Güzide Görülesi Şehirler Rehberimden: “LONDRA” (III)

**Dikkat** Neredeyse yazdığım en uzun yazı oldu fotoğraflarla birlikte. Baştan söyleyeyim:)

Me in London

Londra’da bulunduğum süre boyunca sıklıkla beni yaparken görebileceğiniz 2 şey vardı: İlki yürümek, yürümek, hiç durmadan yürümek! İkincisi ise mütemadiyen bir şeyler yemek:) “Yeme-içme kültürü” denen şeye bayılıyorum ben. Dünyada beni mutlu eden birkaç şeyden biridir yemek yemek. Seyahat ettiğim zamanlarda da tatillerde de mutlaka bulunduğum yerlere özel yiyeceklerin tadına bakmaya, oraya özgü lokanta ve restoranlara gitmeye çalışırım. Bazen tabi kendine has mutfağı olmayan ülkelere de gidebiliyorsunuz. O zaman da benim Londra’da yaptığım gibi, farklı mekanlar peşine düşüp, dünya mutfaklarının tadına varmaya çalışıyorsunuz:)

Allahtan Evren de benimle aynı telden çalmakta olduğundan aşağıda bir liste oluşturacak kadar mekan gördük yemek ve içmek konusunda 1 hafta içinde:) Ayrıca orada yaşamakta olan arkadaşlarımından, bir dahaki seferim için bana kendi özel mekanları konusunda tavsiyelerde bulunmalarını rica edebilir miyim lütfen? Ben gidemesem bile yakınlarda, Evren’cime yarar hiç olmazsa. O daha uzun bir zaman daha orada olacak gibi görünüyor zira:)

LeZZet MeKanLarı

~ Harry Morgan

Londra’daki ilk lezzet durağımız burasıydı. Şehirde tam 3 tane Harry Morgan var. Bizim gittiğimiz hemen Regents Park yakınında olmasından sebep St. John’s Wood mevkinde olanıydı. Burada bir tavuk suyuna noodle çorbası içtik:) (Chicken noodle – 4,75£) Tek kelime ile mü-kem-mel-di! Zaten Sunday Times tarafından Londra’nın en iyi tavuk suyu çorbası içilebilecek mekan olarak seçilmiş bir dönem. Ayrıca sandwich ve salataları da çok göz alıcı görünüyordu. Tabak kocaman, noodle da bol boldu. Bir de ek olarak tavuk eti parçaları ve bir miktar haşlanmış havuçla servis edilmişti çorbamız. Ana yemek gibi oldu bana diyebilirm. Mutlaka için!

~ Wagamama

Bir gün öğlen yemeği için Evren’le burayı tercih ettik. (Malum kendisi çalışıyordu, birkaç gün hep öğlen saatlerinde yemekte buluştuk.) Wagamama zaten bize de artık yabancı olmayan bir mekan. İstanbul’da Taksim’de ve Kanyon’un içinde olmak üzere 2 tane mevcut! Ben bir defa Kanyon’da gitmiş ve çok sevmiştim. (Sevgili arkadaşımız ZeynepinYeri‘nden Zeynep anlatmıştı, o da çok sever bu mekanı hatırladığım kadarıyla.)

Bizim Evren’le şöyle bir rituelimiz vardır: O, her 2 ayda bir defa Türkiye’ye geldiğinde biz düzenli olarak beraber “Ölümüne Chineese” gecesi yaparız. Her ikimizinde bir çok ortak noktası bulunmasına rağmen, en sevdiğimizi “Asya Mutfağına olan zalim düşkünlüğümüz” olarak nitelendiriyoruz:) Bu sebeple Ankara’daki bir dönem SushiCo, ve her dönem Quick China maceralarımın baş aktristi kendisi olmaktadır:) Gurur duyuyoruz bu birliktelikten, eylemlerimizi devam ettirme kararımızı hala taze tutuyoruz. Tanrı bozmaz inşallah:)

İşte bu sebeplerden dolayı Evren’in Londra’da sık yediği mekanlardan birisi olduğu için e biz de bir Wagamama’da yemek olayına girelim dedik haliyle. İçecek olarak tercihime 10 üzerinden 10 puan verdim: Apple and lime juice – 2,95£. Gereksiz Not:1: Normalde içki içmeyi seven ben, tüm İtalya ve Prag seyahatlerim boyunca öğlen içmeye başlayan ben, içki içmeyi, şarabın aslında kırmızı olduğunu Belçika’da kaldığım 4 ay boyunca öğrenen ben, Minnesota’da nadir gecelerde ayık kalan ben Londra’da hayatımın en az içki tüketimini gerçekleştirdim! Yemek olarak da Chicken Katsu Curry – 7,95 £ denedim. Köri sosunun güzelliğine ve yoğunluğuna inanamadım. Köri seven biri olarak benim de kendi çapımda değişik sos denemelerim olmuştu; ve fakat böylesinin yanına bile yaklaşamamıştım. Tavuk gayet uygun pişirilmiş, sos kıvamında ve pirinçler de tam formundaydı:) Bayıldım.

 

St Catherines

~ Feng Sushi ve Yo! Sushi

London Bridge yakınlarında dolanırken bir öğlen Feng Sushi’ye geldim tamamen tesadüfen ve Feng Sushi Value Box‘dan içinde 10 parçalı sushi olanını seçtim, yakınlardaki bir parkta afiyetle yedim güneşlenirken ve kulağımda Duffy bana şarkı fısıldarken:)

2 defa da Evren’le beraber YO! Sushi’yi tercih ettik. Burayı çok sevdim ben, zira bar sandalyelerinin tepesine tüneyip önümüzden geçen değişik renkli tabaklar içindeki birbirinden güzel ve ağız sulandırıcı sushiyi seçerek yemek çok zevkliydi. Hiç daha önce bir sushi bar olayına girmemiştim:) Yo! Sushi’yi ben fiyat açısından makul buldum. Her renk farklı bir fiyatı göstermekte. Böylece 2 kırmızı tabak, 1 mavi tabak ve 1 yeşil tabak yediğinizde ödeyeceğiniz ücreti önceden bilebiliyorsunuz. Tabak rengine göre fiyat:)

~ Golden Dragon (China Town)

Bir akşamüstü Dim Sum (İspanya’da tapas, bizde meze, Çinde de dim sum:) yemek üzere, China Town’da dolaşıyorken hazır, bu mekana uğradık. Daha önce Evren’i Malezyalı bir arkadaşı getirmiş, çok sevdiğini söyledi yediklerini. Tavsiye edeceğim iki Dim Sum çeşidi var: Biri King Prawn Dumplings, diğeri de Prawn Cheung Fun. Lezizdiler, leziz:) Biri buharda, diğeri sosta:)

~ Dickens Inn

İşte favori mekanım:) Bir kere yeri çok güzel, tam St. Catherine’s Dock’un kenarında. Burası eskiden Londra limanının merkeziymiş. Favorim olmasındaki diğer neden ise giriş katı ile beraber 3 kat olan bu mekanın dış görünüşü. Çiçekler müthiş güzel ve gece manzarasına doyamadık.. Buraya geliş ve buluş hikayemiz i unutmayacağım. Uzun lafın kısası, oldukça yorucu geçen bir günün sonunda yemek yemek için trenden indiğimiz yerden vazgeçip burayı bulmak için akşam vakti 2 saat kadar daha yürümemiz ve sonrasında kendimizi müthiş pizza ve 1 şişe Chianti şarabının kollarına atmamız olarak özetlenebilir:)

Şarabımız Villa di Campobello-Chianti Riserva 2003 idi ve kesinlikle harikaydı. Tavsiye olunur. Pizzamız ve önden aldığımız salatalarımız da harikaydı.Gereksiz Not:2: Yaklaşık 60 küsür pound ödedik o gece ikimiz ve orada bulunduğum süre içinde 2 kişilik yediğimiz tüm yemekler için ödediğimiz en yüksek ücreti de oraya ödemiş olduk. Pişman mıyım sizce? 🙂

Dickens Inn

~ Le Pain Quotidien

Benim bir favori mekanım daha. Ama burası Paris ve NYC’de de benim favori mekanımdı. Hatta sevgili NY MUhtarı ile burada buluşup kahve içmiş, tanışmıştık:) Bir sabah Hastings’e gitmeden önce tereyağı-reçel-çeşitli peynirler ve muhteşem ekmeklerden oluşan bir kahvaltı yaptık burada açık havada. O kadar bol geldi ki herşey kalanını sandwich haline getirdik ve onlar bizi Hastings’de bile doyurmaya yetti:) Koca bir çanak kahve de yanında bonusu oldu:) 2 kişi toplam 18£  civarında birşey ödedik. Bilmeyen varsa keyif için denemenizi tavsiye ederim.

Alkol Mekanları

~ Gipsy Moth

Greenwich ziyaretimiz sırasında soluklanmak için uğradık. O kadar yorulmuştuk ki, Evren’e “Gördüğümüz ilk bara kendimizi atalım zira alkole ihtiyacım var” demiştim. Karşımıza ilk çıkan mekan da burasıydı. Dışarıdan umutsuz vak-a şeklinde göründü, ama yapacak bir şey olmadığı gibi benim de artık 1 fazla adım atacak halim kalmamıştı. El mahkum girdik, ama iyiki de girmişiz. Ben bayıldım buraya. İç içe geçmiş 3 ayrı alandan oluşan, dışarıda sigara içenler için kocaman bir bahçesi olan mekanın içi ana-baba günü gibiydi! Kalabalık, hareket benim mekan seçimimde dikkat ettiğim şeylerin arasında yer alır. (Özenli bir plan yoksa eğer!) Dolayısıyla koca Londra’da içtiğim en güzel ve en soğuk birayı yine burada içtim: Stella Artois! Evet, kendisi bir Belçika birası ve benim yaklaşık 10 yıl önceki keşiflerimden birisi! Gereksiz Not:3: Yanına da “chips” yedik efendim. Barmen, gidip kendisinden bira ve patates kızartması istediğime pişman etti beni yalnız. Patates kızartmasının ingilizcesini söyledim ben tabi, alışık olduğumuz şekliyle. O da ukala ukala burada french fries yok, chips var dedi! Hadi ya, ne zamandan beri orta parmağından da kalın patateslere, bizim buralarda incecik cipsler için kullandığımız adı veriyoruz? Bence basbayağı french friesdı onlar, hatta ve hatta Amerikan papatesiydiler kalın kalın… Iyyyk, gıcık barmen!

~  The Ten Bells / Commercial Tavern ve Beach Blanket Babylon (1 gecede 3 mekan birden:)

Bir gece Evren’in şirketten arkadaşı sevimli Alman (!) Alex ile birlikte dışarıya çıktık. Bir gecede 3 mekana götüreceğini söyledi bizi, memnuniyetle kabul ettik. Mekan seçimi tamamen ona aitti. Elinde guidebookvari bir şey vardı, yabancılar için hazırlanmış. Onu referans alarak seçiyordu mekanları. O gece ayağımızda 1 karış topuklar, daracık kot pantolonum ve askılı bluzumla ben de Londra’lı hatunlara benzeme kararı aldım:) Kıçım dondu mu? Evet, özellikle de dışarıda sigara içerken! Ama benden de beterlerini görünce dedim ki hayatta bu hatunlarla yarışamayız biz! (Marş marş, yine kot pantolon, t-shirt, altına spor ayakkabılarını giy. Seni Ankara gece hayatında anca onlar paklar!)

İlk mekan 100 yıllık The Ten Bells, efsanevi adam Jack The Ripper’in mekanıymış. Kurbanlarından biri ile burada tanışmış! İçerisi kötü, tuvaletleri kötü ötesiydi. Burada sadece 1 bira içtik ve kalabalıktan sebep çoğunlukla dışarıdaydık. Meraktan gidilir mi? Belki..

İkinci mekanımız Commercial Tavern’dü. Enteresan ötesi bir dekora sahipti. Barın arkası ve üzerindeki tavan inanılmaz değişik objelerle kaplanmıştı. Ayrıca hayatımda gördüğüm görebileceğim en enteresan saçlı-gözlüklü-kostümlü, kadın mı erkek mi olduğunu hiçbir suretle hiç birimizin anlayamadığı bir barmeni de yine bu mekanda gördüm! İçtiğim bira yine kötüydü, adını bile not etmemişim haliyle.. “Bir arkadaşa bakıp çıkacaktık” yaparsanız, dekora göz atın derim:)

Son mekan süperdi işte! 3 de 1 fena sayılmaz değil mi? Linkteki ilk fotoğrafta görülen barın hemen karşısındaki saatin altındaki rahat kanapelerde yayıldık birkaç saat. Ya doğru bira seçememek, ya da adam gibi biraya sahip olmayan bir memlekette olmamdan sebep barmene yaklaşıp en şirin halimle bana ve arkadaşlarıma cin-tonik ve votka-burn hazırlamasını rica ettim:) İçtiğim en güzel ve tadı yerinde votka-burn’dü diyebilirm. Mekan fazlasıyla sosyetikti, içeridekiler de öyle. Ama sıcaktı, şen kahkahalar çınlatıyordu her tarafı ve ben çok mutluydum:) En iyi gece mekan seçimiydi adıylada hafızamdan hiç çıkmayacak olan Beach Blanket Babylon!

St Catherines at Night

~ Waterway

Burasını da sevdim ben, zira kaldığımız eve yürüyerek 2 dakika bile değildi:) Little Venice’e sıfır, çok hoş bir mekandı. Burasını kadeh kadeh şarap içip, dışarıdaki sobalarla ısınmaya çalışıp, birbirimize içimizi döktüğümüz bir mekan olarak hatırlayacağım.

~ St. Christopher’s Place

Oxford Caddesinin kalabalığından bunaldığım ve “imdat” dediğim bir anda Evren kolumdan tutup birden beni bir ara sokaktan buraya sürükledi. Çok, ama çok hoş bir soluklanma noktası oldu burası bize: Birbirinden güzel dükkanlar, dinlenip keyifle içkinizi-kahvenizi yudumlamak için -bana çok sevimli görünen- açıkhavada lokantalar, cafeler ve şık ofislerin olduğu bu alan bambaşka bir yerdeymişsiniz hissi veriyor size. Meşhur Sofra ve Grand Bazaar Türk Lokantaları da burada yer alıyor ve her ikisi de gayetten doluydu:) 10 Mayıs tarihinde burada bir Ortaçağ panayırı kurulacakmış. Haberiniz olsun!

………..

Amma anlattım değil mi? Seyahatten dönene genelde “Yediğin içtiğin senin olsun, gezip gördüklerini anlat” denir:) Bense her defasında ne yapıp edip boğaz olayına, keyif ve lezzet duraklarına takıyorum kafayı! Ne yapalım, bir tane hayatım var ve bu hayatta kazandığım parayı hiç acımadan harcayabilme lüksüne sahip olduğum da anca bu noktalar var:) Hayatımda olanlarda burada, JTB’de var olduğuna göre seçme şansı kalmıyor pek:)

Gereksiz Not:4: Londra’da kaldığım bir hafta boyunca her gün 2 tane metro gazetesi okuyordum; bir sabah bir akşam olmak üzere. Tüm gazetelerde ortak olan haber: AMY WINEHOUSE ile ilgili olanlardı! İnanılmazdı! Her gazetede, her gün, bir fotoğrafla beraber Amy bugün ne yapmış köşesini okudum, bilgilendim bayağı. Amy bir gün gece geç saatlere kadar içip içip, evine giderken pub’ın merdivenlerine ayakkabısının topuğunu taktı! Amy bir diğer akşam çok içip içip eve döndü, ama oda ne? Evinin anahtarlarını düşürdüğünü farketti. Hemen evin kapısı yerine camından girmeye teşebbüs etti! (Bu sırada o garip ötesi makyajı ve alkolik bir surat ifadesi ile ağzında sigara objektiflere bakarken paparazzilerin çekmiş bulunduğu bir fotoğrafını da gördük haberin yanında:) Falan filan..

Gereksiz Not:5: Leicester Square civarında Iron Man filminin galasının yapıldığı tiyatronun (Odeon) önündeki kalabalığı kaale almayıp akşam yemeği için eve gittim. Sonra sofrayı hazırlarken TV’yi açtığımda Leicester Square’dan canlı yayın ekibinin filmin galasına o an teşrif eden Gwyneth Paltrow’la röportaj yaptığını gördüm! Sonra da hatun döndü ve o muhteşem 20 cm.lik topuklar üzerinde nazlı nazlı süzülerek benim geçtiğim taraftaki kalabalığa tek tek imza verdi, fotoğraf çekmeleri için bir süre orada kaldı!!!

Velhasıl bir tatil böyle geçti, çenem düştükçe düştü. Artık gideyim de hafta sonuna hazırlanayım. En yakın tatilimin tarihi belli değil henüz, 19 Mayıs için buralardayız. Ama sonbahar’da bir gavur memleketi daha var sırada:) Ona annekuşumla gideceğiz.  Bu arada kendisine çoktan söyledim, 20 tane de harika gül gönderdim gerçi ama ANNELER GÜNÜN KUTLU OLSUN BİRTANECİĞİM BENİM. SENİ ÇOK SEVİYORUM:)

Süperr bir hafta sonu diliyorum.

Herşey gönlünüze göre olsun 🙂

Güzide Görülesi Şehirler Rehberimden: “LONDRA” (III)” hakkında 8 yorum bulunuyor:

  1. new York Muhtari

    Dilayra’cigim,
    Valla gezdigim yerlerden bir Londra’yi sevemediysem de, senin yazilarin ve resimlerin sayesinde bambaska bir yer gibi geldi.. “Third is the charm” derler ya, ben de bir kez daha gidecegim sanirim. Verdigin bilgiler cok ise yarayacak eminim :-)) Paylastigin icin cok sagol.
    Bu arada ben hala gece cekimi yapamiyorum, bana su isin sirrini bir soylesene :-))

    Cevapla
  2. Berceste

    Ben St Catharine’s Dock’u anlatmamis miydim??? Tam Tower Bridge’in dibi! Orasi eeeen sevdigim yerlerden biri. Hicbir ozelligi yok belki ama ben seviyorum 🙂 Ozellikle de gelen tekneleri su asansorunde inip cikarken gormek cok hos. Pub da turistik oldugu icin o kadar pahalli sanirim. Eeee fish and chips hikayesi yok mu? :O

    Cevapla
  3. dlayra

    Muhtar’cım,
    NYC’den sonra benim içinde çok müthiş bir şehir olamadı Londra. Ama senin de dediğin gibi bir defa yetmiyor bazen. her defasında farklı keşifler yapıyorsun ve bunlar seni o şehre biraz daha yakınlaştırıyor:)
    Gece çekimleri meselesine gelince.. Trıpod kurmalısın! biz kurduk mu? hayır! ama mutlaka makineni bir noktada sabitlemek durumundasın.
    *
    sevgili Gizem,
    hiç zeytinyağı aklıma gelmedi bak.. yıllardır gittiğim her ülkede bulduğum her Le Pain Quotidien’de kahve, ekmek ve peynir tabağı şeklinde takılırdım. aklımda olacak.. bir dahakine:)
    *
    Bercest’cim,
    yok anlatmadın. ama Ebren’in en sevdiği yerlerden birisiymiş orası. ben de bayıldım hakkaten.
    fish&cips mi? o da ne? :)) hayır.. ne yazık ki yemedim oraya kadar gidip!

    Cevapla
  4. onur

    Ellerine sağlık 🙂 Londra yazılarının çıktılarını aldım yarın gidiyorum 🙂 Bu arada mutluluk dolu yazılarını okumak çok güzel

    Cevapla
  5. dlayra

    sevgili onur:)
    çok sevindim adına, keşke ben de gelseydim:))
    tadını çıkar ve bize yeni keşiflerinden bahset:)
    iyi yolculuklar

    Cevapla
  6. Geri izleme: Cay Ritueli:) | Journey To Blue

  7. Geri izleme: Londra Keşifleri I | Journey To Blue

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir