Güzel Yerler Konulu Yazılar

İki Hafta Sonunda!

*Gün batımında silüeti görülen Golden Gate Köprüsü*

*Arkada silüeti görülen de meşhur hapishanesi Alcatraz!*

San Francisco’da kiraladığımız evde ikinci haftamızı bitirdik. Şimdilik her şey yolunda, keyifler yerinde. Tek alışamadığım ve inatla her gün söylenmekten vazgeçemediğim tek olumsuz şey ise havası! Bu mevsim ve bu ayda benim canım ülkem sıcaklarla boğuşur. Beni bilenler, ılıktan sıcağa yaklaştıkça hava durumu, bu durumdan ne kadar hoşlandığımı ve sesimi pek çıkartmadığımı bilirler. Akrep kadınıyım, ve evet ilginçtir, sıcak severim!  Elbette gelmeden önce arkadaşlarımız ve genel hava durumu bilgilerinden çok aman aman sıcak bir memleket olmadığını biliyorduk San Francisco’nun. Burada yaz-kış sıcaklık farkı 10 derece arasında oynarmış. Ama yine de ben bu kadar olacağını hiç mi hiç tahmin etmemiştim. Bir de o kadar çok rüzgar var ki, zaten geldiğimizden beri zorla 15-17 derece arasında değişen hava sıcaklığı, rüzgarından sebep hiç hissedilmiyor ne yazık ki.

Gelir gelmez iki güzel etkinliğe denk geldik. İlki, aşağıda birkaç fotoğrafını göreceğiniz SF Pride. Tam 42 yıldır geleneksel olarak düzenlenen, San Francisco’nun sosyal anlamda en tanınan ve değer verilen “Gay, Lezbiyen, Biseksüel, Transseksüel Etkinliği”. Yaklaşık 30 yıl önce, filmini de izlediğimiz,  Harvey Milk’in ateşli konuşmalarını yaptığı yeri merkez kabul etmiş ve iki gün süren etkinliğin başlama yeri burası olmuş.

Pazar günü, yani etkinliğin son günü büyük bir geçit töreni yapıldı. San Francisco’nun en bilinen ve merkezi caddesi olan Market Street nerdeyse iki saat boyunca rengarenk geçişe, danslara, müziklere, ilginç arabalara sahne oldu. Bize ilginç gelen ve kesinlikle bizde hayatta göremeyeceğimizi düşündüğümüz sahne ise, San Francisco Polis Departmanı’nın resmi arabaları ve üniformaları içersisinde geçite katılmalarıydı. Yürüyerek arabaların arkasından gelen gay ya da lezbiyen polis çiftler el ele tutuşarak iki saat boyunca yürüyerek herkesi tek tek selamladı.

Daha sonra akşamüstü saatlerini geçirmek üzere 75. yılını kutlayan Stern Grove Festivali‘ne gittik. Öğle saatlerinden itibaren piknik sepetini, örtüsünü kapananın gelip Stern Grove Parkı’na kurulduğu, açılış konserinin özel sanatçısının benim liseden beri sevip dinlediğim Anita Baker olduğu harika bir atmosfere daldık. Ne yazık ki piknik hazırlığımız olmadığı için biz sahne önünde ön grupları ve Anita’yı dinledik su içip 🙂 Ama mesela önümüzdeki hafta Pazar günü San Francisco Senfoni Orkestrası’nın konseri olacak burada. Bu konsere sandviçler, içecekler ve örtümüzle gideceğiz; kaçmaz.

Bu iki etkinlikte de gözlemlerimiz insanların oldukça rahat ve sakin olduğu üzerinde birleşiyor. Kişisel alanlara çok saygılılar. Örneğin hem geçit töreninde hem de konserde herkesin sağında solunda arkasında oldukça boş yer vardı. Bizde olsa muhtemelen o boşluklara üçer, beşer kişi dayanır; sırt sırtayı da geçer iç içe geçerdik herhalde! Kimse itişmiyor, geçerken sağından solundan “Excuse me” diyenin, özür dileyenin sayısını unuttum. Trafik konusu zaten inanılmaz. O konuda tek bir kelime dahi etmeyeceğim. O seviyeye erişmemiz mümkün değil bence!

Tabi yukarıdaki olumlu gelen şeylerin yanı sıra hiç de hoşuma gitmeyen, trafiği bozuk, insanları itiş-kakış olan ülkemde bile “yok artık, bu kadar da değil” dedirten şeylere de şahit oluyorum. Mesela merkezde değil, ama sokak aralarında herkes bir posta kutusu, çöp kutusu, ya da parkmetrelere işiyor. Geldik geleli üç defa şahit olduk bizzat. Zaten geçtiğim her sokak arası sidik kokuyor. Bu kadarı da fazla dedirtiyor hakikaten. Bir de inanılmaz sayıda evsiz insan var sokakta. Çok! Gezdiğim dolaştığım hiçbir ülkede görmediğim kadar hem de! Battaniyeleri sokaklara, kaldırımlara serip yatıyorlar. Alışveriş arabalarında tüm eşyaları, o sokaktan o sokağa çeke çeke götürüyorlar tüm eşyalarını. Arkadaşlarımızdan duyduklarımıza göre daha soğuk olan eyaletlerden otobüslerle buraya evsizler gönderiliyormuş, nispeten daha ılıman bir iklimi olduğu ve San Francisco halkı daha toleranslı, yardımsever olduğu için. Enteresan!

İki haftanın sonundaki genel gözlemlerim bunlar. Bir dahaki yazıya da bu zaman kadar keşfettiğimiz restoranlar ve ilginç gece hayatı tecrübelerimiz olacak. Bu arada 4 Temmuz’da biz de genele uyup bahçede barbekü olayına gireceğiz! Bir çift arkadaşımızın bahçesine davetliyiz yarın. Bakalım neymiş olay 🙂 Harika bir gün diliyorum size. Bu arada arada, daha sık güncellenen usin99days‘e de göz atmayı unutmayın. Orada bir video paylaştık hatta SF Pride’dan. Yeni yeni alışıyoruz video işine:)

 

USin99Days- CARMEL (A Dream Land)

Carmel. Pasifik kıyısında, Monterey sahillerinin güneyinde, San Francisco’ya 120 mil uzaklıkta bir rüya şehri. Yürüyüş ve sörf yapabileceğiniz, sahilinden denize girebileceğiniz, tekne ile kıyısından açılabileceğiniz, o güzel yollarında bisiklete binebileceğiniz bir yer.

Gaspar de Porola, Meksika’lı bir toprak sahibi, 1796 yılında babası keşiş Junipero Serra ile misyonlarına yeni bir zincir ekleme arzusu nedeniyle California sahillerine gelmiş. 1771 yılında Carmel Vadisi’nde misyonlarını kurmuşlar. Burasını seçme nedenlerini ise bolca hasat alabilmek için gerekli olan mükemmel toprak kalitesi ve su kaynaklarına bağlamışlar.

Kültür ve sanat aktiviteleri, konser ve festival etkinlikleri açısından oldukça zengin bir yer Carmel. Yıl içerisinde sayısız organizasyon var katılabileceğiniz. Ayrıca şehrin içerisinde bir sürü sanat galerisi ve müze de mevcut.

Beni benden alan tarafına gelince. İnanılmaz yeşil. Her taraf yemyeşil, ama yeşilin açıktan koyuya her türlü rengini görebileceğiniz bir sürü bitki ve ağaç mevcut. Sarmaşıklar, rengarenk çiçekler de cabası. Evet, Carmel sokaklarının o kadar çok çeşit çiçeğe ev sahipliği yaptığını düşünürseniz o mis gibi kokusuna da bir anlam verebilirsiniz. Her yer rengarenk. O kadar ki sokaktaki her yerin, her dükkan ve restoranın önünün, yanının, bahçesinin ve tabelasının fotoğrafını çekmek için adım başı durur buluyorsunuz kendinizi! Dükkan tabelalarına bir bakın lütfen:

Buralardayken kesinlikle bir defa daha gideceğimiz ve en az bir gece kalmayı planladığımız bir yer Carmel. Üzüm bağlarına sahip oluşu nedeniyle çok güzel şarapları ve şarap tadım evleri de mevcut ayrıca. Umarım siz de biraz olsun Carmel havasını yakaladınız ucundan. Keşke dünyadaki tüm güzel yerleri birlikte görebilme şansımız olsa!

Burada gördüğümüz şeyleri özel yapan aslında doğaya, şehirlerine, sokaklarına, bahçelerine, temizliğe önem veren insanların olması sanırım. Aynı bilinçle büyüyen, korumayı bilen, güzelleştirmek için birbirleriyle yarışan insanlar. Bizim Şirince’miz, Alaçatı’mız, Seferihisarı’mız da muhteşemler. Ama buradaki bilinç, saygı, anlayış, büyütme, ilerletme, katkı yapma çabasına biz de birlikte sahip olabilsek keşke.

Carmel’deki en sevimli yapıyı aşağıdaki fotoda gördüğünüz restoran ilan ettim. Nasıl? Alice Harikalar Diyarında gibi hissettim derken yanılmamışım değil mi 😉

Umuyorum bu fotoğraflar ve USin99Days günlükleri sizi bir süre daha idare eder. Zira San Francisco’da yerleşik yaşama ilişkin günce ve fotoğraflar yakında gelecek ve başlığımız bölümlere ayrılmayacak 🙂

Sevgiler güzel kalpli, güzel niyetli okuyucular 😉

USin99Days- Bölüm III

San Diego’da iki gece kaldık, velakin çok planlamamıştık burada gezmeyi. Hatta evinde misafir olduğumuz Tanja da bize “keşke buraya bir hafta ayırsaydınız, plajlarda vakit geçirseydiniz çok severdiniz” dediğinde bir miktar “Acaba mı?” dedik açıkçası. Ama asıl amacımız San Francisco olduğu için belki daha sonra geliriz dedik ve planladığımız şekliyle haftayı tamamlamayı daha uygun bulduk. San Diego’dan yola çıkıp sahil yolu üzerinden mutlaka görmemiz için salık verilen Monterey ve Carmel’e uğradık. Carmel’i özellikle bir sonraki yazıya saklıyorum. Çünkü benim için İtalya’da gezdiğim ve bayıldığım Cinque Terre kadar özel bir yere yerleşti kendisi. Bir nevi “Dream Land-Masal Şehir” oldu yani.

Monterey Yarımadası, Pasifik Okyanusu’nun dibinde. 1 numaralı sahil yolunu takip ederek Big Sur’den geçtik ve ulaştık Monterey’e. Şuradaki fotoğrafta gördüğünüz yolları aşıyorsunuz Big Sur’den ilerlerken. Biz akşamüstü saatleri bu yoldan geçtik. Oldukça virajlı ve dar yollar. Solumuz kayalıklar ve aşağıda okyanus, sağımız yemyeşil orman. Okyanusun üzerindeki nemli hava, kıyıya ve dağlara geldiğinde inanılmaz bir sis bulutu kütlesi oluşuyor ve havada bir blok oluşturuyor. Ne gökyüzünü görebiliyorssunuz, ne de yağmur yağıyor ve hava rahatlıyor. Bir süre için oldukça bunaltıcı ve depresif bir görüntüydü. Ama mis gibi orman kokusu ve yolun güzelliği bizi tekrar konsantre etti seyahatimize. Monterey’e gece ulaştık. Sabah olunca da ilk işimiz kahvaltı yapacak bir mekan bulmak için Monterey merkezini gezmek oldu. Fisherman’s Wharf, Monterey’in en görülesi yerleri arasında. Bir sürü taze deniz ürünü ile sınırsız menüler sunan restoranlar, mini kafelerden oluşuyor iskele. İskelenin bir çok yerinde “Whale Watching” tabelaları vardı. Tüm yıl boyunca Monterey’in bu iskelesinden kalkan teknelerle okyanusta serbest halde dolaşan değişik türdeki balinaları izleyebiliyor, besleyebiliyorsunuz. Monterey Körfezi, federal yasalarla deniz hayatının korunduğu bir bölgeymiş. Bu bölgede bulunan memeliler, balıklar, kuşlar ve her türlü bitki koruma altında.

Perşembe günü orada olduğumuz için, Katil Balina Orca’ları izleyebilecektik eğer gitseydik. Bir önceki akvaryum ortamından duyduğumuz rahatsızlık sebebiyle -bir nebze de olsa- bu doğal ortamlarında balinaları ve deniz canlılarını gözlem-izlem olayına çok da sert çıkmadık. Hele bir de az öteden gelen sesler nedeniyle iskelenin ucuna yöneldiğimizde gördüğümüz manzara bizi çok keyiflendirdi 🙂

Bu şeker deniz aslanları iskelede kurulmuş olan bir sal üzerinde uyuyorlardı. Bir tanesi denizin içinde uyukluyordu ki süper komikti 🙂 Bir kaç tanesi uyandı ve yüzmeye gittiler, biri kalabalıktan rahatsız oldu sanıyoruz ki söylene söylene atladı denize ve az ilerideki teknelerden birinin kıç tarafına çıkarak kendine başka, güvenli ve sakin bir yer buldu 🙂 Burada görebilirsiniz kendisini! En azından buradaki deniz canlıları tutsak gibi görünmediler bize.

Küçük şehrin içinde yürürken çok tatlı bir kafeye denk geldik ve kahvaltımızı burada yaptık. İnsanlar sakin, güleryüzlü. Sokaklar sakin, trafik zaten duble sakin! Birbirine trafikte bağıran yok, acele eden, kornaya yüklenen yok. Tabi ki istisnai durumlar olacaktır, ama buradaki istisna anca bizim ülkede trafikte bir yayaya yol verdiğimiz için hiç ses çıkarmadan arkamızda sukünetle bekleyen bir taksi şöförü görebileceğimiz kadardır bence! 

Hava kapalıydı oldukça, üzerimizde kalın montlarla titreyerek dolaştık çoğunlukla. (Henüz tişörtle dolaşılabilen bir hava sıcaklığına ulaşamadık! Şu anki en büyük sıkıntım budur 🙂 Monterey sonrası uğradığımız Carmel, kendimi “Alice Harikalar Diyarında”nın setinde hissetmeme neden olmuştur. Bu sebeple bir sürü fotoğraf ile kendisine özel yayını yarın yapacağım. Hepinize harika bir gün dilerim…

 

USin99Days-Bölüm II

Santa Monica’da sonra iki gece için San Diego’ya da geçelim dedik ve bir ev kiraladık. Airbnb, San Diego ve New York City için alternatif kalacak yer ararken karşımıza çıktı ve biz çok memnun kaldık. İster ev, ister oda kiralayabiliyorsunuz ve otellerden çok daha makul fiyatlara.  San Diego’da iki gece boyunca Tanja’nın misafiri olduk.

İlk gün Disneyland’ı, sonraki gün de Sea World’ü ve San Diego’nun merkezini gezecek vaktimiz oldu.  Disneyland Park, kesinlikle çocuğu olanlar için gidilmesi şart olan yerlerden biri bizce. Tam karşısında bulunan ve yeni açılan Disney California Adventure ise biraz daha büyükler için, daha gelişmiş bir bir eğlence parkı.

Disneyland Park’ta “Tomorrowland” kısmında Space Mountain ve 3D Star Tours aktivitelerinde çok eğlendik. Bu yaşıma kadar bu tarz etkinilklere katılmamış olmamdan sebep, suyunu çıkardım sonuna dek ve kesinlikle çok, ama çok keyif aldım!

Disneyland California Adventure kısmında ise “Twilight Zone, Tower of Terror” bölümü için öncelikle yaklaşık bir saati geçkin sıra bekledik! Sıra bize geldiğinde 20 kişi ile birlikte yukarıda fotoğrafını gördğünüz otelin asansörüne bindik ve kemerlerimizi bağladık. Asansör önce yavaş yavaş yukarı çıktı. Birkaç kat sonra kapılar açıldı, görüntüler, vs., tekrar kapandı. Sonra son hızla yukarı doğru çıktı ve bir anda aşağıya doğru düştü asansör! Ben, bu aksiyonu gördüğümde “Nasılmış bakalım asansörden aşağıya düşmek?” demiştim, aldım boyumun ölçüsünü! Kesinlikle oturduğum yerden birkaç defa havalandım, ayaklarım yerden kesildi! Ve kesinlikle bu turu yapacak olanlara önerim, bizim gibi tam güneş batarken bunu tecrübe etmeleri.. Neden demeyin, yaşayın, hak vereceksiniz!

Daha sonra Paradise Pier kısmına geçtik ve “California Screaming ride”ı yaptık. Bir diğer roller-coaster tecrübesi. İ-na-nıl-maz-dı!  Tam 360 derece, tepetaklak döndük bir yerinde. Biz değil, ama başkalarını işte bu şekilde fotoğrafladım:

Akşam saatlerimiz 21:00’i gösterdiğinde California Adventure kısmında havuzda renk ve ışık gösterisi olurken, 21:30’da Disneyland Park’ta Uyuyan Güzel’in Şatosu’nun tam önünde havai fişek gösterisi oldu. İkisi de seyri keyifli aktivitelerdi.

Ertesi gün sabah erkenden San Diego Sea World‘e gittik. İtiraf etmek gerekirse, San Diego Sea World görülmesi gereken yerler kategorisinde olduğu için listeye almıştık. Biletlerimizi internetten aldık ve gittik. İlk önce katil balina Shamu‘yu izledik. Shamu ve ailesi oldukça sevimli ve şeker göründüler gözümüze.

Fakat sonrasında gördüğümüz, izlediğimiz her deniz canlısı içinde bulundukları durum itibariyle bizi çok rahatsız etti. En küçük balığından, yunus balığına, deniz aslanına kadar gördüğümüz tüm balıklar ve deniz canlıları çok hüzünlü gözüktüler gözümüze.  Akvaryumdaki bir ahtapot resmen ağlıyordu! İnanılmaz güzellikteki dikenli bir balık ise ben fotoğraf makinamı akvaryuma yönelttiğimde resmen arkasını döndü bize. Deniz Aslanları’nın gösterisi de, vahşi köpekbalıklarının, penguenlerin hayatı da beni çok üzdü şahsen. O sebeple burayı hızlıca geçtik ve hiç fotoğraf çekmedim!

Bence balıklar, penguenler, deniz canlıları, balinalar, vs. doğal hayatlarında olmalılar. Elbetteki burada da iyi bakılıyorlar, ama sonuçta bir nevi “köleler”. İmparator penguenleri bir metrekare çapında bir metre uzunluğunda bir buzumsu kütlenin üzerine doluşmuşlar. Kapıda o kadar “flaşlı fotoğraf çekmeyin” yazısına rağmen, herkes deliler gibi flaş basıyor ve zavallı penguenler toplamda elli-altmış metrekarelik camekan bir alanda yaşamaya çalışıyorlar. “Happy Feet“i ne kadar sevdiğimi hatırladım ve gerçekten Sea World’deki penguenler başta olmak üzere diğer deniz canlıları için gözlerimden yaş geldi. 73 $ vermeyin ve bence gitmeyin.  Bu seyahatimizde içimin en burkulduğu anlar burada geçirdiğim anlar oldu!

Sea World’de güzelliklerine hayran kaldığım, nasıl olduklarını gerçekten hiç bilemediğim canlılar olan deniz yıldızlarına da dokunma şansım oldu. Çok yumuşak ve sakin canlılardı. Tabi ben onları elimde tutmak için ne kadar hassas davrandıysam, sağımdaki solumdaki çocuklar da bir o kadar özensizdi!  Yine üzüldüm, yine üzüldük! Velhasıl Akvaryum olayına kesin karşı olduğuma kanaat getirdim.  Bu canlıları kendi doğal ortamlarında bıraksak  daha hayırlı olur bence! Örneğin, birçok limandan kalkan ve balina ve diğer deniz canlılarını doğal ortamlarında görmenizi sağlayan turları tercih edebilirsiniz. Buna en güzel örneği de bir sonraki yazımda bulacaksınız..

Şimdilik hoşçakalın, yeni yazıları takipte kalın 🙂 Daha sıklıkla güncellediğimiz usin99days‘e bakmayı da ihmal etmeyin 🙂

USin99Days-Bölüm I

Merhaba 🙂

Son yazımın üzerinden tam bir hafta geçti ve biz sağ salim seyahatimizin uzunca bir süresinde yerleşik olarak yaşayacağımız San Fransisco’ya dün akşamüstü ulaştık. İnternet bağlantımızı ve telefonlarımızı da hallettikten sonra, işte artık iletişim kısmına geldi sıra..

14 Haziran öğlen saatlerinde, sadece bir saatlik bir gecikme ile uçağımız havalandı ve ben ilk defa kullanmaya başlayacağım BenQ GH700 marka fotoğraf makinam ile de bu ilk kareyi Balkanlar üzerinde iken çekmiş oldum. Hayırlı uğurlu olur umuyorum ki..

Los Angeles Havaalanı’na dek yaklaşık 14 saat sorunsuz ve rahat bir şekilde uçuşumuz gerçekleşti. Aşağıdaki rotayı yaptık 14 saatte!

İndikten sonra pasaport kontrolünde de bir sıkıntı çıkmadı, yalnız havaalanı inanılmaz kalabalıktı, çıkışımız iki saate yaklaştı neredeyse! Araba kiraladığımız acentaya alandan kalkan “shuttle”lar ile geldikten sonra arabamızı teslim alıp yollara düştük. Sonraki ilk durağımız, bir süre bizi evlerinde misafir etme nezaketini gösteren arkadaşlarımız İlkiz & Orkun çiftinin yaşadığı yer olan Santa Monica oldu.

İlkiz & Orkun çiftinin çok güzel bir bahçesi, bahçelerinde de yukarıda fotoğrafta bir kısmı görülen mavi, uzun saplı çiçekler vardı. Bu çiçekleri bizde hiçbir yerde görmedim, ama tüm Los Angeles bunlarla doluydu. Ayrıca benim cennetten çıkma olduğuna kanaat getirdiğim bir tanecik begonvillerim de her rengiyle saltanatlarını sürüyorlar Amerika’nın Batı sahillerinde!

Santa Monica’da kaldığımız süre boyunca Universal Stüdyoları’nı, Hollywood Bulvarı ve Beverly Hills’i, UCLA Kampüsü’nü, meşhur Venice ve Manhattan plajlarını gezebilme şansı bulduk. Beverly Hills’deki evleri anlatmaya kelime bulamıyorum, o sebeple ne fotoğraf ne söz var! Bambaşka bir alem olduğuna karar verdik oraların ve hiç canımızı sıkmadan gezimize devam ettik buz gibi kahvelerimizi alıp 🙂

Şöhretler Kaldırımı’nda yürümeye çalıştık, zorlandık. Zira o kadar çok insan vardı ki, ancak meşhur Chinese Theatre önündeki el-ayak izleri ve imzalardan en beğendiğim müzikallerden biri olan West Side Story’nin oyuncularına ait olanını fotoğraflayabildim..

Universal Stüdyoları’ndaki en unutulmaz anımız Transformers 3D “ride”a bindiğimiz andı sanırım. Bir hafta boyunca çocuklar gibi bulabildiğimiz tüm “roller-coaster”lara binip, 3D gözlüklerimizi takıp olabilecek tüm “ride”ları denedik.  “New Transformers The Ride-3D” şu yaşıma kadar tecrübe ettiğim en inanılmaz şeydi diyebilirim: 20 kişi bir arabaya doluştuk. Güvenli kemerlerimiz takıldı. Sonra ışıklar söndü ve biz yol almaya başladık. Bir süre sonra kendimizi  filmin içerisinde bulduk: Autobot-Decepticon savaşının arasında kalmış, tahliye edilmeye çalışılan, insanları taşıyan bir arabadaydık! Decepticon’lar bizi farkedip yerden yere vuruken, Autobot’lar bizi onların ellerinden kurtarıp ileri savurdular. Resmen bir gökdelenin tepesinden aşağıya çakılırken son anda kurtarıldık. Patlayan arabaların ısısını, küllerin kokusunu hissettik. Bizi fırlattıklarında çarptığımız binanın su boruları patlayınca üzerimize yağmur gibi yağan suyla ıslandık!  Hayatımda hiç bu kadar adrenalin salgılamamıştım! Nefisti!

Bunun dışında birde “Terminator 2:3D” tecrübemiz oldu. 20 dakika boyunca Terminatörlerin savaşındaydık ve 3D gözlükler, sağa sola kaykılan oturduğumuz koltuklar sayesinde kalbimiz gümbür gümbürdü! Hatta bir an kötü olan T-100 karakteri kolunu uzatarak iğneye dönüşen parmağını alnımın ortasına yapıştırdı! “Special Effects Stage”de ise filmlerdeki özel efektlerin nasıl yaratıldıklarına küçük örneklerle şahit olduk. Çok keyifli birkaç saatti, kesinlikle tavsiye ederim gidecekler için.

Motorsiklet sevdama güzel birkaç oyuncak buldum ve üzerlerinde fotoğraf çektirme fırsatını da kaçırmadım 🙂

Santa Monica Pier’de akşam güneş batırıp, Manhattan ve Venice Beach’lerde dolaştık. Venice Beach hippilerin, evleri sırtlarında yaşayanların oluşturduğu bir grubun konuçlandığı; el emeği ürünlerini, sanatsal yaratımlarını  satarak geçindikleri bir yerdi. Birçok ünlünün, Julia Roberts, Sting, Robert Downey Jr., buralarda yazları geçirdikleri evleri olduğu söyleniyor. Biz dolaşırken, açık hava olmasına rağmen, ortam dumanaltıydı ve kokular insanın başını döndürüyordu 🙂

Bir sonraki durak “Manhattan Beach” ise, adıyla mütenasip, oldukça “Yüksek Sosyete” bir yerdi.  Evler inanılmaz güzel, gün batımı tam bir kadeh şaraplıktı 🙂

“Santa Monica Pier”de ise bir akşamüstü gezisi yapıp sonrasında nefis bir Chinese yedik ve 2 mekan dolaştık. Mekanlara, yediğimiz içtiğimize ilişkin yazıları ve fotoğrafları ise ayrı bir yazıya saklıyorum. Şimdilik bu kadar diyerek Bölüm II için güç toplamaya gidiyorum. Şu an burada saat 23:25. Sizler uyandınız, biz yatıyor olacağız. Yeni bir gün.. Bakalım neler getirecek bize!

*PS: Güncel kısa notlar ve fotoğraflar için USin99Days bloğumuzu takip edebilirsiniz.*