Güzel Yerler Konulu Yazılar

Roma’daydım.. Aşkım da…!

Sevgilimle burada buluşacağımı aklıma bile getiremezdim herhalde. 30’lu yaşlarının -henüz- başında bir hatun olarak(!) bugüne kadar hiçbir sevgilimle yurt dışı maceram olamadı. Birlikte Avrupa’ya bayram tatiline gitme, ya da Paris’te akşam yemeği, Londra’da öğle yemeği muhabbetine yabancıyım bir hayli ben:)) (Az ve öz gerçekleşebilen yurt içi denemelerimizde pek güzel sonuçlanmamıştır hani..) Şimdi Sevgilim bana mesaj atıyor, diyor ki “Hangi tarihlerde Roma’da olacaksın sen bakayım? Ne kadar kalacaksın? Nerede kalacaksınız? vs..” Neyse zor bir süreci ardımızda bırakıp düşüyoruz yollara. Venedik, Siena.. Derken sırada Roma var. Roma’ya yolculuk biraz uzun sürüyor, duraklamaları, molaları ile beraber temizinden 12 saat kadar:)) Vallahi şaka yapmıyorum, o gün otobüste bitecek sandım ben! Neyse zar zor girdik Roma’ya arka kapısından:)) Bu konuda da şaka yapmıyorum, rehberin söylediğine göre geç bir saatte vardığımızdan ve şehre giriş için izin kağıdı alamadığımızdan dolayı “arka kapıdan” girmemiz gerekiyormuş!!! Otelin kapısının önüne vardık ve telefonum biplemeye başladı: Mesaj. “Ben de Roma’dayım, sabah görüşürüz..” :))

O gece pek bir rahat uyudum ve sabahın erken saatlerinde misler gibi fırından yeni çıkmış, taze kruvasan ve paninilerin kokusu ile gözümü açtım. Kahvaltıda 2 tane kruvasan yedim, öyle böyle değildiler.. (Genelde bu iş Fransız’lara özgüdür, ama yediklerimin de hakkını vermeliyim pek lezzetliydiler.) Kahvaltı bitti, hazırlıklar tamamlandı ve ilk durağımız olan (Yukarıdaki fotoğraflarda da görülen St. Pitero Basilika’sı) Vatikan Şehri‘ne doğru yola koyulmak üzere dışarı çıktık. Otobüse yürüyoruz ve birden arkamdan bir ses.. Sevgilim gelmiş, kapılara kadar:)) Oldukça uzun bir zamandır görüşemediğimiz için ben tabi pek bir memnun ve mesud oldum.Biraz konuştuk, amma velakin kendisini bizimle gelmeye ikna edemedim. “Vatikan’ı kaç defa gördüğümü hatırlamıyorum, hiç kalabalığa karışmayayım işin bitince konuşuruz” dedi. Ondan ayrıldıktan sonra zor bela gittiğimiz (Bu da ayrı bir hikaye, ama uzatmayacağım..) Vatikan’da bir de kutsandık Papa Benedict XVI tarafından!! Meydanda bir kalabalık, Papa oturmuş koltuğuna insanları latince dualarla kutsuyor! İstesek denk getirilemezdi herhalde, çünkü olağan bir durum değilmiş hafta içi o tarihte böyle birşeyin olması..

Papa tarafından kutsanmış olmak bir tarafa, Vatikan’da olmamı en güzel hale getiren şey Vatikan Müzesi oldu.. Tarih ve sanat ile ilgili okumayı çok seven biri olarak, Sosyoloji okuduğum yıllardan da önce, Sistine Chapel hakkında çok şey okumuş; Boticelli’nin, Raphael’in, Michalengelo’nun eserlerini; ama herşeyden önce de Creation of Adam freskini yakından görebilmek için hep yanıp tutuşmuştum. Bu anlamda bu müze, New York Metropolitan Müzesi’ni de görmüş biri olarak, beni inanılmaz etkiledi. Roma’nın en güzel ve övünülecek şeyi bu bence. Nefesim kesildi diyebilirim..

Sağınızda solunuzda muhteşem ve ihtişamlı heykeller, yukarıda sonu gelmez tavan süslemeleri, duvarlarda sağlı-sollu rengarenk freskler, aşağıda,ayağınızın altında ince işciliğiyle sizi hayrete düşüren mozaikler… Sadece bir tarafa bakarak yürürseniz çok şey kaçırıyorsunuz.. Müzeye girmemiz, yaklaşık 1,5 km.lik kuyruğu bitirip içeri girmemiz yani, 1,5 saat kadar bir zaman almış olsada benim gıkım çıkmadı vallahi. Ödülüm büyük oldu:))

Vatikan sonrası klasik turlar yapıldı: Collosseum, Büyük Forum, Palatine Tepesi, Pantheon ve bilimum basilikalar ve kiliseler… Akşamüstü olduğunda o muhteşem ve dört gözle beklenen, Barok eserlerin en güzel örneği Trevi Çeşmesi‘ne gidildi. Sevgilimle orada buluşuldu:)) Sarınıldı, öpüşüldü(:)), konuşuldu, bolca özlem giderildi.. Sonra havuza para atılıp dilekler dilendi.. (O kadar kalabalığın bir an için yok olması 3. dileğimdi!) Annemin buraları görmesi 2. dileğim.. Ve 1.??? Acaba ne olabilirdi ki?? Oradan İspanyol Merdivenleri‘ne, sonra da Piazzo Navona‘ya beraber gittik; sokaklarda elele kaybolduk, güzel bir cafe’de içkilerimizi içtik, “Bu İtalyan’lar da nerede yiyip içiyorlar acep?” serzenişlerimiz sonrası bulduğumuz küçücük ve çok sıcak bir meydanda yemeğimizi yedik.. Hatta o küçücük meydandaki, hoş İtalyan’lardan birni yemeğini yerken aşağıdaki şekilde görüntüledim:)) (Tamam kabul, Zeynep‘ten çaldım fikri:))

Yemek sonrası güzel bir yer bulup içkiye devam ettik; Barselona-Arsenal Maçı seyrettik, canlı müzik dinledik, şarkılar söyledik.. Gece bitsin istemedim.. Onu bırakmak hiç istemedim.. Şarap bardaklarını boş görmek, sigara içmemek istemedim:)) Zaman durdun istedim aksine.. Masallardaki gibi hep mutlu olalım, birarada kalalım, özlem nedir bilmeyelim istedim.. Roma’da kalmak, tarih kokan arnavut kaldırımlarında yürümeye devam etmek, Trevi Çeşmesi’ne her gün para atıp dilek dilemek, ufacık meydanlarda yemeğimi yemek, bol bol house-wine içmek; ama hiç sarhoş olmamak istedim. Sadece ben olayım, sadece biz olalım, sadece periler olsun istedim..

….

Burnuma gelen misler gibi taze ekmek ve kruvasan kokularıyla uyandığımda Roma’daki son günümü iyi geçirmek için kendime söz verdim. Güzel geçen, ama buruk biten bir gün yaşadım. Ona veda ettim. Bir gün önce düşündüklerimin hiçbirini söyleyemeden, asıl istediğimi ona anlatamadan; üstüne üstlük beni sevdiğini söyleyen bir adama “inanmayaraktan” veda ettim ona ve Roma’ya.. Ben niye böyle yapıyorum tanrım.. Hem de her seferinde!

Roma Yolunda Bir Uğrak Noktası: Siena

Roma’ya yolculuğumuz başladı bir sabah erkenden.. Yol üzerinde, eski bir antik kent olan Siena’ya uğramaya karar verildi oy birliğiyle.. Siena, İtalya’nın 20 bölgesinden biri olan Tuscany (Toskana) içinde bir şehir. UNESCO tarafından dünya mirası olarak kabul edilerek, koruma altına alınmış. Gotik tarzın hakim olduğu ufak bir yer Siena ve tüm şehir, istiridye kabuğu şeklinde planlanmış Piazza Del Campo‘nun etrafına kurulmuş. Eskiden bu meydanda at yarışları düzenlenirmiş. (Ünlü Palio yarışlarının düzenlendiği yer olarak da biliniyor.)

Hava oldukça sıcaktı biz Siena turundayken, bu sebeple tüm turistler kendilerini bu istiridye meydanına atmışlardı sere serpe.. Güneşlenenler, öpüşenler, kitap-dergi okuyanlar… (Tolu’da attı kendini meydana, o şekilde bir fotoğrafını çektim ben de:)) Beni özellikle Tuscany yöresi, şarapçılığı ile ilgilendiriyordu zaten. Floransa ve Pisa’da bu bölgede ve İtalya’nın oldukça büyük bir kısmına ve yurt dışına üretilen şaraplar bu bölgedeki üzüm bağlarından ve üretim tesislerinden çıkıyor. Bu bölgenin en meşhur ve dünyaca bilinen prestijli şarabı da Chianti. Rehberimiz bize bu bilgiyi verdi ve hepimiz 2’şer 3’er edindik kah buradan, kah Floransa’dan..

Biraz vaktimiz kaldığında da Tolu ile Piazza Del Campo’ya bakan o küçük wine-house’lardan birine oturduk ve ne yaptık?

:))

Venedik: Bir Daha Gidelim mi?

Başlık, Tolunay Gökçe’nin bana sorduğu  sorudur arkadaşlar..Tolunay (nam-ı diğer Tolu) ve ben ilk olarak Venedik’te konakladık bu 1 haftalık İtalya seyahatimiz sırasında. (Tabi katıldığımız turun diğer sakinleri ile beraber.. Tur konusuna ayrıca gireceğim, öyle kolay kolay kurtulamazlar elimden zira:)

Venedik, ya da Venezia, İtalya’daki 20 bölgeden biri olan Veneto bölgesinde bulunan; Adriyatik’e kıyısı olan ve İtalya’nın en büyük 3 ırmağından ikisi olan Po ve Piave’nin arasında, lagunlar üzerine kurulu, bence hayatta en az bir defa görülmesi gereken bir şehir. Bizim otelimizin bulunduğu bölge Lido di Jesolo bölgesiydi. Sayfiye yeri olarak nam salmış, Adriyatik kıyısında ufak ve sevimli bir tatil kasabası. Otelimiz Hotel Niagara ise temiz, deniz ve kumsal manzaralı, sessiz bir oteldi. Akşam yemeklerini otelde yedik, ama içki içmek üzere dışarı çıktık. Son akşamımızda Sugar Cafe diye bir yerde çok keyifli birkaç saat geçirerek 3 kadeh Vino Rosso (Kırmızı Şarap) devirdik:) Ben bayıldım bu olaya haliyle.. Sanıyorum ki öğlenleri 2, akşamları da en az 2 olmak kaydıyla içtiğim tüm Vino Rosso’lar bana yol-su-elektrik olarak geri dönmeyecekler..! (Bu Vino Rossolar kesinlikle “House Wine” denen şaraplardan, şişe değil..)

Venedik’e ulaşımı Vaporetto denen, bir nevi deniz minibüsü ile yaptılar. Bir tam gün boyunca daracık sokaklar, köprülerle birbirine bağlı sokaklar ve kanallar arasında kaybolduk Tolu ile. Kah o ünlü Venedik Karnaval maskelerine takıldık, kah Murano Cam İşçiliği’nin en güzel örnekleri ile süslü vitrinlere.. Arada topu 1 euro olan (ama topu da toptu hani:)) dondurmalarından tattık; ya da bir kafede soluklanıp kırmızı şarabımızı istediğimiz o güzel gözlü, esmer tenli İtalyan ırkından satıcılarla sohbet ettik.. Pizza mı? Herhalde tüm seyahatim boyunca, son 3 yıldır yemediğim kadar pizza yedim: Margaritası, Patlıcanlısı, Deniz ürünlüsü, enginarlısı…

Hep görmek için can attığım Piazza San Marco‘sunda (San Marco Meydanı) bol bol fotoğraf çektim sonra.. Koca meydandaki kuşları elleriyle besleyen bu 2 ufaklığa bayıldım.. St. Mark’s Basilica’sına (Dükler Sarayı) hayran hayran bakakaldım.. Gondol yolculuğu yapıp, “O Sole Mio” yu söyleyen şeker ve esprili gondolcularla kanallar arasında dolaştım, Grand Canal’a (Büyük Kanal) çıkıp, Rialto Köprüsünü seyrettim..

Hava, şansımıza hep açtı, sıcacıktı. Begonyalar, petunyalar ve yasemin çiçeklerinin bolluğuna, diriliğine ve canlılıklarına, pek tabi bir de renklerine hayran kaldık hep beraber.. Elimde fotoğraf makinem habire yeşil pancurlu, bitişik nizam evlerin pencere ve teraslarından aşağılara sarkan rengarenk çiçek dolu saksıları görüntüledim.. Evler ve sokaklar rutubet kokarken, ayaklarıma yürümekten kara sular inmişken, yanımdan yakınımdan geçen yakışıklı ve kır saçlı İtalyan erkekleri ile göz göze gelip, mutlu bir yüz ifadesi ile dolaşıverdik zamanın nasıl geçtiğini anlamadan 1 tam gün Venedik’te..

Ertesi sabah Roma’ya yola çıkmak için otelden ayrılırken Tolu, “Venedik harikaymış, bir daha gelelim, birkaç gün kalalım bu defa” dedi. Neden olmasın? Belki de bu defa bir Karnaval Zamanına denk getiririz seyahatimizi tam da Zeynep’in yaptığı gibi:))

 

Sevgili İstanbul..

“Her ne kadar hasta falan olsam da artık daha fazla bekleyemedim, düştüm yollara Cuma saat 15:00’da sana doğru.. O kadar yorgun, bitkin ve halsizdim ki, bir ara otobüsten falan inemeyeceğim Ataşehir’e geldiğimizde herhalde dedim kendi kendime.. Varan’ın rahat Deluxe Otobüsü ile ulaştım bağrının bir köşesine akşam saat 20:00 sularında. Edirne seyahatini bitirmiş olan Ayşegül Sultan karşıladı beni, aldı sardı sarmaladı şalına sıkı sıkı; ver elini Çiftehavuzlar! Naz ve Cey’in evine.. Özlemişim arkadaşlarımı be İstanbul! Neredeyse 6 aydan fazla olmuş onları ziyarete gitmeyeli. Cey stüdyo açmıştı kendine, acayip merak ediyordum. MARA Grubu’na (Sevgili Bülent ve Doğan’ın grubu) kayıt yapıyorlardı hatta. **Kendime Not: MARA bir yerlere gelirse, kendine pay çıkarabilirsin. Zira Cey ile onları sen buluşturdun. İleride, böyle bir durumda bunu çocuklara hatırlat:))**

Neyse, arkadaşları görmek iyi geldi hakkaten. Özlediğim bir sürü şeyi yapmak için listelemiştim; ama ilahi İstanbul.. İnsan biraz güneşi bulutların önüne çıkarır. Seninki de iş mi? Öle bite geldim bağrına taa Ankara’lardan, bir güneşin yüzünü göstermedin bana:( Ama inat değil miyiz biz, kalktık şakır şakır yağmurun altında Beyaz Fırın‘a o güzelim simitlerle kahvaltı etmeye gittik. O da yetmedi Beylerbeyi’ne Tarihi Beylerbeyi Balıkçı‘sına balık yemeğe gittik.. Bizde hiç pes edecek göz var mı İstanbul??

Boğaza karşı balığını yemeden mi döndün yoksa dedirtir miyim hiç ben?? Ama ne yalan söyleyeyim o gri gökyüzü ile karşılamana rağmen bizi İstanbul , rengarenk lalelerin ile kalbimizi fetettin. Ne güzel olmuşsun öyle 3 milyon lale elbisenle? Ben en çok mor laleli olan kıyafetini beğendim, mor yakışmış sana:))

E Pazar olurda, kahvaltı için Ortaköy’e inilmez miydi İstanbul? İnilirdi.. Peki ya JTB sayesinde tanıdığım şeker Zeynep ile kahvaltı zenginleşir miydi? Tabiki.. Bu ne şeker, ne enerjik, gözleri ne kadar ışıl ışıl, ne kadar güler yüzlü bir insan İstanbul.. Böyle güzel birini bağrında saklamaya utanmıyor musun sen bakayım? O kadar saklamasaydın da daha önce bulsaydım kendisini.. Çaydanlık‘ta kahvaltı mı yapılmadı, üzerine kahveler içip fallar mı bakılmadı, yoksa çıkıp o şeker Ortaköy incik-boncuk el emeği göz nuru pazarında fotoğraflar mı çekilmedi. **Kendime Not: Ayşegül Sultan’ın ressam annesi benden Ortaköy Cami fotoğrafları istedi. Güzel bulduklarını ayır da, gönder.**

 

Sonrasında hep bearber Beyoğlu’na uzadık. Zeynep bizi, geçen haftalarda kendi sayfasında bahsettiği Fransız Sokağı‘ndaki Sıcak Şarap içilen yere götürdü: Chez Vous! Ne güzel sohbet ettik, ne güzel fotoğraflar çektik orada da. Yani İstanbul, her köşen ayrı güzel, ayrı karışık, ayrı sıcak, ayrı alem vallaha.. Ha unutmadan bir de son dakikada Çiçek Pasajı’nın yenilenmiş haline bakmak için soluklandık otobüsümüze yetişmeden önce.. Kahvaltı, sıcak şarap derken canımız tatlı istedi; son dakikada The Marmara‘nın Cafe’sinde yaptık yapacağımızı: Sana çikolatalı pasta ile veda ettik İstanbul..

Bilmem ki ne desem sana. Özlemişim seni.. Teşekkür ederim sana, tüm ıslanmamıza, üşümemize, yorulmamıza rağmen sayende tattım özlediğim güzelliklerin tadını: Arkadaşlarımla buluştum.. Yeni bir arkadaş kazandım..Sımsıcak..

Ah İstanbul ah.. Ne yardan ne senden hesabı oluyor her seferinde.. Ben seninle ne yapacağım???………”

                         Dilara

Yaşanası Bir Deneyimdi…

Dün sabah saat 07:00 sularında başlayan maceramızı yaklaşık 90 kişilik bir ekiple gece saat 23:30’da tamamladık. Başlangıç ve bitiş Ankara Tunus Caddesi oldu. Ama ya aradakiler???

Explorer grubu ile beraber 3,5 saat süren bir yolculuktan sonra Aksaray’ın Güzelyurt ilçesine ulaştık. Otobüsleri aşağıda bırakıp 1800 mt. yükseklikte bulunan bir tepeye çıktık. Tepeye tırmanmaya başladığımız andan itibaren Güneş Tutulmaya başladı sağ köşesinden ufak ufak.. Zirveye ulaştığımızda ve Güneşin tam tutulma anına yaklaştığı sıralarda hava da iyiden iyiye soğudu. Rüzgar neredeyse ufak tefek cüsseye sahipleri uçuruyordu! Bir yanda gözümüzde gözlükler, diğer yandan elimizde fotoğraf makinalarımız bekler olduk kucaklaşmalarını Ay ve Güneş’in.. Önce rüzgar dindi yavaştan, sonra gökyüzü yavaş yavaş kararmaya, sesler azalmaya, ortamı anlatılması zor bir huzur kaplamaya başladı. O anda bana sanki doğa tüm noktalarıdan çekilerek tek bir noktaya toplanıyormuş gibi geldi. Ve tam tutulma gerçekleşti. Çıt çıkmıyordu doğada.. Sadece fotoğtraf makinalarının çıkardığı “click” sesleri.. Bir de hemen ileride parıl parıl parlayan yüzüyle güzel Venüs Yıldızı. Ufukta kızıllıklar, aşağımızda yer alan köyde yanmaya başlayan ışıklar.. Nefesimi tututuğumu ve böylesi güzel bir şeyi görebildiğim için şükrettiğimi hatırlıyorum. Hani derler ya: Once In A Life Time! İşte öyleydi..