Kişisel Notlar Konulu Yazılar

Seyahati İple Çeken Benden Haberler!

Çok uzun bir ara verdim yine.

Mesaili bir işim varken, yazları pek sakin geçirirdik genelde. Şimdi serbest, yarı zamanlı gibi bir işim var, lakin son iki ay inanılmaz geçmekte. Yorgunluktan sarhoş gibi gelip eve resmen sızıyorum. Sabahları da saatimi çok erkene kuruyor olmama rağmen bir türlü uyanamıyorum! Sporu yarım saat bile olsa araya sıkıştırmaya, mükellef olmasa da yemeğimi evimde yapıp yemeye çalışmaya devam tabi. Böyle yoğun dönemler sonunda en büyük motivasyonum ise hep seyahat oluyor bildiğiniz üzere!

1 Ağustos’ta benim bu ülkedeki cennetime gidiyoruz, Kaş’a; nispeten “uzun” yaz tatiline. Başka bir şey söylememe gerek yok. Kaş’a olan tutkum, heyecanım hep bir çok farklı. Bu yaz, kendisiyle tanışıklığımızın ve birbirimizi hiç ara vermeden sarmalayışımızın on birinci yazı olacak! Blogda uzun ve güzel iki yazım var Kaş’a ilişkin son döneme ait. Okumak isterseniz ilki için buraya, ikincisi için buraya lütfen 🙂

Yukarıda sizi karşılayan videoya gelince!

Geçtiğimiz hafta aldığım bir e-posta ile Journey to Blue‘nun Evernote’un dünya çapında tavsiye ettiği seyahat bloglarından birisi olarak seçildiğini öğrendim. Ne mutlu ki bana uzun bir süredir çok aktif bir Evernote kullanıcısıyım. Dolayısıyla bu haber beni iki defa mutlu etti; bu faydalı uygulama ile henüz tanışmamış olanlarla Evernote’u tanıştırarak kendilerine teşekkür etmek istiyorum.

Evernote, benim yaklaşık üç yılı aşkın bir süredir kullandığım, hayat kurtarıcı, işlerimi oldukça kolaylaştırıcı bir uygulama. Özellikle geçtiğimiz yılki USin99Days macerası öncesi kendisinden oldukça faydalanmıştım. Evernote uygulamasını kullanarak, daha önce beyaz kağıda kalemle hazırladığım seyahatte gidilecek yerler, görülecekler, adresler, valize koyulacaklar, unutulmayacaklar, vs. gibi tüm ayrıntılı listeleri tek bir yerde toplayabiliyorum. İnternette bulduğum faydalı makaleleri, güzel ve ilham verici blogları hemen indirebiliyorum Evernote’un içine. Böylece her yerde elimin altında oluyor bir seyahatte bana gereken tüm bilgiler. Hem iPad, hem de Android işlemcili telefonumda var Evernote. Kurulumu çok kolay, öğrenmesi ise sadece birkaç dakika 🙂

Bir bakın, kurcalayın ve eğer ilk defa haberiniz olduysa da mutlaka kullanın derim. Yapabileceklerinin sınırı olmayan bu güzel uygulamaya şimdiden Kaş seyahatimize ait bir kaç adres, güzel fotoğraflar, Kaş’ta benim hiç görmediğim bir yerden bahseden bir blog yazarının notlarını indirdim bile.

Bu hafta yine yol var bana, iş için yine Ankara. Ama Ankara dönüşü haftaya muhtemelen uçağa gerek kalmadan uçarak cennetime gidiyor olacağım. Yanımda sizi de götüreceğim.

Brüksel’e Sebebi Ziyaretimiz!

3doorsdown

3doorsdown.01

* Yukarıdaki fotoğraflar telefonla çekilmiştir!*

Mart ayında Aslı-Baler çifti ile klasik bir şarap&peynir gecesinde iken internette takıldığımız bir haberin peşine düştük. Dördümüzün de en sevdiği gruplardan biri olan 3 Doors Down, 15 Haziran’da Brüksel’de, Ancienne Belgique Konser Salonu’nda konser verecekti. Dahası biletler 31 Euro’ydu. E, millerimiz de duruyordu bir kenarda. Vizemiz vardı. Helva yapmamak hata olurdu dedik 🙂 Dedik ama, yolculuk zamanı geldiğinde aklımız çok karıştı. Gezi Parkı direnişini bırakıp eğlenmeye gitmek içimize hiç sinmedi, iptal etmeyi planladık; ama son günlerde kafamız o kadar dolmuştu ki, hazır tüm ödemelerini yaptığımız bu seyahat ile kafamızı boşaltmak iyi bir fikir gibi göründü. Yine de bedenimiz Brüksel’de, aklımız gönlümüz memlekette; sürekli olarak elimizde bir “#direngezi” yazısı ile dolaştığımız ilginç bir seyahat oldu.

direngezi

direngezi

Hep böyle akşamların sonunda çıkan bir takım programların peşinden gidip hayatımın en hoş anılarını biriktirdiğim doğrudur! Bu defaki de farklı olmadı pek. Brüksel’e ilk defa gidenimiz, çok defa gidenimiz, orada bir müddet yaşayanımız falan değişik bir dörtlü olduk. Adım attığımız gibi Kwak içmeye gittik. İki binin üzerinde biranın sergilendiği, bir çoğunun satışta olduğu Delirium Cafe’yi mesken tuttuk iki akşam. Paris’te nikah sonrası gittiğimiz zaman var olmayan, yeni açılmış; sevgilimin mutlaka uğranmazsa olmazlarından Hard Rock Cafe‘de soluklandık. Waffle yedik, teyzoşumu ve kuzenlerimi ziyaret ettik. “Artık yurt dışında bir yerde benim de müdavimi olduğum bir mekan var” dedirten Samourai‘de inanılmaz bir akşam geçirdik. Brüksel’in son dönem yükselen değeri Saint Gery’i pek bir sevdik. Konserimizi izledik. Şaşkınlıkla elimizde fazla kalan iki bileti son dakikaya dek kimselere satamadık!!

details

details.01

colours

Brad Arnold’a hayranlığımız bir kat daha arttı. Benim kıymetlilerim “Landing in London“, “Kryptonite“, “When I’m Gone“, “It’s Not My Time” çalarken kendimden geçmiş bile olabilirim. Bir taraftan olmayı hayal ettiğimiz konserde, hem de en ön sıralardaydık; diğer taraftan ülkede bırakıp geldiğimiz haberlerin etkisi altındaydık. Çok değişik, çok farklı; çok güldüğümüz, gülerken ağladığımız bir seyahat oldu bu defaki Brüksel seyahatimiz bizim için.

Bir günümüzü de Brugge’de geçirdik. Fotoğrafların çoğu Brugge’de klasikleşen kanaldaki tekne gezintisinden.

statue.brugge

fromcanal-brugge.01

brugge-canalview-01

brugge-canalview-03

Temmuz ayına geldik göz açıp kapayıncaya dek.

Çok zor geçen bir Haziran’dı.

Benim kişisel tarihimde hiç unutmayacağım bir ay olarak kalacak 2013 Haziran’ı. Aynı zamanda yeni bir dergiye fotoğraf ve yazılarımla katkı yapmaya başladığım ay da olacak 🙂 Sevgili Gamze Alpar’ın yayın yönetmenliğindeki bu dergi: Mata Hari! Dergiyi Nişantaşı, Galata, Karaköy, Cihangir ve Bebek’te yer alan bazı kafelerden temin edip okuyabilirsiniz. İlk yazım Sevilla seyahatimiz üzerineydi. Umuyorum uzun soluklu bir birliktelik olur bizimki. Çünkü yazmayı, yazdıklarımı paylaşmayı, dergi-kitap şekliyle elimde tutmayı dünyadaki her şeyden çok seviyorum galiba!

matahari

*Everday, I am Çapuling!*

gezi.01

*Her gün çapulcuyum!*

**Fotoğraf, internetten alınmıştır.**

Geçen haftalarda gözüme takılan bir araştırma vardı: “Dünyada Kötü Yaşam Kalitesine Sahip On Ülke“!

OECD tarafından yayımlanmış araştırmada Türkiye 1. sıraya yerleşmiş. “Daha güzel bir yaşam mı istiyorsunuz? Sakın Türkiye’ye taşınmayın”! diye başlıyordu araştırma yazısı.

*

Bu ülkeyi seviyorum ben. Bu ülkenin çok daha güzel şeyleri hak ettiğini düşünüyorum.

Daha yeşil olmasını istiyorum mesela, öncelikle.

Gençlerin, yaşlıların, “Çimenlere basmak yasaktır” yazısı olmaksızın kocaman parklarda çimenlere yayılmasını, kitap okumasını, piknik yapmasını, o parklarda spor yapmasını, parklardaki konserlerde coşmasını istiyorum (Geçtiğimiz yaz San Fransisco’da neredeyse şehrin yarısını kaplayan Golden Gate Park’ta bir sürü konser, panayıra şahit olup; bisiklete binen, koşan insanları gördükçe iç geçirip durmuştuk.).

Bu sebeple bir hafta önce Taksim Gezi Parkı’nda bir avuç gencin kitap okuyup, gitar çalarak başlattığı “parkı koruma, yeşil alan olarak bırakılmasını sağlama” protestosunu gönülden destekliyordum. Çünkü buna ihtiyacımız var. Yeşil alanlara ihtiyacımız var. Alışveriş merkezlerine, kocaman gökdelen ve çok katlı binalara, araçlarla dolu, kaos yüklü sokak ve caddelere değil! Evladım olsaydı ona bırakmak istediğim şeyler bunlar olmazdı! Olmamalı da!

Evladım olsaydı eğer, ona öncelikle insan sevgisi, hayvan sevgisi, doğa sevgisi öğretirdim. Tüketmekten çok üretmenin, bu hayata güzel ve anlamlı izler bırakabilmenin önemini öğretirdim. Özgürlüğü öğretirdim. Dik durmayı, söylediği her şeyin arkasında olmayı; ama en önemlisi önce dinlemeyi öğretirdim. Kalp kırmanın geri dönüşü olmadığını, şiddetin hiçbir şeye çözüm olamayacağını; anlayışlı olabilmeyi, kardeşliği, saygılı olmayı öğretirdim.

O bir avuç gencin kendi halinde başlattığı protesto şiddetli bir şekilde durdurulmak istendi. Sabahın köründe gençler uyurken çadırlarında, sanki düşmana saldırır gibi gaz bombalarıyla saldırdı polis. Yaktı, yıktı o minicik çadırları. Zehirledi o gencecik çocukları gaza boğarak. Darp etti. Can yaktı. Sebep? Ağaçlar kesilmesin, burası park olarak kalsın dedikleri için! İşte durum bu hale gelince insanlar “Yeter artık” dediler. “Yeter”! Elli kişi, oldu bin kişi. Yine şiddet, yine “Biz böyle istiyoruz, olacak. Karar verildi” tarzı yaklaşımlar, söylemler; yine şiddet, yine gaz, yine darp! O bin kişi, ertesi gün oldu yirmi bin kişi! İnsanlar akın akın çocuklarına, gençlere yapılan bu anlamsız şiddeti protesto etmek için Anadolu yakasından yürüyerek, Boğaz Köprüsü’nü geçerek desteğe geldi Taksim Gezi Parkı’na. Yeşil alanın korunması, ağaçların kesilmesini önlemek için başlayan bu protesto artık polis şiddetini; anlamsız, sorgu-sualsiz dikte ettirilmeye çalışılan belirli bir hayat tarzını; aylardır ardı ardına çıkarılan ve halkın üzerinde baskı yaratan, insanları nefessiz bırakan yasaları protestoya dönüştü. Son on yılın en güzel hareketine dönüştü benim gözümde.

O kadar istiyordum, o kadar bekliyordum ki bunu içten içe! Demokratik haktır protesto etmek!

Ben laik, demokratik bir ülkede doğdum. Biz hoşgörüyü, zarar vermemeyi, saygı duymayı öğrenerek büyüdük. Bunların güçlenerek artması yerine, gerisin geriye sıfır noktasına doğru yol almaya başlayan bu gidişatın en çok huzursuz ettiği vatandaşlarından biriyim ben de!

Kaba kuvvetten nefret ediyorum. Şiddetten… İnsanların üzerine korku salınmasından, birbirine düşürülmesinden. Bu güzel ülkenin çıkarlar uğruna bölünmeye çalışılmasından. Kadınlara bu kadar ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapılmasından. Kaç çocuk yapmamız gerektiğinin dahi devlet meselesi haline getirilmesinden. Hangi saatler arasında içki içmemiz gerektiğinin söylenmesinden. Bunlardan daha önemli, daha değerli, daha yapıcı şeyler olmalı gündemde; ülkeyi ileri taşımak, insanların huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamasını, üretime var gücüyle katkıda bulunmasını sağlayacak… Bu ülke bunu hak ediyor.

Kimseyi yargılamadan, olduğu gibi kabul etmeyi, bu farklılıkların tümünden kocaman bir zenginlik yaratabilmeyi, insanları birbirine düşürmemeyi, yeşili-doğayı korumayı, gençleri dinlemeyi, onlara güvenmeyi, halkını azarlamamayı, biraz gülümsemeyi öneriyorum sayın devlet büyüklerimize ben. Şiddetten vazgeçilsin istiyorum. Günlerdir başka bir şehirde olduğum için sabahlara kadar uykusuz bir şekilde sosyal medyadan takip ettiğim yaşananların bir parçası olabilmek adına, iki gün önce gittiğim Taksim Gezi Parkı’nda biber gazı soluyarak resmi olarak “Çapulcu” olduğumu da kanıtlamış oldum.

Bu süre zarfında yanlı ve taraflı davranan medya ve bazı ticari işletmeleri protesto ediyorum ben de! Ve ne mutludur ki, apolitik olduklarını zannettiğimiz bir yeni nesil var artık bu ülkede. Bunu gözlerimle gördüm. Ellerinde poşetlerle parkta, sokaklarda bu şiddetten geriye kalan çöpleri toplayan; yaralanmış arkadaşları için geçici revirler kuran; birbirlerine yemek yapan; birbirleri için gaz maskesi ve gaza maruz kalan gözleri rahatlattığını öğrendiğimiz limon ve süt taşıyan; korkusuz ve hiçbir siyasi oluşuma dahil olmadan seslerinin duyulmasını sağlamak için gece-gündüz çırpınan o gençler! Yaşları 19-20. Tertemizler!

Ben inanıyorum ve artık çok daha güveniyorum bu ülkenin gençlerine, halkına. Birlik-beraberlik neymiş, nasıl olurmuş gösteriyoruz dünyaya. En büyük dileğim, artık daha fazla can yakılmadan, daha fazla şiddet-nefret körüklenmeden bu protestonun ulaşması yerine. Yoksa bu kadar gazı almış bu gençliği kimse bir daha tutamaz diyeyim ben size!

Beş Gün, İki Kadın ve Endülüs (IV)!

elhamra-granada

Sevilla sonrası durağımız olarak planladığımız ve iki gece geçireceğimiz Granada için sabah erken saatlerde otobüs terminalinde aldık soluğu Tolu’cumla. Yaklaşık üç saatlik rahat bir otobüs yolculuğu ile Granada’ya ulaştığımızda saatlerimiz öğlen on iki civarını gösteriyordu. Otobüs terminali ile otelimiz arası on beş dakika sürmedi. Granada’yı, Sevilla’ya göre daha modern, daha aktif; merkezinde alışveriş yapabileceğiniz ünlü markaları barındıran caddeleri olan, daha bir “şehir” şehir bulduk biz!

Deniz seviyesinden yaklaşık sekiz yüz metre yüksekte, Sierra Nevada dağlarının eteklerine kurulmuş, harika plajlarında denize girebileceğiniz Costa Del Sol’a altmış kilometre, simgesi olan nar meyvesini her türlü bayrak, rezervuar kapağı, damga vb. üzerinde görebileceğiniz, İspanya’nın en prestijli üniversitelerinden olan Granada Üniversitesi’ne ev sahipliği yapan bir şehir Granada. Kraliçe Isabel ve kocası Ferdinand dönemindeki Hristiyan hakimiyeti altında Endülüs’ün düşen son Müslüman şehri. Şehirde gezerken zaten “Souk” dedikleri çarşılarına da rastladık halen yaşamakta olan Afrikalı Müslüman halkın.

elhamra-granada-02

Granada şehri Albayzin ve Alhambra (Elhamra) tepeleri ve arasında kalan ovaya yayılmış durumda. El Hamra Sarayı, bu şehirde olma nedenlerimizin başında geliyor. En üstteki  fotoğrafta gördüğünüz El Hamra Sarayı’nı, hemen karşısında yer alan ve Arap çingenelerinin yaşadığı yer olan Albayzin tepesinden çekebiliyorsunuz. Biz önce Albayzin’i keşfe çıktık. Zira El Hamra oldukça yoğun bir turist akınına uğradığı için biletleri internette bile hızlıca tükenen bir kültür mirası! Biz, ertesi sabah erken saatlerde gidip bilet alarak gezmeyi planlıyor ve o bulunduğumuz günü riske atmak istemiyoruz. Albayzin, beyaz kireç boyalı evlerin iç içe avlularla geçtiği, dolambaçlı dar sokakları ve yokuşları olan Granada’nın ilk yerleşim yeri. Mahallede dolaşırken Arapça konuşmalara, Arap müziklerine şahit oluyorsunuz. Güzel flamenko gösterileri için önerilen adresler de hep buradaydı. *Ufak bir not: Sokakların döşendiği taşlar oldukça rahatsız. Arnavut kaldırımları yanlarında melek kalır. Bir de bolca yokuş mevcut. O sebeple özellikle rahat ayakkabı şart.*

elhamra-granada-04

El Hamra Sarayı sabah erken saatlerde gittiğimizde bile önündeki upuzun kuyrukla ilk önce bizi biraz korkutmadı değil! İnternetten bilet bulamaz iseniz panik olmayın, erkenden gelip sıraya girin (Kuyruğa rağmen). Mutlaka o gün içinde içeri giriyorsunuz! Yalnız, Nasrid Sarayı‘nı gezmek için biletiniz üzerinde yazan saatte tam kapısında olmak zorundasınız! O bölüm biraz gösterişli, ince işlerle süslü ve El Hamra Sarayı’nın gezilecek dört bölümünden sadece birisi. Birçok salon, hamam ve bahçeden oluşuyor. Siz diğer üçünü zaten ortalama üç-dört saatte geziyorsunuz. Bizim gezimizde bizi en çok etkileyen yerlerden biri, ikinci bölüm diyebileceğimiz Generalife idi! Arapların “Bilgin Cenneti” olarak adlandırdığı bahçelere İspanyolların verdiği isimmiş bu. Sarayın bahçesi, en az saray kadar efsane. Nasri krallarının devlet işlerinden sıkıldıklarında dinlenmek ve huzur bulmak için olmayı tercih ettikleri Genaralife manzaralı teraslar, ağaçlar-çiçeklerle süslü yürüyüş yolları, havuzlu-çeşmeli bahçeleri barındıran muhteşem güzellikte bir bölüm. Diğer bölüm kale ve surların bulunduğu alan Alcazaba ve sonuncusu ise kulelerin bulunduğu Towers and Higher Alhambra.

garden-elhamra

gardens-elhamra-02

Özellikle Generalife fotoğraf çekmek, dinlenmek, huzur bulmak için ideal bir yer. Burada istediğiniz kadar vakit geçirmeniz mümkün. Benim en sevdiğim çiçekler olan mor salkımların mordan başka beyaz ve lila renkli olanlarına ilk defa rastlamak da bonusu oldu gezintinin. Erguvanlar, akasyalar, portakal çiçekleri dört bir yanınızda. Yeşili, bahçeyi, çiçeği çok sevenlerin doyamayacağı saatleri garanti ediyor El Hamra gezintisi.

gardens-elhamra-03

nasrid-elhamra

El Hamra dışında gerek şehrin diğer bölgelerindeki, gerekse Albayzin’deki katedral ve diğer önemli yapıtları da dünya gözüyle gördük Tolu’cumla. Lakin sürekli es vermeyi, kah kahve, kah margarita, kah tapas&bira-şarap molası vermeyi de ihmal de etmedik. Sevgili İmge‘nin önerisiyle Bodegas Castaneda‘da da çok keyifli bir öğlen geçirdik mesela. Şaraplarımızı ve ortaya tapaslarmızı söyledik. Hava mis gibi, yavaş yavaş insanlar da çevremizdeki masalarda yerlerini aldılar. Derken geleneksel kıyafetleri ile bir akordeon, bir keman ve solistten oluşan sokak çalgıcıları çıkageldiler. Bir ara şarkılara hep birlikte eşlik etmeye, el çırparak tempo tutmaya başladık güruh halinde 🙂 O zaman işte, bir defa daha-kim bilir bu seyahat boyunca kaç yüz defa- şükrettik arkadaşımla bizi buralara kadar sağ salim getirdiği, dünya gözüyle bu güzellikleri görmemizi sağladığı için!

granada-from-albayzin

albayzin-from-elhamra

flowers-granada-01

Granada gezisi sırasında Navas Sokağı (Calle Navas) akşam üstü dolaşırken bizi kendine çeken bir sokak oldu. Karşılıklı kafe ve restoranlardan oluşan, paylaştıkları sokağa taşıdıkları masa ve sandalyeleri ile bizim Asmalımescit, Nevizade ayarında bir sokak burası. Yine Yelp sayesinde bir sürü alternatiften birini tercih edip pek güzel deniz ürünleri tatma ve hareketli sokakta Granada’nın gece hayatına da ortak olma şansı yakaladık. Bir şehirde üniversite bulunması o şehrin gündelik hayatını, gece hayatını, şehrin finansal açıdan yerini oldukça etkiliyor tabi.  Yediğimiz ve içtiğimize ne kadar ücret ödediğimiz, bu seyahatin bize çok pahalıya çıkıp çıkmadığı bize gelen sorular arasında ön sıralarda yer alıyor! Kafanızda genel bir fikir oluşması için şöyle özetleyebilirim sanırım: Koca bir bardak sangria 2.5 Euro, bir sürahi ise 10 Euro. Biralar için en pahalı ödediğimiz yerde sanıyorum 2 euro ödemişizdir! Su ve bira neredeyse aynı fiyatta. Şaraplar şişesi 8-10 Euro’dan başlıyor. Tapas, eğer ortaya üç-dört çeşitten oluşan bir tabak söylerseniz 12-14 Euro. Tek tek alırsanız da sanıyorum 2.5-10 Euro arasında gidip geliyor. 

flowers-elhamra

gardens-elhamra-01

Granada İspanya’nın en ünlü şairlerinden Federico Garcia Lorca’nın doğduğu ve hayatını kaybettiği kent olmasıyla da ayrı bir önem taşımakta imiş. Garcia Lorca çok sevdiği bu kent için “Bir aşığın sevgilisine aşkını yazabileceği en güzel şehirdir Granada” demiş. Bizce de kabul görmüştür bu sözler 🙂 Endülüs seyahati içinde zaten atlanmaması gereken bir şehir olan Granada’yı biz sevdik. Hatta öyle sevdik ki, Tolu’cumla birlikte Madrid’te vakit geçirileceğine, Endülüs’ün bu şehirlerinin dolaşılmasının daha besleyici, ufuk açıcı ve keyifli olacağı kararına vardık! İspanya’da Barselona’nın yeri apayrı elbet. Fakat Madrid yerine önce Güney İspanya şehirlerini görürseniz çok daha fazla şey kazanacağınızı ben şahsen garanti ederim 🙂

a-wall-from-albayzin

a-view-from-albayzin

Son noktayı otelimizden bahsederek koymak istiyorum Granada’ya! Hotel Portego Urban, benim Trip Advisor sitesinden ararken karşıma çıkan, hem El Hamra’ya hem de şehir merkezine yakın olması dolayısıyla elediğim alternatifler içerisinde ilk üçe yerleşen bir oteldi. Fiyat açısından promosyonda olması sebebiyle tercih ettik son dakikada. İki gece için ödediğimiz oda ücreti 110 Euro oldu. Otele girer girmez bizi kendine hayran bırakan şapkalı dekoru, sonrasında resepsiyondaki görevlinin ilgi-alakası ile ilk puanlarını yüksek aldı otel bizden 🙂 Odamıza çıkarken otelin, sonrasında ise odamızın misler gibi kokusu ile puanlar yükseldikçe yükseldi! Ben bu yaşıma dek bu kadar ferah ve güzel kokan bir otelde kalmadım. Dört kattan ve terastan oluşan otelin her katı farklı bir ünlünün ismiyle anılıyor. Örneğin biz “Sherlock Holmes” katında kaldık 🙂 “Fred Astaire” ve “Frank Sinatra” diğer katların isimleriydi. Minimalist, modern ve bembeyaz döşeli odamız; loş ışıklandırma, rahat ötesi yastıklarımız ve sabah kahvaltı salonunda karşıma çıkan espresso makinası ile gönül rahatlığıyla önerebileceğim bir otel haline geldi Portago Urban. Aklınızda bulunsun derim.

Böylece bir haftalık, Endülüs şehirlerinden ikisine gerçekleştirdiğimiz seyahatimizin notlarının da sonuna geldik. Önümüzdeki ay yine bir seyahatim var, bu defa çok kez gittiğimiz bir Avrupa şehrine çok sevdiğimiz dostlarımızla gidiyor olacağız. Eminim yine keşfedecek yeni yerler, yapacak yeni şeyler bulacağız. Anlatacak bir şeyler bulabileceğim konusunda hiç şüphem yok 🙂

portago-urban-granada

İlk “New Balance (NB) Bozcaada Yarı Maratonu ve 10K Koşusu” Hikayem

me-w-medal

Uzun başlığımın kusuruna bakmayın!

Koşmaya başladığımdan beridir katıldığım yarışlarda hissiyatım kendini aşıyor. Ben, kendimi aşıyorum yavaştan da olsa. Yine güzel ve keyifli bir yarış aktivitesi için hafta sonu İstanbul dışına çıktık. İstikamet Bozcaada’ydı! O hep yıllardır gitmek isteyip de bir türlü zaman yaratamadığım güzel ada…

Yarışa katılacak altı kişi ve üç yancımızla birlikte bir minibüs kiralayarak İstanbul’dan Bozcaada’ya yola çıktık Cuma günü sabah saatlerinde. Kahvaltı keyfi için ayrı durduk, kahve keyfi için ayrı 🙂 Hal böyle olunca akşam üstü saat 16.00 civarlarında ulaştık meşhur adaya! Çanakkale Boğazı’nı geçmek için elimizdeki dört alternatiften biz sonuncuyu tercih ettik; yani Kilitbahir’den Çanakkale’ye geçtik feribot ile (Diğer güzel alternatifler için şuraya lütfen). Sonra yaklaşık elli dakikalık bir yolculuk ile Geyikli Feribot İskelesi’ne ulaşıp, ucu ucuna kaçırdığımız feribotun ardından birer soğuk yol birası içerek mini bir mola daha vermiş olduk 🙂 Feribotun bizi kucağına almasıyla da yaklaşık yarım saat sonra Bozcaada Kalesi sizi karşılıyor limanının hemen yanı başında!

ada-02

İlk izlenim, sıcacık bir görüntü. Sağda bir kale, limanda mini mini tekneler, motorlar; sol tarafta tepelere doğru yaslanmış çatıların altında evler… Feribottan inip yolu bir on saniye takip edince zaten meydanına ulaşıveriyorsunuz. Meydanın karşısında çay bahçeleri, meydanı hemen geçince meşhur “Çınar Altı Kahvesi”, Arnavut kaldırımlar, beyaz ve mavi boyalı kahve sandalyeleri. Ortalıkta bir sürü insan, çoğunluğu yarışma için gelen. Meydanda müzik, hareket, kurulmaya başlanmış stantlar.

rengigul-kahvaltirengigul-kahvalti-01

Biraz yorgun ama adaya ulaşmış olmaktan dolayı da yüzleri gülen grubumuzla iki ayrı otele dağılıp, iki saat sonra yemek için buluşuyoruz yeniden. Otellerimiz 9 Oda ve Rengigül Konukevi. Özellikle ikincisinin kahvaltısı, daha doğrusu kahvaltı masası sunumu ve reçelleri dillere destan. Yıllardır herkeslerden duyardım, bizzat şahit oldum. Sahibi Özcan hanım iğde çiçeğinden, zeytine; domatesten, akasya çiçeğine; gelincikten, incire her şeyin reçelini yapmış. Masaları bizzat kendi süslüyor sabahları. Kahvaltılarından oldukça memnun kaldığımızı söylemek isterim 🙂

O akşamı grubumuzdaki diğer bir “meraklı gurme”nin elindeki adresin bizi götürdüğü yer olan “Maya“da geçiriyoruz. Bulması kolay bir yerde değil. Çeşmeleri saya saya buluyoruz girişi 🙂 Sahibi Selçuk bey arabamızı park etmemize yardımcı oluyor, hepimizin tek tek elini sıkıyor ve bizi masaya alıyor. İlginç, deniz-derya bir adam. Profesyonel iş hayatını elli yaşında bitirmiş ve bu serüvene atmış kendini. Ekmeklerinden, şarabına, peynirlerinden, masamızda bize sunduğu ve son dönem yediğim en güzel tat olan enginara kadar mutfağında ürettiği ve masalara sunduğu her şeyi kendi yetiştiriyor, yapıyor.  Mekan yaklaşık otuz-kırk kişi anca alır. Bahçesi de mevcut. Peynir tabağı, zeytinyağlı tabaklar, ara sıcaklar, et ve tatlılar ile masaya gelen sınırsız şarabın karşılığı fiks bir fiyat uygulanıyor. Kişisel fikrim alışılmışın dışında tatlar arayan, kuru meyve ve baharatları yemeklerde sevenlerin mutlaka bir denemesi yönünde mekanı.

maya-bozcaada

Cumartesi sabahı erken kalıp güzel ve sıkı bir kahvaltı yaptıktan sonra, kalenin hemen dibindeki mekanların şezlonglarına, rahat sandalyelerine atıyoruz kendimizi. Amaç hem bir miktar D vitamini aldırmak yaşlı ve yorgun kemiklerimize, hem de orta kahvelerimizi yudumlamak 🙂 Bu seans sonrası yarışın başlangıç çizgisinde buluyoruz koşanlar olarak kendimizi. NB Bozcaada Yarı Maratonu ve 10K Koşusu’nun başlama saati, diğer tüm alışkın olduğumuz yarışların aksine sabah erken değil saat 14.00. Havanın sıcak olması ve parkurun yer yer yokuşlardan ve nispeten zorlayıcı eğimlerden oluşması benim için dezavantaj. Zira Antalya’da koştuğumuz parkur dümdüzdü!

me-in-adabozcaada

Heyecan içerisinde sevgilime tam bir saat sonra beni bıraktığı yerde beklemesini salık veriyorum. Hazırlıklarım tamam. Kalp atışlarımı, hızımı, koştuğum mesafeyi gösteren ve bana hatırlatan saatimi ve Nike Running uygulamasını açıyorum. Koşarken beni motive etmesini umduğum parçalardan oluşturduğum listemi çalmaya başlıyorum. Ve başlıyor yarış. İlk bir kilometre oldukça kalabalık bir koşucu güruhu arasında yavaş geçiyor benim için. Sonra yavaş yavaş ayrılıyorum kalabalıktan. Koştuğum ilk dört kilometre boyunca su istasyonu olmadığını biliyorum, fakat susuzluk beni fena vuruyor. Güneş tepede. İnanılmaz terledim bu yarış sırasında.(Toplamda 924 kalori yaktığımı yarış bitişinde öğreniyorum saatimden!). Beşinci kilometrede, tam dönüş noktasında su istasyonunu görünce pek bir seviniyorum. Tabi ilk beş kilometre boyunca üç tane yokuş tırmanıyorum bu arada (Pek dertlenmesem iyi olur bu konuda, çünkü yarı maraton koşucuları çok daha fazla yokuş inip çıkıyorlarmış!). Suyumu içtikten ve beşinci kilometrede dönüşe geçtikten sonra biraz daha rahatlıyorum. Tempomu sıklıkla kolumdaki saatimden takip ediyorum. Koşu sırasındaki kalp atım hızım, söylediğimde bir çok koşan arkadaşımın gözlerini yuvalarından fırlatacak düzeyde yine! Bana nabızları seksen civarında koşan arkadaşların varlığından bahsedildi… Vallahi ben o düzeye indirebilecek miyim bilemiyorum nabzımı, ama benimki yarış boyunca ortalama yüz seksen civarında atıyordu! Yarışı, Antalya’daki derecemden dört dakika daha uzun bir sürede; yani 1.05.42 ile tamamladım (Onu da sıcağa ve yokuşlarda düşürdüğüm hızıma veriyorum artık 🙂 485 bayan koşucu arasında genel sıralamada 131. ; kendi yaş gurubumdaki (35-39) 110 koşucu arasında ise 33. olarak tamamladım bu 10K’mı. *Bozcaada ile bu yılki 10K koşu limitimi doldurduğumu düşünüyorum ve hedefim olan önce Avrasya’da 15K, sonra da Antalya’da 21K koşularına hazırlanmaya başlıyorum yarından itibaren. *

bati-feneribati-feneri-sunset

Yarış sonrası duşlarımızı alıp, adada yapılması şart aktivitelerden birisi daha için şaraplarımızı alıp, Batı Feneri ve meşhur rüzgar türbinlerini gören tepeye gittik. Ege Denizi karşınızda, ılık esen bir rüzgar eşliğinde bu tepelerde güneşi batırmadan dönmeyin sakın! Cumartesi akşamımız için ise şu mekan seçilmiş ve rezervasyon yaptırılmış grubumuz için. Bozcaada merkez, bana birazcık da olsa Alaçatı sokaklarını hatırlatıyor. Mekanlar yan yana, masalar-sandalyeler birbiri içine girecek kadar yakın. Çok kalabalıktı o akşam sokaklar. Izgara deniz ürünlerinin kokusu anason kokusuyla karışmış, değişik türde hafiften çalan müzikler, kahkahalar, her masada mutlaka bir tanıdık sima… Pek keyifli, pek huzurlu bir akşamdı. Gecenin sonunda sevgili dostlarım Başak & Alev ile adanın neredeyse tek barı olan Polente‘de sohbet etme imkanı da bulduk ki, değmeyin keyfime 🙂

Yola çıkmadan önce şaraplar, adanın meşhur bademli kurabiyelerinden alınması adettenmiş. Adetlere uygun davrandık ve güzel bir hafta sonunu daha tamamlayarak evimize döndük Pazar akşamüstü saatlerinde. Bozcaada’daki bir sonraki yarışa dek kesinlikle sevdiğim arkadaş ve dostlarımla en az birkaç defa daha gitme planlarımı kafamda canlandırmaya başladım bile.

**Tüm fotoğraflar telefonumla (Samsung  Google Phone) çekilmiştir.**