Kişisel Notlar Konulu Yazılar

2 Yıl Aradan Sonra..

dilo-party

En son 2009 yılının Aralık ayında, o yıl dördüncüsünü gerçekleştirdiğim “Erken Yılbaşı Partisi”ni düzenlemişim; hatta şöyle de anlatmışım!

..

2010 yılından da pek güzel dilekler dilemişim o yazıda. Şimdi düşününce, son paragraflardaki dileklere bakarsanız eğer siz de- hemen hemen tümünün gerçekleştiğini görüyor ve yine, yeniden çok şükrediyorum tanrıya:) Bana tüm yaşattıkları ve halen yaşatıyor oldukları için..

..

2010 yılında evlilikti, taşınma idi derken partiyi pas geçmiştik. Geçtiğimiz yıl da minik evimizde davet veremeyeceğimiz için içimiz sızlayarak yapmamıştık plan. Bu yıl ben yine “Nasıl yapsak, ne yapsak?” diye dertlenirken, sevgili arkadaşım Esra’nın önerisi ile 5. Geleneksel Partimizi Esra’nın evinde gerçekleştirdik 21 Aralık gecesi. Evet, tam da kıyamet söylentilerinin sonucunun beklendiği gece 🙂

35 davetliden 25’i partimize geldi. Kocaman bir açık büfemiz, süslü bir yılbaşı ağacımız ve harika bir manzaramız vardı o gece. Yine kırmızı renk, partinin tema rengiydi. Bendeniz de yukarıda gördüğünüz şekliyle, tam bir klasik Dilara stili; yani siyah bluz-siyah pantolona eşlik eden kırmızı ayakkabılarım ve kırmızı ojelerim ile katıldım davetimize.

Yeni insanlarla tanıştım, çok koşturdum, kendi arkadaşlarımdan bazıları yalnız hissetmesin kendini diye onların arasında mekik dokudum. Şarkı söyledim, iki göbek attım o yüksek topukların üzerinde. Konuşma yaptım, azıcık çakır oldum. Yine sıcak şarap kazanını kaynattım parti süresince 🙂

Harika bir geceyi güzel dileklerle, dualarla sona erdirdik. Ben 2013 yılından dileklerimi şu şekilde gönderiyor olacağım evrene;

* Yine sağlıklı olmak, öyle kalmak. Koşu ve kardiyo, ağırlık egzersizlerime ara vermeden, düzenli devam etmek ve en az bir yarı maratonu tamamlayabilmek.

* Huzurlu, mutlu ve keyifli birlikteliliğimi zarar vermeden, zarar görmesine izin vermeden devam ettirebilmek.

* Dostlarımla daha fazla vakit geçirebilmek, daha çok gülmek; göz kenarlarımdaki kırışıklıkları -artık- dert etmemek.

* Negatif bir bakış açısıyla hiçbir zaman pozitif bir yaşama sahip olunamayacağı gerçeğini bu yıl da unutmamak. Bu sebeple hep olumlu olmaya, olumlu bakmaya çalışmak hayata.

* Hayaller kurmaya devam edebilmek. Gerçekleştiğini gördükçe daha da motive olmak. En büyük hayalim için -artık- masanın başına oturarak, yazmaya başlayabilmek.

* Hiçbir şeyin “imkansız” olmadığını hep hatırlamak. Sadece zaman alacağını bilmek ve buna hazırlıklı olmaya devam etmek.

* Mutluluğun ancak paylaşıldıkça çoğalacağını hiç unutmamak; gerektiği yerde, gereken kişilere hatırlatmak bunu.

* Hayatın “zor bir yoldan yürümek” olduğunu unutmamak; ancak bu zorluklarla başa çıktığında “macera” dediğin şeyleri tecrübe edebildiğini hep hatırlamak. Macera yaşamayı ne kadar sevdiğini tekrarlamak içinden hep.

* Hep istediğim şeylerin peşinden gidebilmek bu yıl da: Artık bir motorsiklet sahibi olmak!

* Bu yaz yine bir “99 days” tamamlayabilmek bir yerlerde.

* Az’ın aslında ne kadar Çok olduğunu unutmamak.

..

Cuma akşamında Ankara’ya gidiyoruz biz yeni yılı karşılamak için. 31 Aralık gecesi de Manhattan’da olacağım, beklerim geleniniz olursa 🙂

Yeni yıldan dilekler dilemeyi, listeler yapmayı sakın unutmayın. İstemezseniz, yazmassanız tanrı neyi gerçekleştireceğini hayatınızda bilemez ki!

New York City, Chelsea- The Frying Pan Bar

Doğum günü kutlamaları, şen şakrak yemek sofraları bitti, geçti.. Hayata kaldığımız yerden, devam! Haftanın iki günü “danışılan” olmaya başlayalı bir buçuk aya yaklaşıyor. Zor günler de yaşıyorum, çok keyifli, eğlenceli zamanlarda. Hayat devam ediyor bir şekilde. Öğrenmeye çalıştığım, öğrenebildiğimi sandığım bir takım konularda “çekirgelik” pozisyonunda olduğumu görüyorum hala.. Sabırlı olmak mesela.

Bir dönem özel yaşamım konusunda sabır göstermem, dayanmam lazımdı mutlu sona, farkındalığa ulaşmam için. Başardım! Şimdi ise, aradan geçen üç yıldan sonra, başka bir alanda sabrı öğrenmem lazım geliyor. İnsanların bin bir çeşidi ile birarada olmayı değil de, kendi seçtiklerimle beraber olmayı istemek çok mu imkansız acaba kalan yaşamımda?

Her neyse, biz konumuza dönelim isterseniz.

The Frying Pan, NYC’de bulunduğumuz on gün içerisinde iki akşam yemek ve içki için tercih ettiğimiz, en üstteki fotoğrafta sağ tarafta yer alan kırmızı bir tekne!  Amerika Birleşik Devletleri Sahil Güvenliği tarafından uzun bir süre boyunca, New York Limanı’na gelen gemi ve teknelere ışığıyla yol göstermek, refakat etmek için kullanılan bir fener gemisiymiş. Kaldığımız evden yaklaşık on dakika yürüme mesafesinde yer alan Hudson River Park‘ın sonunda bulunan Pier 66 üzerinde. Artık NYC’de yaşayan bir arkadaşımızın bize önerisiydi bu pek keyifli mekan. Söylenen, güneşin batışını izlemek için gidilebilecek en güzel mekan olduğuydu çevrede.  Hakikaten de akşam serinliği çökene dek gökyüzünün en renkli hallerini görmemize olanak sağladı biralarımız eşliğinde The Frying Pan.

Özellikle hamburgerleri revaçta olan mekanda kalabalık grupların iş çıkışlarında evlerine gitmeden önce toplaşarak sohbet ettiklerine şahit olduk. En çok tercih edilen içkinin bira olduğunu, ve özellikle 5 Corona’nın yer aldığı buz dolu kovanın 35 $’dan satıldığını da not olarak eklemeliyim. Self servis bir mekan, yani önce yiyecek ve içeceklerinizi alıyor, sonra da oturarak keyfinize bakıyorsunuz. Belli akşamlarda da DJ performansları da olurmuş. Çalan müzikler genel olarak oldukça güzeldi. Mekanla ilgili tek alışılmadık gelen durum ise bazen bir teknede olduğunuzu unuttuğunuzda yani, hafifinden bir deniz tutması yaşamanız olabilir sadece 🙂

NYC eğer gezi planlarınız içerisindeyse, mutlaka bu bara uğrayın ve güneşi batırın lütfen.

“Kırk”a Adım Adım!

Hayat kırkında başlar” derler ya..

Hah işte, önümde bugünden itibaren koskocaman bir yılım daha var heyecanlı, keyifli, sağlıklı ve mutlu yaşamak için “başlamaya” 🙂

..

Yaş aldıkça kendimi daha güzel,

daha akıllı,

daha farkında,

daha mutlu,

daha değerli,

daha iyi,

daha “az yalnız”,

daha “kalabalık”,

daha pozitif hissediyorum!

..

İyi ki doğurmuş annekuşum beni be…

 

New York City-Chelsea Market

Merhaba.

Burada olmadığım süre zarfında araya bir Ankara, sonrasında kız arkadaşlarla bir Kaş ve sevgililerimizin de eklenmesiyle bir Kemer seyahati sıkıştırarak bayramı seyranı atlatıp, evimize 28 Ekim tarihinde dönmüş bulunmaktayız! Ayağımızın tozuyla 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda Balmumcu’dan başlayıp Beşiktaş’ta son bulan fener alayına katılarak o coşkulu kalabalığın bir parçası olmanın keyfini de yaşayıp bir defa daha “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” dedikten sonra gündelik hayatımıza hızlı bir dönüş yaptık. 1 Kasım itibariyle çalışma hayatına tekrar giriş yapacağım düşünülünce bu yazıyı daha fazla ertelemek istemedim.

New York City’den beğenimizi kazanan bir nokta ile devam edelim kaldığımız yerden gezi notlarımıza, ne dersiniz? Chelsea Market.

Chelsea Market’ın ilk kuruluş yılı 1890 ve o tarihlerde Amerika’nın en meşhur bisküvisi olan Oreo’nun da üretildiği bir bisküvi fabrikası olarak hizmet vermeye başlamış. 1990’larda yatırımcı Irwin B. Cohen’in Dokuzuncu ve Onuncu Caddeler üzerindeki bölümü satın alıp yenilemesiyle şimdiki harika halini almış. İçerisinde çok sayıda dükkan, restoran, pastane ve alışveriş yapabileceğiniz harika mekanlar var. Ev kiraladığımız yer olan Meatpacking bölgesine ise yürüyerek üç beş dakika mesafede! Bulunduğumuz süre zarfında, yani on gün içerisinde, sanırım dört beş defa buraya geldik ve kâh kahvaltı, kâh akşam yemeği yeme fırsatı bulduk.

Favori mekanımız ise kesinlikle Lobster Place idi!

Benim gibi deniz ürünlerine tutku derecesinde bağlı biri için resmen dünyadaki cennetin ta kendisi! Taze deniz ürünlerinden istiridyeler, yengeç, ıstakoz ve çeşit çeşit balıkların yanı sıra suşi şeflerinin gözünüzün önünde hazırladığı çeşit çeşit suşi ve deniz ürünlü salataları ile günün her saati tıklım tıkış bir mekan Lobster Place. En önemli kalemi tabii ki canlı canlı hazır bekleyen ıstakozlar oluşturuyor. İster çiğ, isterseniz pişirilmiş halde satın alıp yiyebiliyorsunuz. Biz bir ıstakozu paylaştık sevgilimle ve bir tanenin asla yetmediğini öğrendik. (Fiyatı da oldukça makuldu: Bir pişirilmiş istakoz 20$). Çok lezzetliydi! Istakozları elinizle kopara parçalaya yiyorsunuz. Kabukların içerisinden çıkardığınız beyaz etleri sadece zeytinyağı ve limona batırarak lezzetlendirmeniz yeterli. Mutlaka denenmeli!

Lobster Place dışında kıvamlı ve çeşitli çorbalarına hasta olduğum Hale And Hearty Soups, meşhur çikolatacı amcamız Jacques Torres, brownilerine ayılıp bayılmanızın garanti olacağı Fat Witch Bakery ile sevgilimin kahvaltı için tercih ettiği Eleni’s New York favori mekanlarımız arasında ilgi ve bilginize sunulabilir 🙂

Bir daha New York’a gidecek olsam sanırım yine Meatpacking, Chelsea, West Village  ve So-Ho bölgeleri dışındaki bir yerde kalmak istemem. New York’a ilk defa gidecekler için elbetteki “Görülmesi Şart Olan Mekanlar” olan Empire State, Central Park, Time Square Meydanı, Özgürlük Anıtı, Brooklyn Köprüsü vs. yerler gezilmeli, buralarda hatıra fotoğrafları çektirilmeli 🙂 Gerçi sevgilimin ilk NYC seyahati olunca bunların çoğunu hızlı bir şekilde yine-yeniden yapmadım değil! Ama şehrin daha benim sevdiğim ayrıntılarıyla dolu, daha rahat hissettiğim; görülesi-tadılası-denenesi mekanlarına ev sahipliği yapan, özgür ve mimari açıdan daha beğendiğim tarafı bu bölgeler oldu.

Umuyorum Chelsea Market ve Lobster Place’e gidersiniz bir gün ve beni anarsınız. Güzel şekilde tabii 🙂 Sevgiler, güzel bir hafta dilerim.

 

New York City-High Line Park!

Geçtiğimiz 99 günlük seyahatimizdeki  New York durağımızı elimden geldiğince, aklımda kaldığınca, fotoğraf makinemizde olduğunca paylaşmaya çalışacağım. Seyahat sonrası dönüşte evdeki işleri bitirmeden kendimizi Ankara’da bulmuştuk hatırlarsanız. Dost ve arkadaşlarla hasret giderip, yeni mekanlarda buluşup Anonim sezon açılış konseri için Manhattan‘ı tıka basa doldurduktan sonra “uzatmayın arayı, yine gelin” vedaları ile evimize, İstanbul’a döndük! Kalan işlere yeniden dalmış, iş-güçleri planlamaya başlamıştık ki beni çok mutlu eden bir gelişme yaşandı 🙂 Aslında iki!

İlki, tam bir sene önce evlenerek işimden istifa edip İstanbul’a taşındığımda karar verdiğim bundan sonraki çalışma düzenime US seyahati sonrası kavuşabilmekti; o oldu 🙂 1 Kasım itibariyle altı aylık da olsa bir projede çalışıyor, para kazanıyor olacağım 🙂 Hem de bu projede danışman olarak yer alacağım için tam zamanlı değil de daha çok yarı zamanlı çalışıyor olacağım. Spora, yazmaya, eve ve hayata vakit ayırabileceğim yani.

İkincisine ise gelişme denmez ama, US seyahatimiz sonrası “Aman Allah’ım aldık kiloları” nağmelerime karşın tartıya çıktığımda gördüğüm temizinden 59 kg. ibaresi 🙂 Ha, tartıya çıkmak için niye bu kadar bekledin derseniz, o da ayrı hikaye! Biz yokken evi ufak çaplı su basmıştı (evdeki bitmeyen işler bu yüzden!) ve banyodaki dijital tartımız sizlere ömür olan eşyalarımız arasındaydı! Neyse ki dün gidip yenisini satın aldım da gördük durumumuzu. Giderken bir kilo eksiktim, yani hepi topu artı bir ile dönmüşüm!

Evet,  haberlerden oluşan girizgah sonrası size bugün paylaşmak istediğim yer hakkında biraz bilgi vermek istiyorum:

Başlıkta da gördüğünüz üzere bu yer bir park: High Line Park.

New York’da Meatpacking denen bölgede kiralamıştık evimizi on gün için. Bu parkın da başlangıç noktası tesadüfen evimizin oldukça yakınındaydı. Sevgili Dido mutlaka gidin gezin dediği; daha önceki New York seyahatlerimde de buradan hiç haberdar olmamış olduğum için listemize aldık ve bir yarım günümüzü ayırdık bu parka. High Line, Manhattan’ın batı tarafında, yol üzerinden giden eski bir tren yolunun halka açık parka dönüştürülmüş hali. 2009 yılında ilk etabı açılmış, ki bu yüzden benim daha önce hiç haberim olmamış! (Zira ben en son 2007 yılında oralardaydım). Burayı gördüğünüzde inanılmaz bir dönüşüme tanık olmanız işten bile değil. Allah’ın eski püskü tren raylarının yer aldığı yoldan milletin her gün tıka basa doldurduğu bir park yaratmış adamlar!

Bu tren rayları 1930’larda o zamanki New York’un endüstriyel bölgesinde trenlerle yük taşımak için döşenmiş; şehrin içinden değil de yolun üzerinden geçiyor. 1980’den beridir de hiç tren geçirilmemiş bu raylardan. High Line Dostları (High Line Friends) diye çevirebileceğimiz kar amacı gütmeyen bir topluluk tarafından yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kaldığı dönemde tarihi bir yapı olarak korumaya alınmış ve park olarak kullanılması için şehir meclisi ile birlikte çalışmalar başlatılmış. Peyzaj mimarlarının 2006 yılında başladığı çalışmalar sonucunda ilk kısmı 2009 yılında hizmete açılmış High Line’ın park olarak. Şuradaki sunum park hakkında çok güzel fikir veriyor. Bundan daha güzel fotoğraflar çekemedik ne yazık ki!

Yeşillikler içerisindeki, çeşit çeşit değişik bitki türünün yer aldığı bu enteresan parkta piknik yapıp güneşlenen gençler, kitap-dergi okuyan orta yaşlı insanlar ve minik havuzunda oynayan çocuklara rastlayabilirsiniz. Yaklaşık 1,5 km.lik tren raylarından bozma parkta kahve, sandviç, dondurma satın alacağınız seyyar dükkanlar da bulunuyor. Ayrıca New York’un her parkında bol keseden serpiştirilmiş şekilde karşılaşacağınız sandalye, bank ve ahşap şezlonga tabi ki burada da rastlamanız içten bile değil!

Bu yazıya eşlik eden fotoğrafların çoğu High Line Park‘ta yürürken gördüklerimize ait daha çok. Umarım bu parkı ve fotoğrafları beğendiniz 🙂