) yola çıktık yine dört kişi. Peynir tadımı için kaynağımız burasıydı. Bu haritada görülen rotalardan bize en uygun olanını yaparak sırasıyla 21, 12, 15 ve 9 numaralı peynir üreticilerini ziyaret ettik. Bu rota yaklaşık -yolu da hesaba katarsak- dört saat kadar sürüyor. Peynir tadımlarında işletmeler sabah saat 09:00 gibi açılıyor ve ortalama 17:00 civarına dek meraklılar için hizmet veriyor. Bazı üreticileri ziyaret etmek için önceden telefon edip randevu almanız gerekiyormuş. İlk durağımız Spring Hill Cheese Company. Burası çiftliğin yakınlarında yer alan satış merkezi. Peynirlerin tümü soğuk dolaplarında, paketlenmiş halde duruyor. Her peynir çeşidinin hemen önünde tadım için dilimlenmiş, küp küp kesilmiş peynirler ve kürdanlar var. Peynirleri tadarak, en beğendiğinize karar veriyor ve sonra marketteki satış fiyatlarından bir miktar daha makul fiyata satın alabiliyorsunuz. Ben özellikle son dönem keçi peynirine merak saldığım için keçi sütünden yapılmış olan peynirleri denedim. Burada favorim bu oldu. Biz $5 verdik. İkinci durak bizi en tatmin eden peynir üreticisi oldu. Özellikle Brie’leri insanı yoldan çıkaracak derecede güzeldi. Bu ve bu gönlümüzün ve midemizin şampiyonları oldular ve o anda yapılan bir düzenlemeyle beşer çeşit peynir aldık buradan ve toplamda $10 verdik!! Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz piknik alanına da sahip olan bu peynir üreticisinde içeriden peynirleri, ekmeği ve reçelleri alıp, burada masalarda piknik yapmak da mümkün. Biz ayrılırken bir iki aile yerleşmişti bile piknik masalarına!

Ben daha çok sert yapılı, tadı keskin ve baharatlı peynirleri tercih ediyorum. Eskitilmiş gouda, eski kaşar, mimolet gibi… Son iki üretici daha çok yumuşak ve sürülebilen peynirleri üreten çiftlikler olduğu için onlardan pek beğendiğim olmadı. Ama California bölgesinin en önemli peynir üreticilerini görmek ve tanımak açısından çok faydalı bir yarım gün olduğunu söyleyebilirim 🙂 Bir dahaki sefere de bu çiftliği listeye aldık. Yakında buradan da haber veririm.

 

Peynir tadımını bitirip yola birlikte çıktığımız arkadaşlarımızın daha önce denediği bir yere, Tomales Bay Oyster Company‘nin piknik alanına geçtik. Deniz ürünlerini; her türlü balık, midye dolma-tava, ahtapot, yengeç, kalamar ızgara-kızartma-dolma’yı ne kadar çok sevdiğimi; deniz ürünlerine en yakışan içkinin -bence- rakı olması sebebiyle de ne kadar çok rakı-balık olayına girdiğimi artık biliyorsunuz 🙂 Fakat hayatımda hiç oyster, yani istiridye denememiştim! Hem de çiğ! Bu piknik mecrasının olayı şu şekilde: İçeceklerinizi ve piknik için tüm malzemenizi siz getiriyorsunuz. Tomales Bay’in piknik alanında mangallar, piknik masaları mevcut. Gidip bir masaya yerleşiyor ve hemen kıyıdaki satış standından istediğiniz kadar istiridye alıyorsunuz. İstiridyelerin yanında onları açmak için kullanabileceğiniz eğe benzeri bir bıçağı depozito karşılığı size veriyorlar. Sonra bu istiridyeleri ister hemen oracıkta açarak çiğ, isterseniz aldığınız haliyle mangala koyup, hafif ağızlarını açtıkları anda olduklarını varsayıp pişmiş olarak tüketiyorsunuz. Bilinen tüketim şekli çiğ istiridyenin üzerine limon sıkıp, acı sos dökmek. Biz yanımızda getirdiğimiz sarımsak ezmesinden de bir miktar ekledik çok lezzetli oldu. Deniz ürünü seven ve hala denememiş olan varsa, rahatlıkla yiyebilir. Tadı ve dokusu rahatsız edici ve belirgin değil. Sosa ve limona bulayınca da zaten her şey çok güzel oluyor 🙂 İstiridyelerin bitimi sonrası, “E, bu kadar yeter!” diyen Türk erkeklerinin yanımızda getirdikleri sucukları mangala atmalarıyla midelerimiz bayram etmedi değil haliyle.

Keşiflerle dolu San Francisco yazılarına elimden geldiğince hızlı bir şekilde devam edeceğim. Ama tabi daha kısa şekliyle neler yapıyoruz için diğer blogumuzu; benim çektiğim anda paylaştığım Instagram fotoğrafları için de burayı takip edebilirsiniz her zaman. Harika bir hafta diliyorum.

 

San Francisco Duvar Sanatları!

Her ne kadar farklı kültürlere, o kültürden gelmiş insanlara kucak açmış olsa da San Francisco; ilk olarak 1776 yılında İspanyol misyonerlerin gelip yerleşmesi ve kendi misyonlarını burada genişletmeleriyle yer alıyor tarihte. 1821 yılına dek California ve Meksika İspanyol toprakları sayılırken, Meksika’nın bağımsızlığını ilanıyla California’da da İspanyol egemenliği sona ermiş. Lakin Latin etkileri, izleri her alanda San Francisco’da özellikle Mission olarak adlandırılan bölgede göze çarpmaya devam ediyor. En güzel Meksika yemeklerini, restoranlarını burada bulabilirsiniz.

Mission bölgesi ayrıca sanatçıların, genç “hipster”ların da çoğunlukla tercih ettiği bir bölge. Bir sürü keşfedilecek kafe, kitapçı, vintage butik var. Biz bir günümüzü burada dolaşarak geçirdik, lakin daha çok gideriz gibi gözüküyor. Zira çok meşhur Bi-Rite Creamery‘den dondurma yiyeceğiz! Cenk’in yazısında okuduğumdan beridir gitmek istiyorum. Çünkü şu dünyada en sevdiğim ve bağımlısı olduğum tatlı şey: Dondurma! Fakat yine Cenk’in de bahsettiği gibi önündeki sırayı bekleyip dondurma yemeği göze almak cesaret istiyor…

O tek günde sağa sola bakmaktan zaten ağır ağır ilerlerken Clarion Alley‘e geldiğimizde soluğumuz kesildi resmen. Mission bölgesindeki özellikle iki cadde; Clarion ve Balmy, sokak sanatçılarının inanılmaz güzellikte ve özenli eserler sergiledikleri açık hava sergileri olarak anılıyor. Özellikle Balmy, Meksikalı sanatçıların Diego Riviera’dan esinlenerek yaptıkları daha politik temalı eserleri içeriyormuş. Aşağıda görecekleriniz Clarion caddesindekiler… Burada bulunduğumuz süre boyunca San Francisco’nun diğer sokakları ve bölgelerinde yer alan muhteşem duvar sanatlarını da sizinle paylaşmak istiyorum.

Sporu İhmal Etmiş Olabilirim!

Ama güzel yürüyorum buralarda da ben!

En çok Twitter‘da söyleniyorum havasına bu şehrin! Alışamadım. Dördüncü haftanın içerisindeyiz, velakin değişen bir şey yok. Havayı nadir güzellikte bulduğum zamanlarda hiç vakit kaybetmeden kendimi dışarıya atıyor, yürüyor, yürüyorum. E, şehir de başlı başlına yokuşlardan oluşmuşsa, gayet güzel spor yapıyorum diye kendimi avutabiliyorum. Geçenlerde evimizin bulunduğu Taylor Caddesi’nden yukarıya doğru yürümeye karar verdim. Yukarıdaki fotoğrafta görülen uzun binanın yanındaki bina, bizim bulunduğumuz bina. Caddenin fotoğrafını çektiğim yer “Nobb Hill“. Burada Paris’teki Notre Damme Katedrali’nin bir benzeri olarak inşa edilmiş “Grace Katedrali” bulunuyor.

Katedralin tam karşısında da çok sevimli, minik bir park var. Havayı güzel bulunca cümle alem bir park, bir çimenlik alan bulup yayılıyor zaten. Kimi piknik yapıyor, kimi güneşleniyor, kimi kitap okuyor. Aşağıdaki amcayı da katedralin karşısındaki “Huntington Park“ta güneşlenirken yakaladım 🙂

Parkta biraz dinlenmekle iyi ettiğimi biliyordum, çünkü haritada gördüğüm “Russian Hill”e çıkmak için güce ihtiyacım vardı! Söylenenlere göre, altına hücum döneminde San Francisco’ya sıklıkla Rus denizcileri ve tüccarlar gelirmiş ve bu tepede ölülerine ait bir mezarlık meydana getirmişler. Zamanla mezarlar kaldırılmış ama tepenin adı baki kalmış. Bu tepede güzel bir park var ve oradan “San Francisco Körfezi”ni ve “Bay Bridge“i aşağıdaki gibi görebiliyorsunuz.

Ayrıca tepeden meşhur “Alcatraz Hapisanesi”nin bulunduğu adayı da fotoğraf makinanızın zum özelliğini kullanarak bu şekilde görüntüleyebilirsiniz.

Bu bölgede çok güzel kafeler, restoranlar var. Tabi hava güzel olunca dışarıdaki masalarda yer bulmak zor olduğu için, ben de artık tepeden yokuş aşağıya doğru yürüyerek “Fisherman’s Wharf”a gitmeyi ve orada soluklanmayı daha uygun buldum. “Fisherman’s Wharf” ve çevresi ayrı bir yazıyı hak ediyor. San Francisco’nun görülesi yerlerinden biri, o sebeple başka bir yazıda sırf bu bölgeyi anlatmak istiyorum.

“Fisherman’s Wharf”a indikten ve oralarda sahilde biraz güneşlenmeye çalıştıktan sonra tekrar yürüyerek, ama sahil tarafından artık eve yürüdüm ve  6,5-7 km. civarında yol katettiğimi hesapladım evde. Fena değil değil mi? Bu yürüyüşleri haftada birkaç defa yapıyorum, ama bir de koşmaya başlamam lazım tekrardan. Çünkü 29 Temmuz’da katılacak bir maraton buldum. İşte burada! Burada 5k koşmayı planlıyorum. Zaten normalde de 5k’yı rahat koşabiliyordum, bakalım ne haldeyiz?