Bir alttaki yazımı bitirirken kapanışı yaptığım paragrafta hafta sonu için yapılması önerilenlerden hangilerini yapabildik, önce bir durumumuza bakalım derim:
~ “Bir park-bahçe, yeşillik bulunursa eğer yürünülmesi” demişim.. Özellikle Pazar sabahı saat 07:30 civarlarında O‘nu da uykusundan kaldırıp yağmurun altında yürüyüşe çıkmış mıyım? Evet. Yağmur, 45 dakika içinde hızlanan ve saçlarımızın içinden sızarak yüzümüzü yıkayan dev damlalara dönüştüğünde eve kendimizi zor mu atmışız? Evet. Ama bu maddenin üzerine bir çizik atabilmiş miyiz? Elbette:)
~ “Dondurma yenilmesi” demişim.. Hava buzz modunda olduğundan “Bunu yapamadım tüh, vah” derken, Pazar akşamüstü Gazi Orduevi’nde buluştuğumuz babam ve eşi ile yediğimiz yemek sonrası mideye indirdiğim tatlının üzerine bir top da olsa dondurma almış mıyım? Evet:)
~ “Protein açısından zengin bomba bir hafta sonu kahvaltısı yapılması” demişim.. Yumurtalı, bol peynirli tostlu, domatesli, naneli, maydonozlu, kayısı reçelli, ballı, cevizli bir kahvaltı edebilmiş miyim? Mmmmm.. Evet:)
~ “Mümkünse sevdiğiniz insanlarla yanyana olunması” demişim.. Sadece babamla buluştuğumuz 3 saat boyunca O‘ndan ayrı kaldım. Babamla ve sevdiğim arkadaşlarımla görüşme ve harika vakit geçirme şansı yakaladım. Bu maddeyi de halletmiş miyim? Sanırım evet:)
Yapamadığım iki madde kalmış; fotoğraf çekmek ve naneli limonata içmek! Onları da bir dahaki haftaya yapılacaklar litesine ekliyorum.. Gülümseme kısmından bahis bile etmiyorum dikkat ettiyseniz:) Daha iyisi sizin başınıza mı geldi yoksa? E süper işte:) Anca bu kadar yaratıcı olabiliyorum ben hafta sonları için. Ne yapabiliriz başka acaba? Hayır, benim bu “Carpe Diem”ciliğim, “One Life Live It”ciliğim, oradan oraya koşuşturup, “Aman şunu da yapalım, buraya da gidelim, bunu da yiyelim, bunu ekelim, şunu biçeriz sonra” derken beni öldürecek bir gün ya hayırlısı!
Evet, kısa bir hafta sonu durum değerlendirmesinden sonra Londra günlüğümüzün 2. bölümüne geçelim dilerseniz. Bu Londra’ya gitmeden önce yaptığım araştırmalarda görülmesi-yapılması kesin gerekli bazı şeylerin -“very” turistlik şeylerin- bir listesini çıkartmıştım. Hani Paris’e gidince Eiffel Kulesi görmeden gelinmez ya.. Ya da Venedik’te bulunup bir Gondol sefası yapmadan dönülmez hani… İşte Londra’da görülmesi gereken en önemli yapılardan ilki meşhur Thames Nehri’nin iki kıyısını birleştiren 16 köprüden biri olan tarihi Tower Bridge. (Hikayesini linkte bulabilirsiniz.) Ben gündüz ve gece fotoğraflarını, o da inanın sadece çekmiş olmak için, çektim. Bir gece de Thames Nehri kıyısında dolaşma imkanı buldum. Ve sıkı durun söylüyorum: İstanbul Boğazımız ve Boğaz Köprümüzün eline su bile dökemezler! Hiç etkileyici gelmedi bana. Evet gezilmesi, görülmesi gerekir; ama bir kıyas ya da sidik yarışına girilmesi icap ederse oyum bizimkinden yana olacaktır, açık ve net! Bir de köprünün üzerinde toplanan kalabalığı görüp, “E hadi bir bakalım ne oluyor?” diyerek ortasına kadar gidip, duran trafikte 10 dakika kadar köprünün altından yüksek bir tekne geçeceği için, sakin-sessiz, korna dırtlatmadan oturup kuzu kuzu bekleyen Londra’lılar gördüm. Bu esnada köprü, ortasından yukarı doğru yay sistemivari bir şeyle esnedi de altından geçip gitti tekne. Bu mudur demiştim, budur dediler:)
Sonra Millennium Bridge görüldü. Bu köprü Thames Nehri’ndeki köprülerin diğerlerinden farklı olarak üzerinden yürünüp karşıya geçilebilen ilk yaya köprüsü imiş Londra’nın. Bir ucunda Tate Modern Müzesi var, diğer ucunda da heybetli St. Paul’s Cathedral. Daha sonra bir arada Greenwich’de Millennium Dome dedikleri, yeni adıyla The O2 (Oxygen)’i gördüm. (Milenyum takıntılı bir sürü isim..) The O2, inanılmaz boyutta bir konser-sosyal/sportif aktivite yapılan salonlara ve şık şık restoranlara ev sahipliği yapan yarım daire biçiminde bir mekan. Celine Dion’dan, Michael Jackson’a, Neil Diamond’dan, Nickelback’e, Cirque Du Soleil, Avril Lavigne ve daha bir sürü ünlü sanatçı ve grup için önümüzdeki aylarda verecekleri konserler adına yaptırılmış birbirinden cezbedici afişlerle doluydu içerisi. Birini görebilmeyi isterdim açıkçası.
Görülmesi gereken diğer önemli turistik, artık anıt haline gelmiş, yapı da Big Ben dedikleri meşhur saat kuleleriydi. Evet güzel görünüyor, özellikle de gece. Kule, Parlamento binasının hemen bitişinde yer alıyor. İşte tam Big Ben’in bulunduğu yakadan da meşhur London Eye size göz kırpıyor yavaştan:) Londra’dan bir milenyumlu yapı daha: Millennium Wheel! Önemli yapıları bitirip meydanlara, caddeler de gitim tabi: Picadilly Circus’ta Eros heykeli önünde bir fotoğraf alındı mesela, kaçarı yokmuş. Bana biraz NYC’deki Times Square’i hatırlattı. Yani yanlış anlamayın. Sadece bir kısım öyleydi:) Mikro Times Square desek yeridir. Oxford Street’e dayanamadım hiç, inanılmaz kalabalıktı zira. Havanın güzelliğinden sebep hem İngilizler hem de turistler alış-verişe çıkmışlardı. (Alış-veriş ve ben hiç iyi iki yakın dost olamadık! Bayılıyorum o sebepten.) Londra’nın mağazalar cenneti ünlü caddesiymiş orası da! (300’e yakın dükkan varmış!) Covent Garden’da bir kahve içtim, biraz küçük dükkanlara bakındım. Bir sürü restoran ve pub var burada da. Her yer cıvıl cıvıl genç insan kaynıyordu. Hem de “ateşli” genç insanlar!! Nereden çıktı bu demeyin. Bu Londra’lılar bir enteresan. Şöyle ki; hava sıcaklığı yaklaşık 9-10 derece. Bulutlar gözkyüzünü gayetten kapatmış, öğlen vakti sanırsın ki akşamüstü saat 18:00! Hafiften yağmur çiseliyor, ya da birazdan indireceğim modunda. Bu insanların hepsi kısa kollu, askılı! bluzlar, mini etekler ve parmak arası terlikler ve babetlerle dolanmaktalar. İnanılır gibi değildi. Tamam evet, belki paltoluk, kaşkolluk bir hava yok, ama askılı bluzda neyin nesi? Zaten zavallıcıkların tüm tüyleri diken diken havadaydı. Hem titriyorlar, hem de oturuyorlardı dışarıda. Bunlar 20 derecede ne giyiyorlar merak etmekteyim:)
Müze olayı için de Natural History Museum‘u tercih ettim. Yine, ne olur “amma da ukalasın ha” demeyin ama, NYC’deki aynı adlı müzeyi daha iyi buldum. Daha geniş, daha çeşitli ve zengindi zira. Aşağıdaki benim çok hoşuma giden fotoğraf bu müzenin içinden.. Tabi yine burada da çocuklar her yerdeydiler. Müze içindeki bir sürü şey interaktif şekilde tasarlanmış. Örneğin “Earth” temalı bölümde (Yeryüzü Galerisi) dünyanın volkanik patlamalarla, buzulların erimesiyle; maddelerin şiddetli soğuk ve basınçla, ısı değişimlerine maruz kalmalarıyla başlarına neler geldiğini, nasıl değişim gösterdiklerini önce anlatıyorlar video ve posterlerle.. Sonra da bazı basit mekanizmalar kurmuşlar. Çocuklara o belirli butonlara bastırtarak bazı madde değişimlerini gözlemleri sağlanmış. Hepsi sanki “He-man” ya da “Voltran”ı seyreder gibi büyük bir dikkatle inceleyip, seyrettikten sonra anlatılanları; anne-babalarının yardımlarıyla kendileri de bizzat olaya dahil olup, bir nevi teoriyi pratikte görmüş oluyorlar. Bunu da sanmıyorum ki hayatları boyunca unutsunlar!
Londra dışında bir de Cuma günü İngiltere’nin güney doğusundaki liman şehirlerinden biri olan Hastings’e gittik trenle, Evren de izin almıştı o gün:) Trenle yaklaşık 1,5 saat sürüyor Hastings. 1066 yılında gerçekleşen savaşı ile tanınıyor ve İngiltere’nin ilk Norman kalesi de burada yer alıyormuş. Trenler inanılmaz konforlu ve rahat. Kulaklarımıza müziklerimizi takıp dışarıyı seyre dalarak çok keyifli bir yolculuk yaptıktan sonra vardığımız Hastings’de ilk işimiz sahile inmek oldu:) Martılar, onları besleyen yaşlı bir kadın, birkaç koşu yapan atletik arkadaş dışında saçlarımızı dağıtan rüzgar ve soğuğundan sebep midir bilinmez kimsecikler yoktu ortalarda önce. Sahili boydan boya yürüdük. Turistlik bir şehir olmasından sebep bar ve pubların açılış saati hep akşam 17:00 gibiydi. Her yer misler gibi balık ve yosun kokuyordu:) Balıkçılık en önemli geçim kaynaklarıymış haliyle. Bir de sualtı müzesi vardı, ama girmemeyi tercih ettik. Bana masal kasabasını andırdı burası. Bu fotoğraflara bakınca burnuma hala deniz kokusu geliyor derin derin:)
Londra’da beni en etkileyen şey -parklar ve yeşillikler dışında- ulaşım sistemi oldu bahsetmeden geçemeyeceğim. Bir tane Oyster Card verdi Evren bana adım atar atmaz Londra’ya. Bu bir nevi akıllı kart. Bittikçe dolduruyorsunuz ve hangi bölgelere gidecekseniz onu belirleyip ona göre ödüyorsunuz. (Bir hafta sınırsız kullanım için ödediğimiz ücret: £23,10.) Sonra da metrodan mesela her giriş ve çıkışta kartınızı okutuyorsunuz. Her yerde de geçiyor; o meşhur kırmızı 2 katlı otobüslerde, DLR denilen trenlerde, tramvayda vs.. Londra metro sistemi süper işliyor. Kolay, anlaşılır ve en önemlisi dakik!
Son bolumde benim deneyimlerim, yedigim-ictigim seyler, hosuma giden ayrintilar olacak.. Hafta ortasindayiz, buzz gibi hava. Sev-mi-yo-rum! Guzel bir hafta sonuna gidebilmeyi umud ediyorum. Cumaya buradayim, opuyorum:)
He he, İngiltere’de yaz oluyor mu? Senede kaç gün 20 derece oluyor onu sorsana bir 🙂 Eskiden varolan çoğu açık yüzme havuzları bile artık kapatılmış, kapalı yüzme havuzu inşa edilmiş. Parmak arası terliksiz bir İngiliz göremezsin pek yaz aylarında. Hatta Ekim ve Kasım aylarında bile! Oxford St’in geneli yabancılarla dolu. Amma velakin oradaki Top Shop’u görünce büyüklüğüne inanamadım! Sevdim mi? Hayır! Bekliyorum daha neler gelecek 🙂
Berceste’cim, yaşanmaz o halde orada! bak olmadı hiç bu.. ben ısınmayan memleketi neyleyim:)açık havuzların kapatılması olayı da cidden çok ilginç.
Geç oldu ama hoşgeldin..Bana yine harika bir rehber olacak yazdıkların ellerine sağlık..3. bölümü merakla bekliyorum..
bengü’cüm asıl sen hoşgeldin:)
seni TRT 1’deki Nuray diye bir hatun var ya, dere tepe Türkiye’yi geziyor, işte onun tahtına aday adayı yapıyorum haberin olsun:)
daha önceki yazdıklarım Prag’da işine yaramıştı, mutlu olmuştum çok. umuyorum ki son bölümde yazacaklarımda faydalı olur sana.. öpüyorum..
Geri izleme: İngiltere Seyahati | Journey To Blue
Geri izleme: Londra Keşifleri I | Journey To Blue