Güzel Şeyler Konulu Yazılar

Hayırlı Bir İş İçin Gidilen İngiltere Seyahati!

Bournemouth pier

Çok sevdiğim, benim için değerli, yıllar boyunca bir sürü iyi-kötü olayın üstesinden birlikte geldiğimiz, uzaklara da gitsek birbirimizden bir şekilde hiç kopamadığımız sevgili dostum Evren’in düğün törenine katılmak üzere İngiltere’ye gideceğimiz birkaç ay öncesinden belliydi! Yıllar önce şurada anlatmaya başlayıp, şuraya ve şuraya da taşıdığım ilk Londra seyahatimde de Evren’e misafir olmuştum belki hatırlarsınız (Bu tecrübeme ilişkin yazıları bağlantılardan okuyabilirsiniz).

Bu seyahatimizde önce Evren ve Mark’ın yaşadığı yer olan Southampton‘a, sonra düğünün gerçekleşeceği Winchester‘a gidecek; dönmeden önce de Londra‘da üç gece dört gün geçirerek seyahatimizi tamamlayacaktık. Londra sevgilimin yıllar boyunca defalarca gittiği, çok sevdiği, bu sebeple de avucunun içi gibi bildiği bir şehir olunca o son dört gün de tadından yenmez ve bol aksiyonlu geçti 🙂 Bir sürpriz de Evren’den geldi ve bir günümüzü de onun ve Mark’ın sayesinde Bournemouth‘da geçirdik. Bir haftaya bayağı yolculuk, mekan, koşturma, düğün, yeme-içme sığdırarak döndük anlayacağınız 🙂

Bournemouth-cabins

İngiltere’nin güneyinde yer alan Bournemouth, upuzun sahili, plajları; bizim göremediğimiz gece hayatı ile meşhur bir şehirmiş. Bizim gittiğimiz gün hava çok güzel, güneş ışıl ışıldı. Sahilde uzun yürüyüş yapıp güzel bir mekanda soluklanarak bir şeyler yedik içtik. Ben, geçen sefer denemediğim “fish&chips” olayına burada girdim. Burada dikkatimizi çeken şeylerin başında etrafta çok fazla yaşlı, hakikaten yaşlı ve engelli insanların varlığı oldu desem yalan olmaz. Elektrikli-tekerlekli sandalyeleri, bastonları, tutamakları ile sahilde gezinen, yürüyüş yapan, hatta el ele yaşlı çiftler gördük (O yaştaki bu dinçlik, bu azim beni çok etkiledi. Tanrı uzun ömür verirse bana ve ben de o yaşları görebilirsem, bu kadar dinç ve ayakta kalmak, yine hep dışarılarda olmak istiyorum). Bir de sahilde ister dönemsel, sezonluk; ister hafta sonu için kiralanan rengarenk kabinler çok hoştu. Tek bir gözden oluşan kabinlerin içerisinde iki şezlong, bir minik masa, ufak bir tezgah, elektrikli ısıtıcı ve ocak bulunuyormuş. İçerisinde kalması, yatması mümkün değil. Sadece kapısını açıp şezlong ve masayı dışarı çıkartıp ayaklarınızı uzatıp, kabinin önündeki alana minik veranda muamelesi yapıyorsunuz. Sahil boyunca görüntü çok güzeldi kabinlere ait.

Günü birlik Bournemouth gezintisi sonrasında Southampton‘a döndük. Çevreyi keşfe çıktığımız gün yağmurlu ve oldukça soğuk bir gündü. İngiltere vatandaşlarının olmazsa olmaz eşyaları şemsiyelerden bir tane de biz edindik (Ve biz Londra’dan dönene dek o şemsiyeyi hiç bırakmadık ne yazık ki)! Southampton, güney sahilinin en büyük liman şehri. Dolayısıyla oldukça büyük gemilere, cruiselara ev sahipliği yapan bir limanı var. Merkezde ise 800 yıllık tarihi “Bargate” kapısından geçerek “Old Town”a giriyorsunuz. Burada “Tudor House & Garden” görülesi bir mekan. Şehir zamanında Jane Austin’e, William Shakespeare’a ev sahipliği yapmış. Sokaklar, binalar hala eski dokusunu muhafaza ediyor bu bölgede. Sakin bir şehir. Oldukça işlek bir tren istasyonu var. İnsanlar burada yaşıyor ve bir buçuk saat uzaklıktaki Londra’daki işlerine trenle gidiyor mesela. Trenler konforlu.  Ulaşım, her Avrupa şehrinde olduğu üzere tıkır tıkır işliyor! Olur da bir şekilde yolunuz Southampton’a düşerse, bizim çok keyif aldığımız bir mekan olan Turtle Bay‘i not düşmek isterim buraya. Kendisi bir Karayipler restoranı 🙂 “Happy Hour” saatlerinde bir kokteyl ücretine iki tane içiyorsunuz. Denediğimiz tüm kokteylleri çok başarılı bulduk. Yemekler bol baharatlı ve benim çok sevdiğim üzere tatlı-ekşi soslu. Meyvelerle et yemeklerini bir arada sevdiğim için kesinlikle bana hitap etti diyebilirim.

Winchester streets

Cumartesi günü sabah erkenden bir taksiye atlayıp düğünün gerçekleşeceği tarihi şehir Winchester‘a on beş dakika içinde ulaştık. Winchester İngiltere’nin eski başkentiymiş ve savaş sırasında bombardıman görmemesinden sebep, tarihi dokusunu tastamam korumaktaymış. Düğün için seçilme nedenlerinin başında da bu geliyor. Daracık sokaklı, arnavut kaldırımlı, şipşirin bir yerdi Winchester. Avrupa’nın en büyük katedrallerinden birisi olan ve ünlü yazar Jane Austin’in de mezarını barındıran 900 yıllık “Winchester Katedrali” ise görülmeyi hak eden bir yapıydı. Ayrıca Kral Arthur’un şövalyeleri ile toplandığı meşhur “Yuvarlak Masa” da yine bu şehirde, “Great Hall”da bulunuyor.

Nikah saatine kadar var olan vaktimizde biraz gezinip, minik alışverişler yaparak gelinimizin yanına döndüğümüzde heyecanımız başladı. Birlikte giyindik, makyaj yaptık. Gelinimin giyinmesine yardım edip en son ayakkabılarını da giydirince inanılmaz duygu yoğun bir halde gözlerimin dolduğunu itiraf etmeliyim 🙂 Gözlerim tüm tören boyunca hep ıslaktı, zira inanılmaz güzel bir yerde kıyılan nikahta birbirlerine ettikleri yeminler, arada arkadaşlarının okuduğu şiirler ve nikahı kıyan resmi görevlinin evlilik üzerine söylediği tüm sözler beni inanılmaz etkiledi:

“Birbirinizin yaşamı boyunca öncelikle en iyi arkadaşı olmalısınız. Evlilik, körü körüne birbirine bağlanmak değildir”

Winchester streets-01

Düğünün unutamayacağım güzel anlarından biri de dans ettiğimiz zamanlardı. Damadımız İskoç olunca, geleneksel “Ceilidh” (Kay lee) dansını yaklaşık iki saat boyunca icra ettik tüm konuklarla. Bu sayede ortamdaki tüm kadınlar ve erkekler birbirleriyle tanışma, hatta daha da ileri gidip el ele tutuşma ve “kızlı-erkekli” gülüp eğlenme fırsatı buldular! Yemek yerken masamızda fıkra gibi bir durum söz konusuydu ayrıca. İki Türk, İki İspanyol, bir İngiliz, bir Avustralyalı, bir Yeni Zelandalı ve bir Alman şeklinde 🙂 Bir defa daha gördük ki bize göre seyahat, yaşamın anlamı, hayata bakış, genel kültür, siyaset, görmüş-geçirmişlik, farkındalık gibi konularda karşılaştığımız yabancılar arasında yine efsane bir çiftiz 🙂 *Nazar değmesin lütfen, bir tahtaya vuruveriniz*

Düğün sonrası Pazar sabahı trene atladığımız gibi Londra’ya doğru yola çıktık. Kalan günlerimizde neler yaptık, benim için unutulmayacak anlar hangileriydi Londra’da isterseniz bir sonraki yazının konusu olsun.

*Tüm fotoğraflar telefonumla çekilmiştir. Ne yazık ki fotoğraf makinamız bizi ilk gün ilk pozda yolda bırakmıştır :(*

Merhaba Ekim!

samsun-02

Gelmesi için gün saydığım yaz mevsimi bitti gitti bile!

İnanamıyorum nasıl geçtiğine günlerin hızlıca, göz açıp kapayıncaya dek.

*

“Evet Sevgili Ekim,

Serinlemeye başlayan havalar neticesinde yine karşılaştık seninle. Karşılaşmanın şerefine alkış, kıyamet ne bileyim bir tezahürat falan bekleme yalvarırım. Benden eksik olsun. Serin havanı, adındaki hüznü sevemedim gitti kendimi bildim bileli!

Sana merhaba derken geçtiğimiz ay sonunda danışmanlığını yürüttüğüm ilk projemin başarıyla denetimden geçmesi sebebiyle mutlu oldum, rahatladım haliyle. Aylardır büyük bir özveri ile çalışan, daha iyi-daha güvenli bir sağlık hizmeti sunabilmek için uğraş veren bir kurum daha, yol arkadaşlığımız neticesinde akredite olmaya hak kazandı JCI‘dan.

Ben bulduğum her boş zamanımda, mümkün olduğunca koşmaya ya da egzersiz yapmaya devam ediyorum. Hatta daha iki gün önce  koştum Run Istanbul 2013’te. One Life Be Fit‘te anlattım nasıl geçti diye. Evde sık sık değişik tarifler deniyorum “sağlıklı” diye nitelendirebileceğimiz. Yalnız tabi ki ne kadar sağlıklı, o kadar “tatsız-tuzsuz-lezzetsiz”den hareketle sevgilim pek beğenmiyor da bulaşmıyor da yaptıklarıma 🙂 Bir nevi “Kendin pişir kendin ye Dilara” olayı!

Yeni bir diziye sardık, pek severek izliyoruz. Adı: Downton Abbey 1. Dünya Savaşı sırasında, İngiltere’de Crawley ailesinin konutu olan güzeller güzeli Downton Abbey malikanesinde geçen olayları anlatıyor dizi. Hem sahipleri hem de malikanedeki yardımcı, hizmetli ekibin gözünden. Dizideki favori karakterlerim Mr. Carson ve Dowager Countess of Grantham!

Önümüzdeki günlerde, bayram tatilini de fırsat bilip İngiltere’ye kaçıyoruz. Çok sevdiğim, can bir arkadaşım evleniyor Southampton’da! Bu sebeple önden benim gibi lacivert pasaportlu Türk vatandaşlarının ömür törpüsü sayılabilecek “vize” işlemleri sarmalından geçerek, şaşırtıcı derecede başarılı bir operasyon ile iki yıllık vizemi alıp cebime koymuş bulunmaktayım. Haliyle uzun süreli vize alınca, üzerimize gelen haller neticesinde havayolları tarifeleri arasında gezinmekten kurtulamıyorum! Önümüzdeki dönemlerde uygun bir bilet yakalar da gider miyim diyerekten!

Bir de bir çılgınlık yaptık sevgilimle ve dün günübirlik bir seyahat yaptık Samsun’a, çok öncesinden planladığımız! Sabah erkenden gidip, sevgilimin de çocukluk yıllarını geçirdiği bu şehirde anılar tazeleyip, keşfe çıktık. Keşif kısmı benim içindi, zira daha önce Samsun’da bulunmamıştım hiç. Gitmeden önce okuduklarımız neticesinde “lezzet keşfi” için de uygun bir yer olduğu kanısında hemfikir olunca, lezzet için sevdiklerime önerebileceğim iki adresimiz oldu elimizde günün sonunda: İlki döneri ile meşhur Lezzet Lokantası, diğeri ise Samsun pidesi ile meşhur Gülhan Restoran. Her ikisi ile ilgili tecrübelerimi hemen yan tarafta bulunan YELP Profilime ekledim.

İşte böyle sevgili Ekim. Seni böyle karşılıyor ve geçiriyor olacağız Kasım ayının başlangıç noktasına dek! Kasım, benim doğduğum ay. Bir sürü sevdiğim insanın doğduğu ay. Benim için hep anlamlı izler bırakan bir ay hayatıma. Bakalım bu yıl ne gibi bir iz bırakacak?

Ne olur fazla üşütme bizi olur mu? Şu an hava sıcaklığı 11 derece ve yağmur yağıyor dışarıda 🙁

Sevgiler,

Dilara”

Granada Duvar Sanatı Örnekleri-Granada Wall Art!

wall-art-from-granada

Duvar Sanatları konusunda beni şaşkınlığa uğratan, kendine hayran bırakan yer San Fransisko olmuştu hatırlarsanız! Clarion Alley ve Balmy Alley‘de genç sanatçılara tahsis edilmiş duvarlarla karşılaşmıştık. Evet, resmen tahsis edilmiş bu duvarlarda harika işler çıkaran bu sanatçı ruhlu insanlar sayesinde San Fransisko’da gidince “mutlaka” görülecekler listesine girmiş iki koca sokak var Mission Bölgesi’nde!

Granada’da dolaşırken beni çok mutlu eden bu duvar resimleri ile karşılaştım. Bunların özellikle birkaç tanesinin aynı kişinin işi olduğu çok belli. Alttaki resim hemen otelimizin sokağındaydı. Alttaki son dört tanesi ise bir kolejin duvarlarında yer alıyordu! En sondaki ise çizerinin yaratıcılığıyla bizi kahkahalarla güldürdü 🙂

wall-art-from-granada-03

wall-art-from-granada-02

wall-art-from-granada-05

wall-art-from-granada-04

wall-art-from-granada-01

wall-art-from-granada-06wall-art-from-granada-08

wall-art-from-granada-09

wall-art-from-granada-10

wall-art-from-granada-11

wall-art-from-granada-07

İlk “New Balance (NB) Bozcaada Yarı Maratonu ve 10K Koşusu” Hikayem

me-w-medal

Uzun başlığımın kusuruna bakmayın!

Koşmaya başladığımdan beridir katıldığım yarışlarda hissiyatım kendini aşıyor. Ben, kendimi aşıyorum yavaştan da olsa. Yine güzel ve keyifli bir yarış aktivitesi için hafta sonu İstanbul dışına çıktık. İstikamet Bozcaada’ydı! O hep yıllardır gitmek isteyip de bir türlü zaman yaratamadığım güzel ada…

Yarışa katılacak altı kişi ve üç yancımızla birlikte bir minibüs kiralayarak İstanbul’dan Bozcaada’ya yola çıktık Cuma günü sabah saatlerinde. Kahvaltı keyfi için ayrı durduk, kahve keyfi için ayrı 🙂 Hal böyle olunca akşam üstü saat 16.00 civarlarında ulaştık meşhur adaya! Çanakkale Boğazı’nı geçmek için elimizdeki dört alternatiften biz sonuncuyu tercih ettik; yani Kilitbahir’den Çanakkale’ye geçtik feribot ile (Diğer güzel alternatifler için şuraya lütfen). Sonra yaklaşık elli dakikalık bir yolculuk ile Geyikli Feribot İskelesi’ne ulaşıp, ucu ucuna kaçırdığımız feribotun ardından birer soğuk yol birası içerek mini bir mola daha vermiş olduk 🙂 Feribotun bizi kucağına almasıyla da yaklaşık yarım saat sonra Bozcaada Kalesi sizi karşılıyor limanının hemen yanı başında!

ada-02

İlk izlenim, sıcacık bir görüntü. Sağda bir kale, limanda mini mini tekneler, motorlar; sol tarafta tepelere doğru yaslanmış çatıların altında evler… Feribottan inip yolu bir on saniye takip edince zaten meydanına ulaşıveriyorsunuz. Meydanın karşısında çay bahçeleri, meydanı hemen geçince meşhur “Çınar Altı Kahvesi”, Arnavut kaldırımlar, beyaz ve mavi boyalı kahve sandalyeleri. Ortalıkta bir sürü insan, çoğunluğu yarışma için gelen. Meydanda müzik, hareket, kurulmaya başlanmış stantlar.

rengigul-kahvaltirengigul-kahvalti-01

Biraz yorgun ama adaya ulaşmış olmaktan dolayı da yüzleri gülen grubumuzla iki ayrı otele dağılıp, iki saat sonra yemek için buluşuyoruz yeniden. Otellerimiz 9 Oda ve Rengigül Konukevi. Özellikle ikincisinin kahvaltısı, daha doğrusu kahvaltı masası sunumu ve reçelleri dillere destan. Yıllardır herkeslerden duyardım, bizzat şahit oldum. Sahibi Özcan hanım iğde çiçeğinden, zeytine; domatesten, akasya çiçeğine; gelincikten, incire her şeyin reçelini yapmış. Masaları bizzat kendi süslüyor sabahları. Kahvaltılarından oldukça memnun kaldığımızı söylemek isterim 🙂

O akşamı grubumuzdaki diğer bir “meraklı gurme”nin elindeki adresin bizi götürdüğü yer olan “Maya“da geçiriyoruz. Bulması kolay bir yerde değil. Çeşmeleri saya saya buluyoruz girişi 🙂 Sahibi Selçuk bey arabamızı park etmemize yardımcı oluyor, hepimizin tek tek elini sıkıyor ve bizi masaya alıyor. İlginç, deniz-derya bir adam. Profesyonel iş hayatını elli yaşında bitirmiş ve bu serüvene atmış kendini. Ekmeklerinden, şarabına, peynirlerinden, masamızda bize sunduğu ve son dönem yediğim en güzel tat olan enginara kadar mutfağında ürettiği ve masalara sunduğu her şeyi kendi yetiştiriyor, yapıyor.  Mekan yaklaşık otuz-kırk kişi anca alır. Bahçesi de mevcut. Peynir tabağı, zeytinyağlı tabaklar, ara sıcaklar, et ve tatlılar ile masaya gelen sınırsız şarabın karşılığı fiks bir fiyat uygulanıyor. Kişisel fikrim alışılmışın dışında tatlar arayan, kuru meyve ve baharatları yemeklerde sevenlerin mutlaka bir denemesi yönünde mekanı.

maya-bozcaada

Cumartesi sabahı erken kalıp güzel ve sıkı bir kahvaltı yaptıktan sonra, kalenin hemen dibindeki mekanların şezlonglarına, rahat sandalyelerine atıyoruz kendimizi. Amaç hem bir miktar D vitamini aldırmak yaşlı ve yorgun kemiklerimize, hem de orta kahvelerimizi yudumlamak 🙂 Bu seans sonrası yarışın başlangıç çizgisinde buluyoruz koşanlar olarak kendimizi. NB Bozcaada Yarı Maratonu ve 10K Koşusu’nun başlama saati, diğer tüm alışkın olduğumuz yarışların aksine sabah erken değil saat 14.00. Havanın sıcak olması ve parkurun yer yer yokuşlardan ve nispeten zorlayıcı eğimlerden oluşması benim için dezavantaj. Zira Antalya’da koştuğumuz parkur dümdüzdü!

me-in-adabozcaada

Heyecan içerisinde sevgilime tam bir saat sonra beni bıraktığı yerde beklemesini salık veriyorum. Hazırlıklarım tamam. Kalp atışlarımı, hızımı, koştuğum mesafeyi gösteren ve bana hatırlatan saatimi ve Nike Running uygulamasını açıyorum. Koşarken beni motive etmesini umduğum parçalardan oluşturduğum listemi çalmaya başlıyorum. Ve başlıyor yarış. İlk bir kilometre oldukça kalabalık bir koşucu güruhu arasında yavaş geçiyor benim için. Sonra yavaş yavaş ayrılıyorum kalabalıktan. Koştuğum ilk dört kilometre boyunca su istasyonu olmadığını biliyorum, fakat susuzluk beni fena vuruyor. Güneş tepede. İnanılmaz terledim bu yarış sırasında.(Toplamda 924 kalori yaktığımı yarış bitişinde öğreniyorum saatimden!). Beşinci kilometrede, tam dönüş noktasında su istasyonunu görünce pek bir seviniyorum. Tabi ilk beş kilometre boyunca üç tane yokuş tırmanıyorum bu arada (Pek dertlenmesem iyi olur bu konuda, çünkü yarı maraton koşucuları çok daha fazla yokuş inip çıkıyorlarmış!). Suyumu içtikten ve beşinci kilometrede dönüşe geçtikten sonra biraz daha rahatlıyorum. Tempomu sıklıkla kolumdaki saatimden takip ediyorum. Koşu sırasındaki kalp atım hızım, söylediğimde bir çok koşan arkadaşımın gözlerini yuvalarından fırlatacak düzeyde yine! Bana nabızları seksen civarında koşan arkadaşların varlığından bahsedildi… Vallahi ben o düzeye indirebilecek miyim bilemiyorum nabzımı, ama benimki yarış boyunca ortalama yüz seksen civarında atıyordu! Yarışı, Antalya’daki derecemden dört dakika daha uzun bir sürede; yani 1.05.42 ile tamamladım (Onu da sıcağa ve yokuşlarda düşürdüğüm hızıma veriyorum artık 🙂 485 bayan koşucu arasında genel sıralamada 131. ; kendi yaş gurubumdaki (35-39) 110 koşucu arasında ise 33. olarak tamamladım bu 10K’mı. *Bozcaada ile bu yılki 10K koşu limitimi doldurduğumu düşünüyorum ve hedefim olan önce Avrasya’da 15K, sonra da Antalya’da 21K koşularına hazırlanmaya başlıyorum yarından itibaren. *

bati-feneribati-feneri-sunset

Yarış sonrası duşlarımızı alıp, adada yapılması şart aktivitelerden birisi daha için şaraplarımızı alıp, Batı Feneri ve meşhur rüzgar türbinlerini gören tepeye gittik. Ege Denizi karşınızda, ılık esen bir rüzgar eşliğinde bu tepelerde güneşi batırmadan dönmeyin sakın! Cumartesi akşamımız için ise şu mekan seçilmiş ve rezervasyon yaptırılmış grubumuz için. Bozcaada merkez, bana birazcık da olsa Alaçatı sokaklarını hatırlatıyor. Mekanlar yan yana, masalar-sandalyeler birbiri içine girecek kadar yakın. Çok kalabalıktı o akşam sokaklar. Izgara deniz ürünlerinin kokusu anason kokusuyla karışmış, değişik türde hafiften çalan müzikler, kahkahalar, her masada mutlaka bir tanıdık sima… Pek keyifli, pek huzurlu bir akşamdı. Gecenin sonunda sevgili dostlarım Başak & Alev ile adanın neredeyse tek barı olan Polente‘de sohbet etme imkanı da bulduk ki, değmeyin keyfime 🙂

Yola çıkmadan önce şaraplar, adanın meşhur bademli kurabiyelerinden alınması adettenmiş. Adetlere uygun davrandık ve güzel bir hafta sonunu daha tamamlayarak evimize döndük Pazar akşamüstü saatlerinde. Bozcaada’daki bir sonraki yarışa dek kesinlikle sevdiğim arkadaş ve dostlarımla en az birkaç defa daha gitme planlarımı kafamda canlandırmaya başladım bile.

**Tüm fotoğraflar telefonumla (Samsung  Google Phone) çekilmiştir.**

 

Beş Gün, İki Kadın ve Endülüs (III)!

seville-over-the-top-0f-giralda

Sevilla’da Alkazar Sarayı’nı gezdikten sonra yapmanızı önereceğim diğer bir turistik aktivite ise Giralda Kulesi’ne tırmanmanız. Giralda, çan kulesine dönüştürülmüş eski bir minare ve şu anda dünyanın en büyük katedrallerinden biri olan Sevilla Katedrali’nde bulunuyor. Hristiyanların Sevilla’daki hakimiyeti sırasında büyük bir depremde camisi yıkılmış ve sadece minare ayakta kalmış. Daha sonra minareyi içine alacak gotik bir  katedral inşa edilmiş.

seville-over-the-top-of-giralda

Giralda Kulesi dünyadaki bir çok kule için model olmuş, bizim de geçtiğimiz yazımızı geçirdiğimiz San Francisco’da yer alan ve benim bayıldığım Ferry Binası‘nın kulesi de bunlardan biri. Giralda Kulesine tırmandığınızda 360 derece Sevilla manzarasını görmeniz mümkün. Kalabalıktan sebep rahat rahat, zaman geçirerek manzara seyretmeniz mümkün olmasa da çok, yine de aşağıda göreceğiniz güzel fotoğrafları çekmek için faydalı olabilir 114 m yüksekliğe çıkmanız 🙂 Kuleye çıkış için merdiven yerine eğimlerden yararlanılmış, daha az yorucu bu şekliyle bana kalırsa.

seville-over-the-top-of-giralda

seville-over-the-top-of-giralda

seville-over-the-top-of-giralda

Katedrali gezip, Giralda Kulesi’ne de tırmandıktan sonra bizce Sevilla’da yapılması gerekli turistik aktiviteler tamamlanmış; artık yerli halkın peşine düşme, yeme-içme mekanları keşfetmenin zamanı gelmiştir demektir 🙂 Sevilla’daki ilk akşamımızda otelimize de oldukça yakın; ağırlıklı olarak barlar, gece kulüpleri ve restoranlara ev sahipliği yapan gece hayatının hızlı aktığı söylenen Triana Bölgesi’ndeki “Betis Caddesi” kıyısında bir yürüyüşe çıktık. Özellikle yaz aylarında içeride kimsenin kalmadığı, herkesin cadde üzerinde sosyalleştiği, köprüyü görebileceğiniz kıyı kısmına da teras muamelesi gösterildiği söylendi. Hava şansımıza çok güzel olduğu için ucundan da olsa bu söylentilere şahit olabildik iki kadın. Kendimizi attığımız ilk masada da birer buzz beyaz şarap söyleyerek ilk akşamımızı kutladık Tolucumla!

welcome-drinks-sevilla

İlk defa bir seyahatimizde her yediğimizin fotoğrafını çekmemişim, ki bu nadir yaptığım şeylerden biridir! Sanıyorum mis gibi kokuların, ılık havanın, her köşeden beni çağıran tapas menülerinin başımı döndürmesinden sebep fotoğraflama işi aklımdan uçup gitmiş!

Ve, evet Sevilla’ya gidecek olanlar. Şimdi size mutlaka deneyimlemeniz gereken bir mekan önereceğim: El Rinconcillo. Tam 1670 yılından beri ayakta bu mekan. Burada hem boğa etinden yapılan yemeği, hem de Endülüs’te oldukça özel bir yemek olan boğa kuyruğu güvecini (bull’s tail stew) tadabilirsiniz. Biz kuyruk olayına girmedik, ama aşağıda gördüğünüz patatesli et yemeği gibi görünen ve tadı da çok farklı olmayan boğa eti yemeğini denedik. Bu mekanın diğer özel tapası ise nohutlu ıspanak. İşte bizim en beğendiğimiz lezzet bu oldu. Oldukça kaliteli zeytinyağında sotelenmiş ıspanak ve nohuta, baharat olarak da bolca kimyon eşlik etmiş. Son olarak da biraz “Jamon Iberico” (İber kurutulmuş eti) ve Endülüs Bölgesi’ne özgü keçi sütünden yapılan Manchego peyniri ile mini bir tabak aldık. Beni bilen arkadaşlarım çok da bira tipi bir kadın olmadığımı, çok bira tüketmediğimi bilirler. Fakat burada bu güzel yiyeceklerin yanına hem kendi tercihim, hem de İspanyolların genelinin de tercihi olan şarap yerine Sevilla halkının tercih ettiği yerel biraları Cruzcampo içtik. Bu birayı da denemenizi önereceğim!

el-rinconcillo-seville

İspanya’ya kadar gitmişken paella yemeden dönülmemeli! Bu sebeple bir akşam yemeğimizi yine yerel halkın sıklıkla yemek yediği, oldukça eski başka bir mekanda, El 3 De Oro‘da yedik. Servis, yediğimiz paellanın görüntüsünden, boyutuna, malzemesinden, lezzetine kadar her şey on numaraydı. Yine yüzümüzü kara çıkarmayan ve benim San Francisco’da keşfedip kullanmaya başladığım, özellikle tüm yurt dışı seyahatlerimde bir numaralı yardımcım haline gelen YELP bizi yarı yolda bırakmadı! Evet, bu mekanı kendisi önerdi bize 🙂  (Bu arada yeri gelmişken; Türkiye’de de yavaş yavaş kullanımı gelişen bu uygulamayı telefonlarınıza indirebilir, kullanıcı profilime girerek beni arkadaşınız olarak ekleyebilir ve gittiğim mekanlar ve o mekanlara yazdığım yorumları görebilirsiniz. Ayrıca ben mekanlar için yorum yaptıkça sağ köşede yer alan “Mekan Yorumlarım” başlığı altında bunları JTB’den de takip edebilirsiniz).

paella-seville

Endülüs’de beş günün ilk üç gününe dair notlarımı burada tamamlıyorum artık. Sırada son iki günümüzü geçirdiğimiz Granada var. Umuyorum beklemekten sıkılmıyor, okumaktan “hala” keyif alıyorsunuz yazdıklarımı…

11 Mayıs Cumartesi günü 3. New Balance Bozcaada Yarı Maratonu‘nda bu yılın son 10K’sını koşuyor olacağım. Cuma günü -ilk defa olmak üzere- Bozcaada’ya doğru yola çıkıyor olacağız.  Bozcaada da benim için merak konusu olan yerlerden biriydi. Bakalım bizi neler bekliyor orada? Bozcaada ile birlikte artık 10K defterini yavaştan kapatmayı ve yarı maratonlar için hazırlanmayı hedefliyorum. Şans diler misiniz bana?