Güzel Yerler Konulu Yazılar

İstanbul’da Bir Gün. Bir Cuma Mesela.

Ankara’dan İstanbul’a yerleştiğimden beridir burnumda tüten “kişiler” var.

Bir şeyler değil.

Yerler de değil.

Kişiler. Bağ kurduklarım, dost dediklerim, sosyal yaşamımda birlikte olmaktan keyif aldığım arkadaşlarım… Bir yerleri sevme nedenim kesinlikle o yerde bağ kurduklarım benim…

Tolunay, nam-ı diğer Tolu da özlediğim, burnumda tüten dostum. Ankara’da kalanımız. Bir Perşembe gecesi geldi İstanbul’a, ertesi gün Cuma sabahı 09:30’da Etiler’de buluştuk (Zaten o Ayşegül’üm Sultan’ımda kalıyor. Onunla benim ev arası 10 dk.). Şimdi okuyacaklarınız güzel bir bahar gününde, iki dostun hem İstanbul’da bir bölge keşfi, hem yedikleri-içtikleri, objektiflerine takıverdikleri 🙂

Hava güzelse, mis gibiyse, eğer erkenden yola çıkma şansına erişebildiysek bir de; benim olmaktan en keyif aldığım kahvaltı mekanı: Bebek Mangerie. Sıcacık, evimin salonu gibi hissettiren iç mekanı, pek bir güzel Boğaz manzaralı terası ile; kahvaltıda tercihim Eggs Benedict’i ile, hepsi birbirinden leziz Bruschetta’ları ile, sürahide sundukları pek güzel alkollü kokteyleri ile hep ilk beşimde! Tolu’cum omletini denedi, ben de yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Eggs Benedict’i.

Kahvaltı seansını uzun tutmayı seviyorum, seviyoruz. Çünkü konuşacak, “yakalayacak” bir sürü şey var aramızda. Hemen açıkları kapatıyoruz, güzel güzel kahvelerimizi yudumluyor, kahvaltımızı ediyoruz. Tolu da benim gibi atletiktir, yürümeye hayır demez. “O halde” diyoruz, kalkalım ve Türk Kahvesi için Ortaköy’ün yolunu tutalım! Bebek, Arnavutköy ve derken Ortaköy’e kadar yürüyoruz.

Ortaköy’de, meydandaki kahvelerden bir tanesine oturuyoruz. Yıllardır buraya gelirim. Tüm dostlarımla gelmişliğim, onlarla burada buluşmuşluğum vardır. Hep kahve içeriz. Ben orta içerim Türk Kahvemi, ki eğer yanına lokum da getirilerse, hele ki çikolata kaplı lokum; of of değmeyin keyfime 🙂 Son zamanlarda Twitter’da pek popüler olan #gununkahvesi hastagi altında ben de bol bol kahve keyfi fotoğrafı paylaşıyorum. İşte aşağıda, Ortaköy’de içtiğim Türk Kahvem ve sonrasında Karaköy’de yediğimiz tatlılar.

Ortaköy’de kahvemizi içtikten sonra istikametimiz Karaköy’deki İstanbul Modern. En çok “Dünden Sonra” ve “Yeni Ufuklar, Yeni Yapıtlar” adlı başlıklara ilgi gösteriyoruz. Orada yaklaşık iki saatimizi geçiriyoruz. Kafesinde de oturmaktı planımız, lakin havanın güzel olmasından sebep tıka basa dolu. O halde bir sonraki soluklanma yerimizi Karaköy Bej Kahve olarak belirleyerek, yaklaşık 10 dk. içinde ulaşıyoruz Bej’e. Mekan, Karaköy Polis Karakolu ile komşu. Bir süredir, severek takip ettiğim Hazal Yılmaz sayesinde, Karaköy’ün dönüşümüne şahit oluyordum. Karaköy Balıkçısı, Maya Lokantası ve Karabatak ile birlikte Bej Kahve de Hazal’ın önerdiği mekanlardan biriydi. Bej, arkasında yer alan Kağıthane Tasarım Dükkanı ile birlikte şeker bir ikili olmuş. Dışarıdaki yeşil sandalyelere oturup kahve içmek pek iyi geldi bize. Yaklaşık 45 dakika oturduktan sonra, kahve ve tatlılarımızdan güç alarak kendimizi Galata’ya doğru tırmanırken bulduk.

Galata bir sürü küçük ve otantik dükkana, tasarımcı mağazalarına, hostel-otel’e dönüştürülen eski yapılara ev sahipliği yapıyor. Ben de sokaklarında dolaşmayı, yokuşlarında yorulmayı, o küçük dükkanlarda vakit geçirmeyi seviyorum Galata semtinin. Kulenin altında oturup soluklanmayı, sonra “Hadi bakalım Dilara” diyerek bir gayret Tünel’e, Asmalı Mescit’e yola koyulmayı; yalnızsam Nouvelle Vogue dinlemeyi kulağımda kulaklıkla, seviyorum. Bu defa da Tolu ile birlikte tattık tüm bu güzellikleri, ve tabi bir sürü turist eşlikçi oldular bize. Kalabalıktı Cuma olmasına rağmen Galata yine.

Galata’da dolaşırken en çok ilginizi çekecek şeylerin yukarıda ve aşağıda -sadece- bazılarını gördüğünüz grafitiler olacağına bahse girerim. O kadar güzeller, esprililer ki. Onları çekemeden duramıyorsunuz 🙂

Güzel gezimizi tamamladığımızda saatlerimiz akşam 18:00’i gösteriyordu. Bu kadar süre boyunca yaptığımız yol, yaklaşık 13 km. oldu (Google Maps referansımız)! Tabi bununla yetinmedik. Ertesi gün Ayşegül Sultan’ı da alarak Cihangir, Eminönü, Kapalı Çarşı, Nevizade şeklinde özetleyebileceğim bir ikinci tur daha yaptık Cumartesi. İki aydır düzenli ve ağır spor yapıyor olmama rağmen Pazar günü baldırlarımda inanılmaz ağrılar hasıl oldu. Yokuş çıkmak ve inmekten muhtemelen…

Yarınki yazımı da Cumartesi günkü ikinci turumuza ayıracağımı belirterek huzurlarınızdan ayrılıyorum. Havaların güzelleşmesiyle birlikte pek bir mutlu mesut dolaşan bendeniz, Pazartesi sabahı gök gürültüsü ve tüm gün süren yağmur neticesinde pek bir şey yapamadım dışarılarda. Ama çok da hayal kırıklığı içerisinde değilim. Çünkü kokusunu alıyorum, hissediyorum, karnımdaki kelebekler kıpır kıpır: Bahar kapımızın dibinde!

 

Mekanlar, Mekanlar..

Ankara’dan taşınmadan bir süre önce bir etkinliğe davet edilmiştim. Sevgili arkadaşlarım ve blog yazarları Selim ve Banu ile birlikte bu etkinliğe birlikte icabet etmiştik. Teppanyaki Alaturka bizi, Ankara’da blog yazan bir grubu sırayla mekanını, yemeklerini açılıştan önce tanıtmak için davet ettiğinde Ocak ayı başlarında kapılarını resmen Ankaralılara açacağını söylemişti (Bu “sosyal medya” kullanımını içeren girişim, benim 6 yıllık blog hayatımda Ankara’da gördüğüm bir ilktir bu arada). Geçtiğimiz günlerde twitterdaki cıvıldaşmalara bakarak bu açılışın gerçekleştiğini ve insanların birer ikişer mekanla ve tattıklarıyla ilgili görüşlerini paylaşmakta olduğunu gördüm.

Teppanyaki kelimesini, Japonların “Ocak Başı” olarak nitelendirebiliriz sanıyorum ki. Sıcaklığı 250 dereceye kadar çıkan ocaklarda, seçilen yemeklerin misafirlerin gözü önünde, onlara özel aşçı tarafından pişirildiği bir yöntemin adı Teppanyaki. İşletmenin adındaki Alaturka ise, bu yöntemin bizim yemeklerimize de uyarlandığına işaret ediyor. Mekan, web sayfasından da göreceğiniz üzere, dekorasyon açısından çok ferah ve hoş. İki katlı mekanın özellikle alt katında yer alan VIP salonlar, ses açısından izole edilmiş durumda. Burada arkadaş grubunuzla bir doğum günü kutlaması yapabilir, iş yemekleriniz için müşterilerinizi getirebilirsiniz. Hoşumuza giden bir diğer özellik ise yemeklerin pişirildiği sırada üzerinize hiçbir şekilde duman, koku bulaşmıyor olması. Her masada oldukça kuvvetli aspiratörler var ve yemek pişirilirken tüm duman ve koku güçlü bir şekilde uzaklaştırılıyor masadan..

Biz buradaki akşamımızdan, mekandan, tattığımız tüm lezzetlerden ve çalışanların misafirperverliğinden çok memnun ayrılmıştık. Geç de olsa not düşmek istedim buraya 🙂 Benim Uzak Doğu mutfağına ilgimden sebep; belli dostlarımla, belli aralıklarla bu tarz mekanlarda buluşuruz. Bir sonraki Ankara durağımız Teppanyaki Alaturka olacak sanırım.

*

Bir başka mekan ise İstanbul’dan. Nevizade’den: İsmi Ney’le Mey’le. Uzun yıllardır Nevizade’ye giderim, gideriz; sevdiğimiz 1-2 mekan var kalıplaşmış. Ney’le Mey’le sevgilimin bildiği, daha önce eşi-dostuyla gittiği bir yer. Benim için bir ilk oldu. Üç katlı, teraslı bir mekan. Teras kısmı çok kalabalık ve uğultulu olduğu için orada yer ayırtmamıza rağmen bir alt kata, orta kata iniyoruz biz. Gitmeden önce mekanı ulu Google’dan taramışım, en iyi mezelerini ve dahi hep merak edip bir türlü tatmadığım bir Ermezi mezesi olan Topik’le övündüklerini öğreniyorum. Orta kata gidip oturduğumuzda saatimiz en çok 19:30’u gösteriyor. Loş ışıkları, derinden gelen Türk Sanat Musikisi parçaları ile beni hemen çekiyor içine mekan. Önden rakılarımız, leziz bir peyaz peynir ve kavun geliyor. Normal şartlarda sevdiğim insanlar da yanımdaysa bu üçü bile yeter bana 🙂 Meze olarak hemen topik istiyoruz. Tatlılı tuzlulu bir tat olduğunu duymuştum. Bana “Ya çok seversin ya nefret edersin” de demişlerdi. Ben tatlılı, egzotik tatlara alışkın olduğum için nefret etmedim, lakin sürekli yemem sanırım. İçerisinde nohut, patates, tahin, bolca tarçın, kuş üzümü, fıstık ve yenibahar var. Arnavut Ciğeri ve Fincan Böreği’ni de kesinlikle tavsiye ederim. Fincan Böreği benim gibi peynire tapınanlar için uzak kalamayacakları bir tat. Fesleğen soslu mezgit ve hardal soslu levrek ise mekanın diğer iki spesiyaliydi. İkisinin de bol zeytinyağlı sosları inanılmaz güzeldi. Bol bol kızarmış ekmek yedirttiğini itiraf etmeliyim. Yalnız, balıklardan levrek biraz sertti, sanırım marinede bekletilmiş; ama istenilen yumuşaklığa henüz ulaşamamıştı. Bütün olarak bakıldığında ben gayet beğendim, keyifle içmeye-demlenmeye-sohbete giderim 🙂

Bir mekan daha var çok sevdiğim. O da bir sonraki yazıya kalsın..

Brüksel’de 3 Lezzet Durağı!

Brüksel’e yıllar yıllar önce, üniversiteden mezun olduktan sonra gitmiştim. Teyzem beni bağrına bastı, 3-4 ay bir okula gittim “Alliance Française” diye haftanın 3 yarım günü. Kalan tüm zamanlarımı da kah gezerek, kah teyzemin dükkanında takılarak, kah sinemaya giderek; daha çok da yiyerek geçirmiştim! Evet, giderken 62 kilo olan ben döndüğümde 68 kilodaydım! Hayatımda bir daha hiç o kadar kilo almadım. Yaş aldıkça kilolarımı bıraktım, tanrıma şükürler olsun ki:) 

Belçika’da -tatlı düşkünlüğüm sonucu- waffle ile tanışmış ve hemem hemen her gün yemiştim. Kremalı, çikolata soslu ve meyve süslü olanlarını değil de ben hep sadesini tercih etmiştim. (Allahtan diyoruz, bir de bunları yeseydim muhtemelen 70’e dayanacaktım!)  Waffle yanında bir de şarap kültürü ile tanışmıştım Brüksel’de. Teyzem ve ailesi her akşam yemeğinin yanında 1 kadeh güzel ve yemeklere uygun şarap içerlerdi.  Düzenli alkol alımının da kilolara katkısı bilinen bir gerçek!

Her neyse. Paris sonrası Brüksel’e geçtik ve 3 gece de orada kaldık bu Ekim ayında. Brüksel, tamamen aile üyeleri ile birlikte vakit geçirme ve güzel sofralarda bulunma şeklinde geçti bizim için. Teyzem yaklaşık 30 küsür yıldır orada yaşıyor, çocukları evlendi, çocuk sahibi oldular. Yıllardır gittikleri, gitmekten keyif aldıkları yerlere bizi de götürdüler. İşte aşağıdaki 3 adres bu keyifli sofraların adresi.

İlk akşam teyzem ve eşi bizi neredeyse 15 yıldır sürekli gittikleri bir Vietnam lokantasına götürdü: “Le Nenuphar

Orta üstü sınıf bir restoran Le Nenuphar. Çalışanları da vietnamlı. Yaşını almış şef garsonu teyzem ve eşini görünce kapıda karşıladı ve kısa bir sohbet ettiler. Uzun zamandır mekana gittikleri için onların özel masalarına oturduk. Hava serin olduğu için iç mekan hizmet veriyordu haliyle, ama gördüğüm kadarıyla çok şirin ve şık bir bahçesi de var restoranın. Denediğimiz her şeyi çok sevdik biz. Başlangıç için yanılmıyorsam 6-7 parçalı bir başlangıç tabağı aldık. Muhteşemdi! Tek tabakla doyabilen biri olduğum için fazlasıyla yetti bana. Ama teyzemin ısrarları sonucu çok güzel bir ördek de denedik. Ne yazık ki o akşam fotoğraf makinası yoktu yanımda, fotoğrafları yok hiç bir yemeğin. Ama giderseniz mutlaka ördek deneyin, pişman olmayacaksınız. Şaraplar da oldukça güzeldi, bir şişe rose ile geceyi tamamladık.

İkinci adresimiz teyzemin kızı Deniz ve eşi Guy’un tanıştıkları zamandan beri gittikleri bir Japon restoranıydı: “Samurai

Tartışmasız defalarca Belçika’daki en iyi Japon Restoranı seçilmiş Samurai. De Brouckere metro istasyonu çıkışında, Fosse aux Loups caddesindeki bir pasajın içerisine gizlenmiş, 2 kata dağılmış ama ufacık, pahalı bir mekan. Uzakdoğu mutfağına, özellikle de sushiye düşkün biri olarak söyleyebilirim ki hayatımda yediğim en iyi sushiyi ben Brüksel’deki bu minnacık restoranda yedim. Bir de hiç denemediğim ızgara ton balığını burada yedim ve 10 üzerinden 10 puan verdim!

Üçüncü adresimiz inanılmaz bir İspanyol restoranıydı: “La Cueva De Castilla

Roberto ve Javier Ponte adlı iki kardeşin işletmesi, sıcacık dekoru, güzel müzikleri ve tabi ki yediklerimizin lezzeti ile bizi bizden alan bir mekan daha! Schaerbeek meydanında, diğer ikisine göre daha merkezi sayılabilecek bir yerde. Roberto, sizi kapıda karşılıyor ve yemekler konusunda yönlendiriyor, günün menüsünden sizin için seçimler yapıyor. Çok tatlı, sıcak kanlı bir Akdenizli:) Kardeş Javier ise mutfakta, şef olarak görev yapıyor. İlerleyen saatlerde her masaya bizzat giderek yemekler konusundaki düşünceleri alıyor. O da takdir edeceğiniz üzere en az Roberto kadar tatlı, ve sıcak kanlı, güleryüzlü:) Ve ister inanın ister inanmayın bu iki kardeş dışında sadece serviste genç bir yardımcı çocuk dışında kimseyi görmedim çalışan olarak.

Klasik paella denedik biz sevgilimle. Deniz ve eşi ile kızları Laura değişik başka tatlar aldılar ve böylece tüm masadakileri tatma imkanımız oldu. Tek kelimeyle nefisti her biri. Seçtiğimiz şarap da harika çıktı, adını aldım not edin lütfen. Kesinlikle bir defa tadın bulursanız bir yerlerde: Rioja Bordon 2004 Reserve

 

Ve böylece yurt dışı yeme-içme postlarının da bir müddet için sonuna geldik. Bu hafta Antalya’ya kardeşime eşyalarımın bir kısmını gönderme, kalan kısmını İstanbul’daki  evimize taşıma telaşımız olacak. Hafta sonundan itibaren artık resmen -tekrar- İstanbullu oluyorum. Baharı İstanbul’da geçirdikten sonra hayatımın(mızın) planı için bir seyahatimiz olacak. Sanırım oradan da yazacak bir sürü restoran, macera, hikaye çıkacak.  Bir de ısrarla ÇokGezenlerKlubünü taciz edeceğim. Bakarsınız beni de aralarına alırlar, belli mi olur? Takipte kalmanızı öneririm:) Güzel bir hafta olsun hepimize.

Paris Manzaraları!

Paris’te evlendik diye biz, o günün akşamı güzel bir düğün yemeği yedik sevgilimin kuzeni ve onun eşi ile. Restonun adını da kartını da almamışım! (Aferin bana!) O geceki heyecandan olabilir. Otelimiz St. Germain bölgesindeydi. Yemek yediğimiz resto ise St. Michel ile St. Germain’in kesistiği bölgenin yakınlarında. O akşama özel soğan çorbası, fondü ve ördek denemelerimiz oldu.

Şunu söyleyebilirim: Hepsi de inanılmaz lezizdi.

Bir de hiç hayatımda denemediğim kaz ciğerini (Foie gras) denedim. Ben sandım ki kendisinden nefret edeceğim. Hayır, hiç de öyle olmadı! Kaz ciğeri seviyorum ben artık, böyle biline:)

Paris’te toplam 3 gece geçirdik. Bu 3 gece boyunca bol bol kırmızı şarap ve bira denedik.

İlk akşam otelimize yerleştikten sonra, sevgilim belgelerimizi konsolosluğa vermek üzere dışarı çıktı. Yaklaşık 1 saat sonra döndüğünde çantasında 1 şişe Bordeaux, 1 sıcacık baget ekmeği ve nefis bir brie peyniri vardı:) Otelimizin hemen yakınındaki metro istasyonundan (Maubert-Mutualité) dışarı çıktığınız vakit sizi karşılayan taze deniz ürünleri, istakozlar, karideslerle dolu bir balıkçı, hemen yanında bir boulangerie (ekmek-pasta fırını), nefis ve çeşitli peynirlerle dolu bir şarküteri ve bunların yanında kareyi tamamlayan bir şarap dükkanı vardı. Metro çıkışı sevgilim, geceye güzel bir başlangıç yapmak adına benim bayıldığım 3’lüyü kapıp gelmiş. Hemen oteldeki su bardaklarını şarap içmek için, çantamızdaki İsviçre çakısını peyniri ve ekmeği kesmek için kullanmak suretiyle yatağın üzerinde akşam pikniği yaptık:)  İşte o andan itibaren bu seyahatin tamamen yemek ve içmek üzerine kurulu olacağının sinyalleri yayılmaya başladı çevreye!

O akşam güzel bir cafe-barda oturduk ve yerel biraların tadına baktık. Düğün akşamı yemek için seçtiğimiz restoran sonrası güzel bir piyano bar bulduk. Piyano başında genç bir çocuk vardı. Kendi söylediği parçalardan tam sıkılmıştık ki dinlediğim en iyi ve güçlü seslerden biri geldi oturdu piyanonun üzerine. Hatun bir Edith Piaf’tan parçalar söyledi, bir Mireille Mathieu’dan. O yetmedi benim bayıldığım Dalida’dan. Sonra Melody Gardot’ya geçti, derken bir baktık mest olmuş kalmışız hepimiz. Çıkarken herkes tebrik etti hatunu. Onu dinledikten sonra Zaz gibi bir youtube videosu ile çıksa ortaya kesin onun 5 katı iş yapar, beğenilir diye düşünmekten de alamadım kendimi.

Son akşamımızı da üniversite bölgesindeki pub, bar ve muhtelif mekanlarda geçirdik. O akşam sevgilimin kuzeninin eşinin doğum günüydü. Tam gece yarısı minicik bir parkta şampanya patlattık. Elimizde kadehler sağımızdaki solumuzdaki gençlerin fotoğrafımızı çekmelerine aldırmadan bir güzel eğlendik:)

Gündüzleri kruvasan ve kahve ilaç oldu bize haliyle, bol alkollü geceler sonrası! Louvre Müzesinin girişindeki sosisli sandviç satan minik bir arabadan üzeri erimiş peynirli ve inanılmaz lezzetli hardallı sandviç yedik. Tadı hala damağımda o hardalın! Paris’e giden herkesin yapmassa öleceği nutellalı krep olayını da abartmadık, ama denemeden bırakmadık!

Velhasıl benden nefret etmemeniz için ne yapabilirim bilemiyorum bu yeme-içmeli post sonrası?

..

Paris’i daha önce de ziyaret etmiş ve her yeri doya doya gezmiş olduğumuz için fazla kasmadık kendimizi bu defa. Canımız nerede isterse orada bir cafede oturduk, soluklandık; caddeye karşı öğlen kırmızı şarap içtik.

Tek alış veriş ritüelimiz ise Hard Rock Cafe ziyaretiydi. (Gittiğimiz her ülkeden bir t-shirt alıyoruz. Sevgilim rock müzik sever ve bir rock grubunda çalıyor olduğundan sebep onun ritüeli desek daha doğru olur kanımca:)

Toparlayacak olursak, kısa cümlelerle;

* Tüm Paris’i yürüyerek gezmek mümkün, eğer benim gibi kondisyonunuz tam ve tabanvay olayına alışkınsanız. Metro ağı da süper yaygın tabi, zorunlu kaldığımız durumlarda kullandık.

* Paris, oldukça pahalı bir şehir gibi geldi bana. İtalya’nın nerdeyse tüm şehirlerinde bulundum, ama bu kadar şaşırdığımı hatırlamıyorum ödediğim ücretlere. Örneğin, sabah kahvaltı niyetine (Petit Dejeuner) yediğimiz 1 kruvasan ve içtiğimiz 1 espressoya kişi başı 9 euro verdik. Bunun yanı sıra eğer menü usulü çalışan yerlerde yemek yerseniz de kişi başı 20-25 euroya 3 çeşit yemek tadabiliyorsunuz.

* Eiffel’e çıkmak için bekleme gafletinde bulunmayın. Benim 3. yakınında oluşumdu ve fakat hala inanılmaz bir kuyruk vardı; bu seyahatte de kısmet olmadı tepesine çıkmak kulenin! Onun yerine Sacre-Couer Kilisesi’nin bulunduğu Montmartre Tepesine çıkın daha iyi.

* Boğazına düşkün insanlarsanız bizim gibi, oraya özgü lezzetleri tatmadan dönmeyin: sokak arabalarında hazırlanan nutellalı krepler, soğan çorbası, bol tereyağlı, sıcacık bir kruvasan, fondü ve tabi ki ekler tatlısı (éclair). Otelimizin bulunduğu bölgede yer alan ve her sabah kapısındaki uzun kuyruklar sebebiyle dikkatimizi çeken Eric Kayser isimli yerden bir ekler aldık ki gider ayak.. Aman da aman!

* Paris seyahatini arkadşlarınızla da yapabilirsiniz, ama sevdiceğinizle gitmenin değeri paha biçilemez:)

 

 

Kendini İyi Hissetmek İçin!

Eski, keyifli günlerin, seyahatlerin, bol kahkahanın, kalabalık ve eğlenceli, belki biraz efkarlı masaların, rakıların, şarapların, mumların üflendiği, plajda, teknede, uçakta çekilmiş fotoğraflarına bak!

Ben öyle yapıyorum:)

Geçenlerde  “Çok Gezenler KulübüRoma‘daydı. (Beni de çağıracakları günü hasretle bekliyorum bu arada. Evet, üye oldum:) Onların ardı ardına attıkları twitleri okurken 2006 yılında kendi yaptığım Roma seyahatimi hatırladım. Tabi hemen o yıla ait klasör açıldı, içindekilere hayran hayran bakıldı:) Tolucumla ne güzel bir tatil geçirmiştik İtalya’da o yıl. Yalnız tek üzüntüm çekilen fotoğraf sayısının, şimdi bir akşam yemeğinde çektiğim fotoğraf sayısından daha bile az olmasıydı!

Olsun varsın dedim, nasılsa son değildi bu seyahat. Hayatımda belli bir süre, “Eat/YE” bölümü için en azından, ben de Elizabeth Gilbert‘ın yaptığını yapacağım.  Çünkü Maya Angelou’nun da gayet güzel ifade ettiği gibi, “Life is not measured by the number of breaths we take, but by the moments that take our breath away/ Hayat aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen dakikalarla ölçülür.”

Nefesimi kesen, bana keyif veren, enerji veren anlarımı biliyorum. Seyahatlerim, bunlardan biri sadece. Farkındayım her birinin. Dileğim, idealim, bu anların sayısını her geçen gün arttırabilmek. Hem kendim için, hem çevremdeki güçlü bağlarla bağlı kaldığım insanlar için..