İki Teker: Balkanlar I

Batak, Bulgaristan

Batak, Bulgaristan

Giriş

Tam bir yıl kadar önce iki teker sevdamıza ilişkin şöyle bir başlangıç yazısı yazmıştım. Amacım, iki teker üzerinde geçirdiğimiz anları, tecrübe ettiklerimizi yine yazıya dökerek burada paylaşabilmekti meraklısı ile. Aradan geçen bu bir yıllık süre zarfında hem yurt içinde (Bozcaada), hem yurt dışında (Alexandroupoli, Thassos-Yunanistan) seyahatlerimiz oldu iki teker ile. Ben bunların hepsinde artçı oldum sevgili kocama (Kendisinden artık adı ile, Gökhan şeklinde bahsedeceğim). Kendi motorum ile yurt dışında yol yapacağım günlerin gelmesini ve bu seyahatlerimi uzun uzun yazmayı, sizlerle paylaşmayı iple çekiyor iken İstanbul ve çevresi dışında yapabildiğim rotalar anca Çatalca ve Sapanca ile sınırlı kaldı.

Geçtiğimiz bayram tatili için Gökhan ve yakın arkadaşımız Güneş ile birlikte iki teker üzerinde yapılabilecek rotalar üzerine konuşurken artık benim de kendi motorum ile onlara katılabileceğim konusunda hemfikir olduğumuz bir akşam yine heyecanla planlar yapmaya başladık ve “Balkanlar I” rotası ortaya çıktı 🙂 O akşamın iki gün sonrası Ankara’ya, Gökhan’ın ODTÜ 20. yıl mezuniyetine gidecektik. İlk iş olarak yurt dışında uzun uzun yollar yapmadan önce motor üzerinde yola dayanıklılığım konusunda bir test sürüşü olacağını düşündüğümüz İstanbul-Ankara yolunu iki motor gitmeye karar verdik. Ayrıca beyler bana bayram tatili için planladığımız “Balkanlar I” rotasında günlük yapabileceğimiz en uzun yolun ortalama 500 kilometre’yi geçmeyeceğini ve bu Ankara yolunun, yapmayı planladığımız tüm yollar içerisindeki en yorucu, en sıkıcı ve en çirkin yol olacağını söylediler.

our-bikes

Böylece sabah erkenden iki motor olarak yola çıktık: Ben ve canım motorum KTM Duke 390, Gökhan ve motoru Honda NC750X. İstanbul-Ankara yolunu bir uzun, üç kısa mola ile gayet rahat bir şekilde tamamlayarak 6 saat sonra ODTÜ‘ye ulaştık. Yollarda canımı sıkan hiçbir şey yaşamadım. Hiçbir yerim tutulmadı, ağrımadı. Aksine sürüş sırasında ne kadar mutlu, ne kadar özgür hissettiğimi anlatamam. Sağ salim Ankara sınırları içerisine geldikten sonra ODTÜ’ye ulaşana dek ise yaşadığım kalp çarpıntısı tarifsizdi yalnız! Ankara, trafiğin berbat… Araç kullananlar sağa sola dönerken hiç sinyal kullanmıyor, motosikleti de tanımıyorlar. İki teker kullanan biri olarak “İstanbul trafiğinin gözünü seveyim” diyeceğimi hiç düşünmemiştim! Dönüş de aynı şekilde, problemsiz ve rahat olunca –ki inanılmaz bir yağmura yakalandık yolda- Balkanlar I için hazırım sanırım demeye başlamıştım bile kendime 🙂

Rotamız: İstanbul-Alexandroupoli-Kavala-Selanik-Plovdiv-Burgaz-istanbul

Rotamız, İstanbul-Kavala-Selanik-Plovdiv-Burgaz-istanbul

Balkanlar I

Balkanlar I adını verdiğimiz yedi gün sürecek bu rota için planımız ve tecrübelerim şu şekilde oldu:

Birinci gün İpsala’dan sınırı geçip önce Alexandroupoli’de (Dedeağaç) bir dinlenme; doğru tabiri ile bir buzz bira ve kalamar molası verecek, çok oyalanmadan Kavala‘da günümüzü sonlandıracaktık. Alexandroupoli‘ye hem geçen yaz, hem de bu yıl Nisan ayında olmak üzere iki defa gitmişliğimiz vardı. Sınır geçişinde çok oyalanmadığımız zamanlarda evden çıkıp 5 saat sonrasında önümüze gelen porsiyonlar ile önce gözümüzü doyurup sonra deniz ürünlerinin tazeliği ile midelerimize bayram ettirdiğimiz, bunlara fahiş olmayan fiyatlar ödeyip, üzerine bir de sıcaklıkla karşılanıp ikramlarla uğurlandığımız uzo-meze masalarında olabildiğimiz için biz bu minik Yunan kasabasını gerçekten çok seviyoruz.  En son Nisan ayında deniz kenarındaki sevdiğimiz meyhanelerden biri olan Gialos‘ta mesela üç kişi ikişer uzolu, ikişer biralı, kalamarlı, ahtapotlu ve daha birçok soğuk mezeli beş saatlik keyif masasına toplamda 59 euro ödemiştik!

İlk gün için evimizden çıkıp Alexandroupoli’ye kadar 310, oradan Kavala’ya bir 150 kilometre ile toplamda 460 kilometrelik bir sürüş vardı önümüzde! Böylece 1 Temmuz Cuma sabahı saat 09.00 civarında üç motor evden çıkmayı başararak seyahatimizi başlatmış olduk 🙂 Üçüncümüz sevgili Güneş, aramızda iki teker tecrübesi en fazla olanımız (30 küsür yıl kadarcık!). Onda da BMW GS 1200 var. Genelde hem Gökhan’ın hem de benim sürüş sırasındaki yol arkadaşımız hep kendisi oluyor. Alexandroupoli’ye her gidişimizde hep üçümüz bir arada oluyoruz ve evden çıkar çıkmaz kendimize koyduğumuz ilk ve öncelikli hedef bir an önce Menemenci Alaattin‘e ulaşabilmek oluyor 🙂 Ben hayatımda şu yaşıma dek menemen yememişim burada yiyene dek, öyle diyeyim siz anlayın niye öncelikli hedefin burası olduğunu 🙂

Alexandroupoli (Dedeağaç) ayırımında ben :)

Alexandroupoli (Dedeağaç) ayrımında ben 🙂

Burada bir yarım saat geçirdikten sonra gayet rahat bir şekilde İpsala’ya ulaşıp acayip bir sıraya rağmen yine yarım saat içerisinde Yunan topraklarına geçiverdik. Sınırdan hemen sonra bağlandığımız otoyol toplamda 670 kilometre uzunluğundaki Egnatia Odos! Burada hız sınırı 130 kilometre ve kendisi inanılmaz düzgün, kaymak gibi, geniş bir otoyol. Alexandroupoli’ye dek gişe yok; ama Alexandroupoli-Kavala arası bir, Kavala-Selanik arası iki tane olmak üzere toplamda üç gişe geçtik. Gişelerden geçerken motorlar için 1.70’er Euro geçiş ücreti ödedik.

Otoyol üzerinde 110-120 kilometre hız ile seyrettim ben genelde. “Naked” bir motorum olduğu ve kendisine koruyucu cam, vb. taktırmak gibi bir fikrim hiç oluşmadığı için yüksek hızlarda ve tabi ki süper rüzgarlı bir havada sürüş yapmak beni bir miktar yordu, sersemletti. Özellikle akşamları sırtım inanılmaz sızladı. O zaman ilk defa rüzgarın beni ne kadar çok etkileyebildiğini tecrübe etmiş oldum! Ekipteki erkeklerden daha çok rüzgar yememe rağmen ikisi de sürüşümden çok memnun kaldıklarını her fırsatta dile getirip beni gayet motive ettiler. Buradan bir defa daha teşekkür edeyim bari 🙂

Rüzgarla mücadelenin yanı sıra bir de sıklıkla seleden kayıp durmamla mücadele ettim yollarda 🙂 Geride oturarak daha rahat bir pozisyon alıyor olmama rağmen sürüş sırasında devamlı öne kadar kayıyorum. Bu ikisinin dışında motoruma ilişkin canımı sıkan herhangi bir şey yaşamadım. Ortalama 100 kilometrede 3-3.2 litre civarında yakması, depoyu 43-45 TL‘ye doldurabiliyor olmam ve bununla 250 kilometre kadar yol yapabiliyor olmam gibi bir sürü güzel artısı da var 🙂

DCIM100GOPROG0052728.

Terasımızdan sahil manzarası, Kavala

Alexandroupoli’de o bahsettiğim molayı verdikten sonra bir miktar serinleyen hava ve hatta yağmur altında ıslanarak Kavala‘ya ulaştık Cuma akşamı. Kaldığımız yer hemen sahilde, sahil şeridini tepeden gören bir terasa sahip sevimli ve tertemiz bir yerdi. Burada eşyaları odaya atıp, üzerimizi değişir değişmez kendimizi yemeğe ve elbet uzoya verdik 🙂 Yemek sonrası biraz gezinti ve çok şeker bir barda soluklanma sonrası odamıza döndük; terasımızın keyfini çıkardık ve yattık.

Ertesi sabah dinlenmiş bir şekilde kalkıp bir yerlerde kahvaltı ettikten sonra biraz Kavala’yı turladık. Öğlen saat 14.00 civarlarında yağmurun geleceği haberi üzerine o saate kalmayalım diye toparlanıp yola çıktık, lakin yine de hafif de olsa yakalandık. Kavala’dan yola çıkıp bir gün önceye nazaran daha kısa bir sürüş ile, yine otoyol üzerinden, 153 kilometre kadar sonra Selanik‘e ulaştık. Selanik’te kaldığımız otel hem merkezi, hem uygun fiyatlı, hem de temiz ve kahvaltısı bayağı iyi olduğu için sizlere önerebileceğim bir yer olan Hotel Olympia Thessaloniki.

Selanik’i hem motorlarla, hem yürüyerek gezme şansımız oldu. Ben, İzmir’de gibi hissettim kendimi! Hazır Selanik’e kadar gelmişken Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün doğduğu evi de ziyaret ettik. Tüm seyahatin ilk gerginliğini burada yaşadım!

Selanik-Plovdiv arası rotamızda, dağların tepesinde

Selanik-Plovdiv arası rotamızda, dağların tepesinde

Yıllardır seyahat ediyorum. Dünyanın, gezdiğim ülkeler içerisinde elbet, en büyük, en önemli, önemsiz hemen hemen tüm müzelerini görmüşlüğüm var çok şükür. Fakat o güne dek ben böyle bir müze gezildiğine hiç şahit olmamıştım! Evet hava çok sıcaktı, evet bayram tatili dolayısıyla bir sürü Türk akın etmişti Selanik’e ve Atatürk’ün Müze Evi’ne, evet sıra da vardı… Sırada önce gerginlik çıktı, bir kadın yüksek sesle bir adamla sen öndesin ben öndeyim, vb. tartışması yapmaya başladı. Sonra kadın tartışmayı kapıdaki görevliye taşıdı. Bu arada ortalıkta mızmızlanan çocuklarına yine yüksek sesle laf anlatmaya çalışan, o da olmayıp bebeler ağlamaya başlayınca kucaklarına alıp pışpışlayan, bu yaptıkları ile çocukların elinde daha da oyuncak olup garip gurup hallerde danslar, hareketler yaparken sırada diğer insanları rahatsız eden, üzerimize çıkan ebeveynler sahneye çıktı. Neyse ki eve girmeyi başardık, bu defa da fotoğraf çekmek için birbirini ezme noktasına gelen, sürekli olarak bağırmak suretiyle bir odadan diğer odadaki akrabasına seslenen insanlar, çocuklarını oradan oraya çekelemek suretiyle bana çarpan, ayağıma basan, dönüp bir özür dilemeyen ne olduklarını hakikaten anlayamadığım bir topluluk ile bir müze evi, hem de Atatürk’ün evini gezmeye çalıştık.

Bir taraftan inanılmaz duygu yüklüyüm, Ata’m ile ilgili okuduğum anekdotlar, sözleri, birbirinden anlamlı fotoğraflar eşliğinde bir tarih gözümün önünde, tüylerim diken diken. Diğer tarafta toplum olarak geldiğimiz bu nokta! Gözlerimden inen yaşlara engel olamadım. Çok şey demek istedim, ama hiçbirinin bir işe yaramayacağını da gayet iyi biliyordum. Zira “Türkler Türkiye’nin Dışında” serisinde biz Yunanistan sınırlarında karşımıza çıkan milletimizin insanlarını şıp diye seçiverdik her ortamda. Niye mi? En bağıra çağıra konuşan, bir restoranda menüde bir ben yokken nerdeyse, ne yiyeceğine bir türlü karar veremeyen (mazallah helal olmayan bir şey sipariş edilir felan), garsonu yüz defa masaya getirip gönderdikten sonra da vere vere en sonunda Yunan’ın meyhanesinde lahmacun, pizza sipariş veren, otel kahvaltısında yok yokken (yine çevreye yaptığı afra tafrayı duyurabilmek adına yüksek sesle) “Aman be, hiçbir şey yok bu büfede” diye tatava yapan ve o halde neden ülkeyi, bildiği her şeyi bırakıp tatile ta Selanik’e kadar yol geldiğini hala anlayamadığım bir garip huysuz insan topluluğu olmuşuz çünkü..

Batak, Bulgaristan

Batak, Bulgaristan

Halbuki seyahatin en güzel tarafı deneyimlemektir. Bizde olmayan ne varsa, daha önce görmediğimiz, bilmediğimiz, tatmadığımız, duymadığımız şeyleri deneyimlemek. Bu sayede o seyahate yaptığın yatırımın bir anlamı olur. Çünkü sen de anca bu şekilde gelişebilirsin, öğrenirsin, bilirsin ve özgürleşirsin. 

Her neyse, sinirlendik, üzüldük, hatta benim içim kan ağladı ama herkes seçimlerini yaşıyor sonuçta! Velhasıl iki gün dinlence sonrası dördüncü günün sabahı Selanik’ten yola çıkıp Bulgaristan’ın Plovdiv (Filibe) şehrine, Gökhan’ın otoyol dışında çizdiği inanılmaz bir rota eşliğinde, yaklaşık 335 kilometre sonunda ulaştık. O gün tam 10 saat motor kullandık! Tek kelime ile hakikaten muh-te-şem rotamızda neler yoktu ki? Sürekli virajlar, önce tırmanıp ardından indiğimiz dağlar, içinden geçtiğimiz köyler, sağda solda inekler, yabani atlar, ayçiçeği tarlaları, ıhlamur ağaçları, ıssızlık, sessizlik, ormanlar, göller, akarsular, kamp alanları… Sanırım daha güzelini yapana dek rüya rota bu olacak benim için 🙂 Tabi bu rotanın tüm bu güzelliğinin yanı sıra benim için çok eğitici, aynı zamanda da yorucu bir güzergah olduğunu söylemem lazım. Neredeyse iki saat boyunca bir sağa bir sola, bir sağa bir sola şeklinde değişik derinliklerde virajlar döndüm! Plovdiv’e gelene dek iki defa birer saatlik mola verdik. Bunlardan ilki Serres’te frappe molası, diğeri ise Satovcha’da bira-patates molası oldu.

Plovdiv‘de iki gece kaldık. Birçok yerde ne Euro, ne de kredi kartı geçiyor. İnsanları süper aksi, suratsız. Umurlarında değil sen bir şey mi sordun, bir şey mi istiyorsun… Yunan halkının tam tersi yani! Ama şarapları güzel bak 🙂 Yunanistan’dan Bulgaristan’a geçince içtiklerimiz de uzodan şaraba; yediklerimiz de mezeden, deniz ürününden ete evrildi haliyle 🙂 Fiyatlar gayet makul yalnız. Dönüşte market alışverişi öneriyorum şiddetle!

Kamenitza, Mürver çiçeği ve limon aromalı Bulgar birası

Kamenitza, mürver çiçeği ve limon aromalı Bulgar birası

Altıncı günün sabahı Bulgaristan’ın Karadeniz’e kıyısı olan, Gökhan ve Güneş’in ben Sicilya’da tatilde iken yine iki teker üzerinde yol yapmak adına giderek önceden deneyimlemiş oldukları, minik şehri Burgaz’a vardık 250 kilometre yol sonrası! Burada da bir gece kaldık. Çok güzel, gazoz gibi bir bira keşfettik 🙂 Güneş, uzun zamandır dilinde olan bir sözü koluna dövme olarak yaptırdı! Uzun zamandır yediğimiz en iyi eti (rib/kaburga) burada yedik. Burası Plovdiv’den biraz daha sevimli bir yer. Yemyeşil ve Karadeniz kıyısında olduğu için uçsuz bucaksız plajları, dev dalgaları ve rüzgarlı havası sebebiyle de hem sörf hem de yamaç paraşütü yapabileceğiniz aktiviteleri mevcut.

En nihayetinde 1 Temmuz Cuma günü sabah çıktığımız yol, 7 Temmuz Perşembe gece geç saatlerde Burgaz’dan  340 kilometre sonunda İstanbul’da son buldu. Bu yolda, tüm seyahat boyunca hiç başımıza gelmeyen bir şey de başımıza geldi: Burgaz’dan çıkıp sınıra gelen dek yine bol virajlı ve tek şeritli dağ yollarında bol bol sıkıştırıldık! Sıkıştıran, pek acelesi olan tüm arabaların plakalarının Türk plakası olduğunu bilmiyorum yazmama gerek var mı? Yedi günde toplamda 1623 kilometre gibi bir yol yaptık. Hemen öncesinde Ankara-İstanbul arasında yaptığım 980 kilometreyi de hesaba katarsak neredeyse son bir yılda yaptığımdan daha fazla kilometreyi sadece iki hafta içerisinde yapmış oldum 🙂

Burgaz çıkışı, Ayçiçek tarlaları

Burgaz çıkışı, ayçiçeği tarlaları

Bu seyahat, benim ilk uzun soluklu yol yaptığım seyahat olarak kişisel iki teker tarihime yazdırdı adını 🙂 Artık emin olduğum bir şey var ki, kesinlikle son olmayacağı. Gerçi ben biliyordum böyle olacağını çok önceden. Motor sahibi olmayı bu kadar çok istememin sebebi, bulduğum her fırsatta kısa-uzun fark etmez, atlayıp sürekli yollara çıkmak, seyahat edebilmekti. Özgür ruhuma en yakışanın bu olacağını biliyordum. Ne de olsa kolunda One Life Live It dövmesi ile yaşayan, şu hayatta sana ne keyif ve mutluluk veriyorsa onu yapman gerektiğine, zira hayatın düşünemediğimiz kadar kısa olduğuna inanan, yaşamda biriktirdiğin en değerli şeyin gözlerinin güldüğü, içinin pır pır ettiği “an“lar olduğuna inanan biriyim. Ne şanslıyım ki bu seyahatte sürekli içim kıpır kıpır, yüzümde hep gülümseme, şaşkınlık, heyecan dolu kullandım motorumu. Bayağı bir şey öğrendim. Ve gördüm ki, yukarılarda yazdığım onca artısı olmasına rağmen, sevgili motorumla da artık yavaştan vedalaşmam lazım. Uzun rotalar, uzak seyahatler için daha konforlu, biraz daha güçlü bir iki teker istiyorum. Bakalım, hayırlısı olsun 🙂

Ve, öyle de oldu 😉

İki Teker: Balkanlar I” hakkında 1 yorum bulunuyor:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir