Kişisel Notlar Konulu Yazılar

Bir Hayalimi (Daha) Gerçekleştirdim!

Şurada demişim “Koşmaya başladım” diye! Çok disiplinli olamasam da elimden geldiğince koşmaya ve antreman yapmaya başlamıştım geçtiğimiz Şubat-Mart aylarında. O kadar kolay değildi benim için, zira çocukluk yıllarımdan beri her türlü sporla haşır neşir olmuş ben için “koşmak” bir ölümdü! Yıllarca yürüdüm yaz-kış, hafta sonu, sabah-akşam demeden; lakin beş dakika koşmaya çalışsam nefes nefese kalıp bir köşeye yığıla yazardım 🙂 Ayrıca diz sıvımın normalden az olması, dizlerimdeki hassasiyet (Ailemde romatoid artrit hikayesi var) de tuz biber ekiyordu koşma isteğimi gerçekleştirmeme!

Koşuyla barışmaya başlamam asıl San Francisco’da oldu. Nike koşu ayakkabılarım ile birlikte satın aldığım  Nike+ uygulamasıyla telefonumdan koştuğum mesafeyi, hızımı, koştuğum yerlerin haritada görüntüsünü görebilmeye ve bunları kendi sayfamda listelemeye başladım. Bu sayede her koşuda bir önceki yaptığım süre ile yarışmaya ve kendimi geliştirmeye başladım. San Francisco’nun iklimi ve koşan insanlarının fazla oluşu da beni oldukça motive etti. En son 9km civarına kadar gelmiştim koşu mesafemde. San Francisco’da iken haberdar oldum Run Istanbul 2012‘den ve hemen kaydoldum.

Dün sabah, hayatımda ilk defa olmak üzere, koşmak için binlerce insanla birlikte bir yarışmaya dahil oldum. Kendi başıma koşmakla, bir sürü insanla birlikte bir yarışmada koşmanın ne kadar farklı olduğunu gördüm birbirinden. Ayrıca kendim koşarken yorgunluk hissettiğim anlarda tempomu hızlı yürümeye düşüren ben, dünkü yarışta “Bırakma” dedim kendime. “Bırakma Dilara, koşmayı bırakma”!

Bir Forrest Gump olamadım belki ama, 5K koşumu koşmayı hiç bırakmadan tamamladım, hem de kendi en iyi zamanımla 🙂 Koştuğumuz mesafe ve yaptığım süre burada. Tahmin edeceğiniz üzere kanıma işleyen bu alışkanlığımı bırakmak niyetinde değilim, yalnızca biraz daha dengeli beslenmem gerekiyor. Benim beslenmemle bu kadar koşmak bile mucize zira! (Günde iki öğün yiyorum ve protein-karbonhidrat alımım çok az!)

Evet, şimdi yeni koşuları takip ediyor ve en kısa zamanda birine daha dahil olabilmeyi çok istiyorum. Koşuya başlamam ve devamındaki motivasyonum için Sevgili Esra, Alev ve Meltem’e teşekkürü de borç bilirim 🙂

..

Bugün Ankara yolcusuyum. Özlem gidermeye gidiyorum dostlarımla. Cumartesi gecesi de Anonim Reloaded sezonu açıyor Manhattan’da. Orada olmak lazım gelir 🙂 Hepinize süper bir hafta diliyorum.

..

Bir de az önce paylaşmaya hazır hale geldiği haberini aldığım bir durumu bildireyim 🙂 Artık Radikal Blog‘dan da takip edeblirsiniz beni. Orada JTB’den farklı şeyler yazıyor olacağım 🙂 Buyrun ilk yazıma.

 

99 Gün Amerika Sonunda İşte İlginç Notlar!

* San Francisco’da hemen hemen tüm restoranlarda uzun sıralar bekliyor insanlar. Türkiye’de düşünüyorum da yemek için gittiğiniz bir mekanın kapısında bir saatlik bir bekleme listesi var derlerse size, önce güler sonra başka bir yer bulmaya gidersiniz. Burada ısrarla kapının önünde bekliyor herkes. O sebeple rezervasyon çok önemli. Bir de restoranların çoğunda saat 17:00-17:30 gibi akşam servisine başlıyorlar. O saatten önce giderseniz kapı duvar!

* Rezervasyonunuz kaç kişilik yapılmışsa, o kadar kişi bir araya gelmeden sizi masanıza oturtmuyorlar! Yani sekiz kişilik bir grupsunuz, tam saatinde beşiniz mekanda buluştu diyelim. Diğer üçünüz de gelmeden o masa boş kalıyor, ve ne yazık ki talep o kadar büyük ki, haliyle uzun bir süre de boş kalamıyor. Bu sebeple rezervasyon saati ve ekip olarak tam saatinde mekanda bulunmak önemli!

* Çoğu yerde sekiz kişiden fazla bir masaysanız eğer, servis ücretini baştan ekliyorlar hesabınıza (%18-20)! Yani ülkemizde, Türkiye’de, bir mekana kalabalık gitmek avantajdır değil mi? Hatta “grup indirimi” diye bir şey vardır bizim memlekette. San Francisco’da yok! Kalabalık masalardan hoşlanmıyorlar.

* Zaten bilinen bir gerçek: Biz Türkler pratik zekamızı -oldukça yoğun kullanmaktan dolayı- geliştirmişizdir! Gittiğimiz çoğu mekanda, diyelim yine sekiz kişiyiz, ikişer tane dört kişilik masa birbirine yakın sayılabilecek bir mesafede boş mesela. Servis elemanları, o masaları birleştirme ve sekizinizi birden oraya alma talebiniz karşısında yüzünüze sanki integral almalarını istemişsiniz gibi bakıyorlar! Bizde olsa iki sandalye ofisten bile getirilerek sizin oturmanız için her türlü organizasyon yapılıverir.

* Marketten içki satın aldığınızda kimliğiniz görmek istiyorlar. Sonuçta başlarda “Deli mi bunlar minyon da göstermiyorum, nerdeyse kırk yaşındayım” dediğim ve sürekli kimlik sormalarından sıkıldığım doğrudur! Lakin bu bir kural olduğu için sizin kaç gösterdiğinizle değil, kural gereği “Biri içki alıyorsa kimliğine bakacaksın” cümlesinin beyinlerine kazınmasıyla ilgilendikleri de yadsınamaz bir gerçek. Hadi tam buna alıştım derken, bir gün fena hastalanmam ve boğmaca şeklinde öksürüğe yakalanmamla birlikte “Bari geceleri daha rahat uyuyayım, bir öksürük şurubu edineyim” argümanından hareketle yine bir markete gitmem gerekti. Uygun öksürük şurubunu alıp kasaya yöneldim ve benden yine kimliğim istendi!! İçerisinde uyuşup, uyumanıza yardımcı maddeler olduğu için, öksürük şuruplarına da alkol muamelesi yapıyorlar 🙂 Tüm bar ve gece kulüplerininin kapısında da kimliklerimizi göstermeden içeri girmediğimizi not düşmek isterim.

* Her restoran, bar veya kafede “Tap Water” yani şehir suyu/musluk suyu bol buzlu sürahi ile size ücretsiz bir şekilde sunuluyor. San Francisco’da otobüslerde yer alan reklam panolarında,  son dönemde yapılan araştırmaların sonucu olarak musluk suyunun pet şişede satılan sulardan çok daha temiz ve sağlıklı, güvenli olduğuna dair rakamsal ifadelere rastladık.

* Koşmayı, kahveyi, bisiklete binmeyi seven insanların şehri San Francisco. Her sabah her kahve dükkanının önünde sıra mı olur kardeşim (Bu her yerde sıra olması ve sıra bekleme meselesine takıldık, evet 🙂 Ne de olsa sabırsız biriyim ben)? Sabahları çoğunlukla koştuğum için erken saatlerde bisikletleriyle işe giden bir sürü insan gördüm. Takım elbiseli ya da değil… Toplu taşım ve bisiklet kullanımı çok yaygın (Elbette bir Amsterdam olamamıştır, ama kıyaslar hep kendi ülkemizle, unutmayın :)).

* Çeşitliliği (Diversity) bas bas bağırarak teşvik eden bir toplumun, bu çeşitliliği en çılgınca destekleyen insanlarının yaşadığı bir şehir ayrıca San Francisco Amerika’da.  Gay, lezbiyen ve transseksüellerin yerleştikleri ve meydanlarına da San Francisco’nun her yüksek yerinden görünecek kadar büyüklükte bir gökkuşağı bayrağını astıkları bir bölgeleri bile var: The Castro Bu semtin yerleşiklerinden biri de Harvey Milk imiş. Kendisini belki Sean Penn’in canlandırdığı Milk adlı filmden hatırlarsınız. Adına bir plaza bile var şimdi.

* Koca bir semt gökkuşağı bayraklarıyla rengarenk. Peki North Beach semtine ne demeli? Burası da ağırlıklı İtalyanların yaşadığı bir semt. Öyleki North Beach’i çevreleyen tüm elektrik direkleri, trafik lambalarının üzerlerinde İtalyan bayrağına ait damgalar var. Yani düşünün ki İstanbul’da İngilizlerin ağrılıklı yaşadığı bir mahalle, Bakırköy mesela, ve Bakırköy’deki tüm elektrik direkleri, trafik lambaları, cadde ve sokaklarında İngiliz bayrakları var!

* Amerikan devleti halkını en baştan güvenilir, doğru beyan veren vatandaşlar olarak kabul ediyor. Kurallarını da buna göre koymuş ve vatandaşların beyanlarına güveniyor. Bizdeyse  (Fikrimce bu böyle, katılanlarınız elbet olmayabilir) vatandaş yanar döner, üç kağıtçıdır nasılsa şeklinde bir düşünce hakim; dolayısıyla kurallar bu düşünce çerçevesinde her şeyi baştan sıkı sıkı denetler şekilde koyulmuş. Örneğin Napa Vadisi üzüm bağlarının, şarap evlerinin birarada bulunduğu bir bölge değil mi? Peki hiçbir zaman Napa-San Francisco yolu arasında alkol kontrolü yapılmadığını biliyor musunuz? Neden mi? Çünkü hükümet bir kural koymuş ve demiş ki “Alkollü araç kullanman yasak kardeşim, kullanırsan da şu kadar ceza yersin kaçarın yok”. Napa yolundan, hiç olmassa dönen araçların içerisindeki insanların şarap tattığını, belki de tatmaktan daha fazlasını yaptığını bilmiyorlar mı yani? Biliyorlar. İşin güzeli bunu vatandaşlar da biliyor. Ve bu kuralı ihlal etmemek üzerine dikkatli davranıyorlar. Orada yaşayan arkadaşlarımızın bize ülkeye geldiğimizde ilk tembihledikleri şey “Aman arkadaşlar sakın alkollü araç kullanmayın, sakın”dı! Birkaç defa birlikte şarap tadımına gittik mi? Evet. Grupta mutlaka ya araba kullanacak biri vardı, ya da bir kadehten başka içmediler. Polisler kontrol etmiyorlar, lakin orada bir kazaya sebep olursan ve araştırma neticesinde alkollü araç kullandığın ortaya çıkarsa işte o zaman tabir yerindeyse “öttürüyorlar”!

* Özellikle yağmurlu havalarda Bay Bridge’de polis arabalarının araç güruhunun önüne geçerek ve hızlarını yavaşlatarak, köprüde zikzaklar çizerek gittiğini söylesem peki 🙂 Şaka gibi değil mi? Sizin kazaya sebep olmanızı önlemek ve yavaşlamanızı sağlamak adına. Yani bizim “proaktif” dediğimiz  bir düşünce tarzıyla hareket var San Francisco trafik polislerinde 🙂

* Amerika’da birçok eyalette restoran menüsünde, ya da mağazalardaki fiyat etiketlerinde gördüğünüz rakamlar vergi hariç rakamlar. San Francisco’da menüde ya da fiyat etiketinde gördüğünüz rakamlara %8-9 arası bir vergi ekleniyor. Bu durum çok can sıkıcıydı bizim için, alışmamışız! Önünüze geliyor hesap; yenilen içilen elli dolar diyelim, ödenmesi beklenen tutar yaklaşık elli beş dolar. Bir başka ilginçlik de “tip” yani bahşiş üzerine. Her hizmet sonrası bir bahşiş ödemeniz beklenmekte. Restorandaki servis yapan garson anlaşılabilir. Lakin taksi şoförlerinin de ısrarla “Bahşişimiz % bilmemne kaç” demesi asap bozucuydu 🙂 Hani bahsettiğim elli dolarlık hesabınız vergilerle elli beş olmuştu ya, hah şimdi ona birde %18-20 arası bahşiş ekleyin! Tüm servis elemanları, kasiyerler, taksi şoförleri, satış elemanları sinir bozucu şekilde güler yüzlü ve ilgililer. Hepsi defalarca “Nasılsınız bugün, herşey yolunda mı”? diye soruyorlar işleminizi yaparken. Kapıya dek bizi uğurlayan servis elemanları bile gördük. Öğrendik ki maaşları azmış, bahşişlerden kazanıyorlarmış ne kazanıyorlarsa.

* New York City’de ise polis ve itfaiyeci gurubu inanılmaz bir şekilde ilgi görüyor insanlardan! İtfaiyecilerin hepsi mi bir Kıvanç Tatlıtuğ’dan hallice olabilir? Oluyor yeminlen, gözümle görmesem yazmam ahkam keser gibi. Kocam bile şahit! İtfaiyeci olmak inanılmaz prestijli bir iş. New York İtfaiye Merkezi’nin Manhattan’da bir hediyelik eşya falan satan dükkanı bile var; sadece itfaiyecilere özel kupalar, rozetler, poster ve takvimler, tişörtlerin satıldığı. Times Square’de ise polis merkezine ait bir ofis var ve güleryüzlü New York polisi her isteyenle fotoğraf çektiriyor ve tanışıp, kaynaşıyor! Bize ilginç ötesi geldi haliyle, ülkemizdeki durumu düşününce..

* Amerika gibi kapitalist bir ülkede, Manhattan gibi metrekaresi altın değerinde olan bir şehirde bu kadar çok halka açık park-bahçe, bank-masa-sandalye-şezlong olması da oldukça ilginç gelen bir durumdu. Melih Gökçek olsa ne biçim para yapardı buralardan diye düşünmeden edemedik. Sonra zavallı Ankara’mı, yıllarca uğraştıkları damat mendili kadar Kuğulu Parkımı, hala uğraştıkları (Restoran yapcaklarmış)! Seğmenler Parkımı düşündüm de toplamda kaç tane bankımız var hiç saydık mı acaba? Size şöyle diyeyim, NYC’de kaldığımız Meatpacking bölgesinde yaklaşık yetmiş-seksen metre karelik bir parkta toplam otuz beş tane bank vardı. Şu an pencereden bakmakta olduğum parkımızda ise saydım, 8 bank var; örneğimdeki parktan da büyük!

..

Evimize döneli tam bir hafta oldu bugün. Saat farkından dolayı oluşan sersemliği henüz tam olarak atamadık. Dağ gibi biriken çamaşırlarda yıka yıka bitemedi! Ama evde olmak, dostlarımızla olmak güzel. Dünyanın neresine gidersek gidelim sağlam bağlar kurduğumuz dostlarımızı, ailemizi de götürebilsek keşke!

 

 

 

San Francisco’da Mutlaka!

Zamanın ne kadar hızla akıp geçtiğini burada bir defa daha test etmiş olduk: 20 Haziran tarihinde gelip, yerleştiğimiz San Francisco şehrinden 10 Eylül itibariyle New York şehrine geçmek suretiyle ayrılıyoruz. Koca yaz tatilini, üç ayı geride bırakarak! Hala inanamıyorum!

Bu süre zarfında burada yaşadıklarımız, gördüklerimiz, duyduklarımız ve tanıştıklarımız sayesinde ufkumuzun inanılmaz genişlediğini; birçok olaya, en önemlisi hayata bakış açımızın da bu sayede değiştiğini, buradaki tecrübemizin bize oldukça fazla şey kazandırdığını söyleyebilirim gönül rahatlığıyla. Bu da demektir ki bu seyahat projemiz işe yaramış; yenileri için kafada planlar yapılmaya da başlanmıştır 🙂

Bize sorulan “Neden San Francisco?” sorularına kendimizce verdiğimiz cevabı bir defa da burada tekrarlayarak; bizce bu şehirde “Yapmadan-Gitmeden-Görmeden-Tatmadan Bırakılmaması Gerekenler”le bitirmek istiyorum bu yazımı.

Neden San Francisco?

İlk nedeni sevgilimin teknoloji işinde olması sebebiyle, teknolojik şirketlerin neredeyse başkentinde onlarla aynı havayı solumak istemesi; yenilikleri yerinde takip etmek istemesiydi. İkincisi Amerika’nın en liberal, en çok kültürlü-renkli, en çevreci, rahat olduğunu her yerden duyduğumuz şehrinde günlük yaşamı deneyimlemek isteyeşimizdi. Son olarak ise, kendi açımdan daha önceki Amerika seyahatlerim sırasında bulunma şansı elde edemediğim, ama karşılaştığım herkes tarafından “Mutlaka görmelisin” denilen bir şehir olarak aklımın fikrimin bir köşesinde her daim bulunmasıydı.

Gelelim “Yapmadan-Gitmeden-Görmeden-Tatmadan Bırakılmaması Gerekenler”e:

1- Ferry Building‘i mutlaka, ama mutlaka ziyaret edin. Bir defa değil birkaç defa hemde. Sanıyorum benim ilk özleyeceklerim arasında ilk sırayı kendisine veririm. “Ferry Plaza Farmers Market” mesela haftanın Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri binanın önünde kurulan büyük ve çok renkli organik ürünler pazarı. Genelde sabahları koşarken önünden geçtiğim, stantların her birini gezinmeye doyamadığım, rengarenk ve taze sebze ve meyveler için alışveriş yapma imkanı bulduğum bir pazar. Delirebilirsiniz, o kadar diyim ben 🙂 Dışarıdaki pazarının yanı sıra, binanın içerisinde çeşit çeşit mutfaklara ait restoranlar; küçük ama yerel yiyecek-içecek, şekerleme, peynir, şarap, mantar, balık satılan dükkanlar var.

– Buradaki “Ferry Plaza Wine Merchant” ise mutlaka oturun, bir akşamüstü şarap-peynir keyif yapın diyeceğim yerlerden biri. (Tolu‘cum ile burada bir akşamüstü keyfi yapabilsek diye az mı geçirmedim içimden.. Benim şarap-peynir keyfimin en vazgeçilmezi dostum olur kendisi Ankara günlerimden 🙂

– Gün doğarken, gün batarken sıklıkla görebilme şansı yakaladığımdan mıdır bilmiyorum, kanımın ısındığı “Bay Köprüsü”de burada. Mutlaka her iki zaman diliminde de fotğraflamak veya kenarından yürümek için zaman ayırın.

2-Kısaca “The Mission” olarak adlandırılan “Mission Bölgesi”nde zaman geçirin. San Francisco’nun neredeyse en eski bölgesi ve ağırlıklı Meksika ve Latin izlerine sahip restoranlar, kafeler, dükkanlar ve galeriler mevcut. Benim için kendisini en vazgeçilmez yapan sebeplerin başında ise çoğunlukla önceki yazılarıma (misal 1, misal 2) konu olan renkli duvar sanatları, Valencia Caddesi ve nefis “Dolores Parkı” geliyor.

-Bu parkın hemen önündeki “Bi-Rite Creamery“den aldığımız dondurmaları, sisten ve serinlikten çalabildiğimiz anlarda parkın çimenlerine yayılarak yemişliğimiz var. Özellikle deneyin diyebileceğim dondurmaları ise salted caramel, roasted banana, honey lavander ve balsamic strawberry!

-“Pizzeria Delfina“da Proscuitto Pie pizzasını tadın. Üzerine taze taze koyulan minik rokalarla çok leziz!

– 24 ile South Van Ness Caddelerinin kesişme noktasında bulunan “The Napper Tandy“de bir “Happy Hour” yakalayıp 6$’a Lisa’nın elinden harika bir Margarita için! (Canım dostum, bir tanem Natali’mi sevgiyle andım burada. Karşılıklı bir, iki, üç derken margaritaları devirir, sonra kalkar dans etmeye giderdik dedim içimden!)

3-  “Cable Car” bir San Francisco klasiği zaten. Günün her saati upuzun kuyruk beklemek zorunda kalabilirsiniz fakat, baştan söyleyeyim. Ama meşhur yokuşlardan inerken, çıkarken, çanını çalarak raylar üzerinde hareket eden bu sevimli gezi araçları ile bir tecrübe yaşamadan ayrılmayın siz yine de 🙂

4- Marina Bölgesi’nde bulunan “Palace of Fine Arts“ı ve pek güzel, büyülü parkını es geçmeyin. Burada piknik sepetinize içeceğinizi, sandviçinizi atıp bir de minik bir örtü eklediğiniz zaman hazırsınız.

– Marina Bölgesi’ne gelince Golden Gate Köprüsü’nü uzaktan görmeye başlıyorsunuz. “Crissy Field“den yürüyerek köprünün her şekilde fotoğrafını çekebilirsiniz. Buradaki plajda kumlara oturmak ve yelken-kite yapanları seyretmek en büyük keyfimizdi. Piknik için yine ideal bir yer. Sağınızda solunuzda koşan ve yürüyen, bisiklete binen birçok insana rastlamanız ise kuvvetle muhtemel. Burada unutulmaması gereken önemli-faydalı bir bilgi ise, bu kadar çok plajı olmasına rağmen denize giren kimsenin olmaması San Francisco’da. O kadar soğuk, rüzgarlı ve dalgalı ki!

– Marina-Cow Hollow Bölgesi’nde bulunan “The Grove” kafe, özellikle yerel yaşayanların geldiği, oturup tabletleriyle iş yaptığı, dergi-gazete okuduğu çok şeker bir kafe. Bizim buradaki favori kahvecilerimizden mekan olarak. Yiyecekleri de çok güzel görünüyordu, denemedik. Ama kahvelerini, özellikle -çok tatlı bulabilirsiniz ama- organik masala çayı ve red velvet kekini denemenizi tavsiye ederim  (Ayşegül’üm Sultan’ım ve Esra‘cımla birlikte ne keyifli ve bol dedikodulu kahve seanlarımız olurdu burada diye az geçirmedim içimden, kulaklarını çınlatmadım dostlarımın!).

– Yine bu bölgede, San Francisco’nun muhtelif yerlerinde de rastlayabileceğiniz, görüp görebildiğim-tadıp tadabileceğim en lezzetli sandviç, kahvaltı, tatlı pastane ürünlerini deneyimleyip midenize bayram ettirebileceğiniz “La Boulange” bulunmakta! Ne denediysek garip mırıltılar, sesler ve iştahlı bir ruh haliyle sildik süpürdük; kırıntı bile bırakmadık. Kesinlikle içeri girin ve kaybolun derim!

– Yine bu bölgede hamburgerin en güzeli için “Barney’s Gourmet Hamburger“i, keyifli ve yerel insanlarla birlikte kalabalık bir happy hour içinse “The Tipsy Pig”i listenize alın. Özellikle Barney’s’deyken sevgili arkadaşım Oburcanın kulaklarını az çınlatmadım değil hani 🙂 Burası senin için cennettir arkadaşım, al listene 🙂

– Santa Monica’da,  “Hara Sushi“de yediğimiz suşiler hala açık ara önde! Ama burada da yakın tatları, artık San Francisco’nun yerlisi olmuş arkadaşlarımızın da oy birliğiyle önerdikleri “Zuchi Puzzle“da bulduk. Özellikle Türkiye’de hiç deneme şansı bulamadıklarımdan bir lezzet listesi yapmak isterim: Ankimo; yani Monkfish‘in ciğerinden yapılan inanılmaz lezzetli sushiyi, Yellow Tail Fish‘den bir parçanın yer aldığı sashimilerini, baharatlı, hafif acı soslu somonun kızgın yağda pişirilmesiyle yapılmış pek leziz, Deep Rising ve Armadillo Roll’u rahatlıkla masaya sipariş edebilirsiniz derim (Selim’cim, Banu’cum, Evren’im, Dugi’m ve Eminem’in; yani Ankara’daki “Quick China” lezzet gün ve gecelerimin beni yalnız bırakmayan ekip elemalarını da burada saygıyla andım 🙂

5- North Beach Bölgesi, ağırlıklı İtalyanların yerleşik olduğu bir bölge. Sınırı çok rahat çizebiliyorsunuz, zira North Beach’i çevreleyen elektrik direkleri ve trafik lambalarının tümünde baskı şeklinde İtalyan Bayrağı mevcut! Bölgenin tam ortasındaki “Washington Square Park” çimenlerine serilip, kitaplarımı okuduğum yerdi. Canım kahve istediğinde hemen kalkıp, caddelerdeki herhangi bir sevimli kafeye oturup kahvemi yudumladım. “Mama’s” San Francisco’da yıllardır en iyi kahvaltıcı seçiliyormuş! Biz burada kahvaltı etmek aklımıza düştüğünde bir türlü  zamanlamayı doğru yapamadık. Şaka gibi! Önünde hep bir upuzun kuyruk! (Birinciye değil ama ikinciye gidip nefis bir kahvaltı ettiğimiz doğrudur. Mama’s’a gidemeyenleri “Dotti’s“e alalım 🙂

– Washington Square Park yakınlarındaki “Don Pisto’s“u ise hayatımda yediğim en lezzetli guacamole sosu ile hatırlayacağım! Meksika mutfağı sevenler, denemek isteyenler size sesleniyorum. Yeriniz burası 🙂 Kafa karıştırmayan az ve öz menüsü, sürahide alıp içmenizi önereceğim nefis sangria ve margaritaları ve taş duvarlı-tahta masalı, minimalist dekoru ile benim en sevdiğim Meksika mutfağı burası oldu diyebilirim. Ortaya ıstakoz söylüyorsunuz ve ellerinizle parçalayıp bir güzel dürümlere sarıyorsunuz 🙂 Yalnız rezervasyonsuz gitmeyin, saat 18:00’den sonra uzun bir bekleme listesi oluyor.

– Bu bölgede bulunan meşhur “Coit Tower“a çıkın. Kuleye çıkmasanız bile, bulunduğunuz yükseklikten San Francisco çok güzel görünüyor 🙂

6- Sabah koşularımda hedef noktam olan “Pier 39” ve “Fisherman’s Wharf” oldukça turistik bölgeler. San Francisco’nun mutlaka gidilmesi gereken yerleri. Her an çok kalabalıklar, ama bir taraftan da beğenebileceğiniz dükkanlar ve restoranlar, çeşitli atraksiyonlar mevcut. Mesela Pier 39’da bir akvaryum var; lakin hayvanların tutsak edildiği o tarz işlere karşı olduğum için-geç de olsa yerinde görüp Sea World’de, inanılmaz üzülmüştük, ben şahsen taviye etmiyorum! Biz yemek yemek için sanıyorum birer defa gittik ve sonrasında bir daha hiç o kalabalığa bulaşmadık. Şehrin yerel halkının dolaştığı yerlerde olmak bizim amacımızdı çünkü!

– Fisherman’s Wharf’dan devam ettiğinizde “Ghirardelli Square” e ulaşacaksınız. Burada vakit geçirmek çok keyifli. Ben hem yalnız gezilerimde hem de sevgilimle buraya gelip Ghirardelli’nin çikolata dükkanından çikolata kaçamağı yaptım bol bol 🙂 İster dondurma, ister kahve-çikolata alın; önündeki sahilde kumlara oturup keyfini çıkarın. (Tabi, hava müsade ettiği sürece!) Burası eskiden çok büyük bir çikolata fabrikasıymış, daha sonra fabrika başka bir yere taşınınca bu mekan restore edilerek minik dükkanlar, kafeler ve restoranlarla güzel ve iyi vakit geçirelicek bir yere dönüştürülmüş.

7- Minik gizli bir mekan var “Maiden Lane“de, ismi “Mocca” Giderseniz  deniz ürünlü salatasından isteyin derim. Yalnız sadece nakit para geçiyor! Şansınız varsa akordeon çalan amca da oralardadır. “Union Square”e bakıp, yeşillikler arasında huzur bulun. Şehrin ortasında bir kaçamak yapmak için ideal. Bu güzel sokakta ayrıca San Francisco’daki tek Frank Lloyd Wright  tasarımı olan ve bir galeri olarak hizmet veren “Xanadu Gallery“i de görmeniz mümkün.

– “Union Square“, şehrin kalbinin attığı yer ve bize üç ay boyunca yuva olan evimize de çok yakın. Sıklıkla vakit geçirdiğimiz, hiç olmadı bir yerlere giderken mutlaka içinden geçtiğimiz bir yer. Macy’s’in çatı katında yer alan “Cheesecake Factory“de rejim falan hak getire diyerekten bir dilim cheesecake yemenizi, Macy’s’in sol çaprazında yer alan “DSW“dan ayakkabı alış verişi yapmanızı ve meydana yakın “Puccini and Pinetti“de bir happy hour yakalayıp üç dolara şampanya içmenizi tavsiye edeceğim.

8- “GoldenGate Köprüsü” gerçekten muazzam ve çok hoş görünüyor günün her vakti. Sisli, puslu havaya rağmen ya köprünün ayakları sisler içerisinde, yukarısı görünüyor oluyor; ya da tam tersi üst kısmı yok, ayakları var 🙂 Tamamını net olarak görebildiğiniz zamanlar çok kısıtlı. Ama bir klasik olması sebebiyle köprüyü ziyaret etmenizi, lakin mutlaka ve mutlaka şiddetli rüzgara karşı saçlarınız için toka, üzerinize giymek için kalın bir üst almanızı önermeliyim. Bisikletle de karşıya geçebilirsiniz köprünün üzerinden, ama ben yaya olarak geçmenin hem fotoğraf çekmek hem de manzaranın tadını doya doya çıkarmak için en uygun yol olduğunu düşünüyorum.

..

Sanıyorum benim San Francisco’m için akla ilk gelenler bu şekilde. Uzun bir yazı olması sebebiyle umuyorum ki sıkılmadan buralara dek ulaştınız. Buraya yazamadığım, özellikle mekan konusunda öneriye ihtiyacınız olursa bana e-mail yazabilirsiniz. Seve seve yanıtlarım 🙂 Evet, şimdi toparlanma zamanı. Bekle bizi New York City!

 

 

San Francisco Duvar Sanatları!!

Şuracıkta ilk seti paylaştığım; San Francisco’da duvarlara, binalara, sokaklara baktığınızda çoğunlukla karşınıza çıkacak olup, sizi büyüleyecek “Duvar Sanatı-Graffiti”lere yeni eklerle karşınızdayım 🙂 Bu defakilerin bir kısmı da Balmy Caddesindekilerden! Şehre gelen hemen hemen herkesin ziyaret ettiği bu duvarlar sayesinde San Francisco, bir çok rehberde “Ziyaret Edilmesi-Görülmesi Gereken Yerler” kategorisine sokuyor Clarion ve Balmy Caddelerini. Bu sayede yerli sanatçılarını, gençlerini destekliyor. Orada konuştuğum gençler bana duvarlardaki sanatsal çalışmaların sıklıkla değiştiğinden bahsettiler.

Bu arada San Francisco’da son haftamıza girmiş bulunuyoruz. Nasıl geçti koskoca yaz anlamak mümkün değil! 

Japanese Tea Garden

Japanese Tea Garden, Golden Gate Parkı’nın içinde bulunan, San Francisco’nun en eski halka açık parklarından biri. Daha önceki Golden Gate Parkı gezimizde içine girmemiştik, malum sevgili kocam “Benim ne işim var Japon Çay Bahçesi’nde” dediğinden sebep 🙂 Ben de geçenlerde yalnız başıma gittim. Oldukça küçük bir park, fakat daha önce Londra’da bulunan Holland Park’ın içerisindeki ve NYC’de gördüğüm örnekleri gibi çok güzel. Giriş için yedi dolar ödüyorsunuz.

Bahçeyi gezen Japon turistlerin gösterdikleri ilgiye oldukça şaşırdım. Sonuçta kendi memleketlerinde pek daha güzelleri vardır eminim, ama hemen hemen her yerde fotoğraf çektirdiler çocuklarıyla birlikte!

Bahçeyi gezdikten sonra isterseniz “Çay Seremonisi”ne katılabiliyorsunuz. Hava, her zamanki gibi sisli puslu ve serin olunca, gezimin sonunda güzel bir çay içmek bana da iyi geldi.