Güzel Yerler Konulu Yazılar

Londra Keşifleri II

me-myself-london

Londra’daki son günümüzü ve gecemizi efektif bir şekilde geçirme niyetiyle şöyle bir plan yaptık. Sevgilim beni, daha önceki gelişimde görme fırsatı bulamadığım “Camden Town“a götürecek, ben de onun daha önce gidip görme ihtiyacı hissetmediği “Nothing Hill” ve “Portobello Road“a götürecektim onu! Plan güzel başladı ve bir sürprizle taçlandı. Şöyle ki gündüz saatlerinde harika bir operasyonla burnumuzun dibindeki Dominion  Tiyatro’sunda gösterimde olan “We Will Rock You” müzikaline iki biletimiz oluverdi birkaç dakika içerisinde 🙂 Londra’daki ilk müzikalim!

Önce “Camden Town”da “Camden Town Market” gezisi. Pek sevdiğim ve çok erken kaybedişimize üzüldüğüm Amy Winehouse’un da yaşadığı yer olan bu semt inanılmaz enteresan bir yer. Alış veriş ve eğlencenin merkezi. 1000’in üzerinde irili ufaklı dükkan, mağaza ve tezgah var burada. Bir taraftan çok renkli, karışık, marjinal; diğer taraftan sanatçıların, yerli ve yabancı turistlerin göz bebeği. Hiçbir yerde görüp bulamayacağınız enteresanlıkta kıyafetler, aksesuarlar, dövme ve piercing dükkanları var. Bir çok ünlü grup üyesinin buradaki mağazalardan sahne kıyafeti ve aksesuarı aldığını öğreniyoruz.  Sanırım Londra’da yaşasam her dönemi yad edeceğimiz bir kıyafet partisi organizasyonu yapabilirdim evde! Burada bulamayacağınız bir şey olacağını sanmıyorum. Yolda yürürken simsiyah giyinmiş, siyah makyajlı bir rocker da görüyorsunuz, mavi saçlı punk bir genç kız da! Ayrıca kendi yaptığı el emeğini satan bir sürü sanatçının standının başından da ayrılmayacağınızın garantisini veririm. Birbirinden güzel Londra fotoğrafları ile hazırlanmış tablolar, saat ve bilgisayar parçalarından yapılmış kolye ve küpeler, ahşap yontularak ortaya çıkarılmış telefon ve ipad kılıfları ve daha nicesi!

camden-town-market,camden-town-market-01

Bir de kocaman başka bir pazar vardı ki “Camden Town Market” çevresinde burada inanılmaz bir alış veriş yaptım! “Stables Market“, eski ahırlardan bozma bir çarşı. Burada da oldukça fazla sayıda vintage kıyafet ve aksesuar bulabileceğiniz mağazalar var. İçinde ve çevresindeki devasa at heykellerini görünce anlayın ki doğru yerdesiniz 🙂 Sadece vintage dükkanlar değil, aynı zamanda yeme-içme üzerine de çok çeşitli alternatiflere rastlayabilirsiniz. Burada dolaşırken ilgimi çeken ve sadece deri kıyafetler, ceketler satan bir vintage dükkanından hayatımda yaptığım en  iyi alış verişi yaptım ve sadece 10 pound ödeyerek %100 deri, gri-mavi renkte bir ceket aldım 🙂 Aslında deri eteklerin yer aldığı bölümde de kendimi kaybettim, lakin hem ortamın ısısından hem de uygun bedende bir şey bulamadığım için üzülerek ayrıldım dükkandan! Bir sonraki gidişimde burada sadece alış veriş için bir tam gün ayıracağıma kendime söz verdim fakat. (Ceketimi her gün sevip okşadığım doğrudur 🙂 )

stablesstables-01

Buradan zorla ayrılıp “Nothing Hill”e doğru gezimize devam ettik o gün. Bu defa iki katlı, klasik kırmızı otobüsleri kullandık. Böylece bir ilk daha gerçekleştirerek, geçtiğimiz sefer kısmet olmayan otobüs turunu da yapmış oldum. “Nothing Hill”  bölgesi, özellikle “Portobello Road” benim severek, keyifli vakit geçirdiğim başka bir bölge. Her ne kadar özellikle hafta sonları kurulan antika pazarını görememiş olsak da, yol boyunca çok güzel bir meyve-sebze pazarına ve yol kenarındaki dükkanların kapı önlerindeki stantlarında yer alan minik antika eşyalar, taze çiçekler ve çok hoş aksesuarlara ilişkin sergilenen parçalara rast geldik. Semtin adıyla anılan filmdeki park ve kitapçıyı bulmayı da ihmal etmedik. Gösterişli Viktoryen tarzda evleri ile kozmopolit ve prestijli bir yer “Nothing Hill”. Huzurlu, sakin caddeleri, arnavut kaldırımlı sokakları var. O evlerden birkaç tanesini beğendik, hayal kurduk bile “bizim olsaydı acaba…” diyerekten 🙂

nothing-hillnothing-hill-01

portobello-road-o1

Buradan atladık metroya ve ver elini “Little Venice” kanalı, “Warwick Avenue“. Önceki kaldığım semt. Öğleden sonra içkisi için sevdiceğimi elinden tutup zamanında benim vakit geçirmekten çok keyif almış olduğum kanalın hemen yanındaki “The Waterway” adlı mekana götürdüm. (Mekan değerlendirmesini yine yan taraftaki YELP profilim üzerinden görebilirsiniz). Bu mekanın benim için kendisini hep özel kılacak bir tarafı var. Nedir bilemiyorum ama burada terasta oturmaktan, bir kadeh şarap içmekten ve kanal üzerinden gün batımını izlemekten çok keyif alıyorum. Şuraya tıklarsanız eğer, fotoğraf galerisinden mekanın keyif aldığım terası ile siz de tanışabilirsiniz 🙂 Adeta minyatür Venedik kanalı edasıyla bir sürü tekneye ev sahipliği yapan, çevresinde bir koşu-yürüyüş parkuru ve yemyeşil kocaman parkları olan bu kanal aynı zamanda metro istasyonuna iki dakikalık mesafede!

little-venicelittle-venice-o1

Keyifle geçirdiğimiz günümüzü tamamlamak için kaldığımız otelin yolunu tuttuk artık akşamüstü saatlerinde. Saat 19.30’da başlayacak müzikal için yerimizi aldık on dakika öncesinden Dominion‘da. Çok kalabalıktı “We Will Rock You” müzikali o gün. 10 yıldır sahnelenen bir müzikal olması ilgiyi hiç azaltmamış. Ben ki zaten çocukluğumdan beridir her türlü müzikali büyük bir heyecan ve mutlulukla izlerim, müzikal cenneti olan bir şehirde böyle bir tecrübe beni aldı götürdü diyebilirim. Youtube’da bulunan müzikale ait parçaların seslendirildiği videolarda bizim o akşam seyrettiğimiz kadro yok. Ama temin ederim ki, o gece bizim izlediğimiz kadrosu bence diğerinden çok çok daha başarılı. Muhteşem ve unutulmaz grup Queen’in en güzel şarkılarından oluşturulmuş, Ben Elton’ın kitabından uyarlanmış müzikalde müziğin, şarkı söylemenin ve müzik aletlerinin yasaklandığı, herkesin aynı giyinip, aynı düşünmeye zorlandığı, baskının hakim olduğu, Killer Queen karakterinin egemenliği altında sorgulamadan, düşünmeden, bilgisayar odaklı yaşayan topluluğun arasında var olma savaşı veren bir grup bohem gencin hikayesini anlatıyor.

Müzikal Innuendo ile açıldı, I Want to Break Free, Under Pressure, I Want it All, Crazy Little Thing I Love, Who Wants to Live Forever, Don’t Stop Me Now, Another Bites to Dust ile devam edip, We Will Rock You, We Are the Champions gibi muhteşem şarkılarla son buldu. (Bunlar sadece bir kısmıydı tabi). Bazı şarkılarda tempo tutup, çığlık çığlığa söylediğimiz doğrudur 🙂 Kesinlikle görün diyebileceğim, harika bir tecrübeydi. Umuyorum daha bir çok defa Londra’ya gider, diğer birbirinden ihtişamlı müzikal prodüksiyonlardan birkaçını daha görme fırsatım olur.

Ve işte Londra macerası da burada, bu şekilde -şimdilik- sona erer:)

**Bu arada bugün sabah saatlerinde spor yaparken büyük bir talihsizlik sonucu sağ ayak tarak kemiğimi kırarak, ayağımı 3-4 hafta alçıya aldırmış bulunmaktayım! Avrasya Maratonunda koşamayacak olduğum için çok üzgünüm. Umuyorum en kısa zamanda ayağa kalkar, kaldığım yerden antrenmanlarıma devam ederim. Zira benim gibi yerinde duramayan biri için hareket kabiliyetinin kısıta girmesi çok fena 🙁 **

we-will-rock-uus-in-london

Londra Keşifleri I

big-ben

*Gün batımında Parlamento Binası ve Big Ben*

Beş yıl önceki bir haftalık Londra seyahatimde gezilmesi gereken tüm turistik yerleri gezmiş; köprüsüydü, müzesiydi, parkıydı gün boyu dolaştıkça dolaşmış ve tüm yaşadıklarımı da burada, şurada ve dahi şurada üç bölüm halinde anlatmaya çalışmıştım. Bir hafta kaldığım için de tüm bunları yapmak bir sorun olmamıştı benim için o zaman.

Şimdi gelelim son seyahat notlarımıza:

Londra özellikle inanılmaz yaygın ve çok güzel işleyen metro sistemi ile ulaşımın sizin için bir sorun teşkil etmeyeceği düzenli, tertipli bir şehir. Biz de hava müsaade ettiği sürece ve “Merkez Londra” denilen bölgede kaldığımız için hep yürüyerek dolaştık bu güzel şehri üç gün boyunca (Evet, Londra şehir olarak çok güzel bir şehir kanımca. Sokaklarında yürümekten, park ve bahçelerinde soluklanmaktan; etrafı, binaları, estetiği seyretmekten, mekanlarında keyif yapmaktan, insanlarıyla sohbet etmekten hiç sıkılmayacağım bir şehir)!

İlk günümüze Londra’nın dibindeki “Kingston-upon-Thames“te yaşayan sevgili arkadaşlarımızın evlerine konuk olarak başladık ve bizim için hazırlamış oldukları zarif sofralarında Türk-İngiliz sentezi ile hazırlanmış güzel ve doyurucu bir kahvaltı yaptık. Sohbeti bir noktada evde sonlandırıp Thames kıyısına yürüyüşe çıktık ve yelken yapan, koşan insanlar arasında (Çoğunlukla bendeniz iç geçirerek)! merkeze kadar geldik. Pazar günü olmasından sebep, çevre alışveriş yapan insanlarla doluydu. Arabaya atlayıp iki güzel parka daha gittik sonrasında: İlki “Bushy Park“, diğeri ise “Richmond Park“. Bu parklarda koşan bir sürü insan vardı, hafif çiseleyen yağmura rağmen (Bir süredir koştuğum için gittiğim her yerde koşan insanların varlığına, fazlalığına, koşabildikleri alanların sonsuzluğuna takılmaktan kendimi alamıyorum)! Bushy Park, 445 hektarlık alanı ile ikinci büyük kraliyet parkı Londra’nın. İnanılmaz bir bitki ve hayvan çeşitliliğine (280 çeşit canlı) de ev sahipliği yapıyor. Bu canlılardan bizi en çok şaşkınlığa uğratan ise ihtişamlı boynuzları, cüsseleri ve gürleyen sesleri ile geyikler oldu. Zira Bushy Park, bir geyik parkı imiş aynı zamanda! Düşünsenize bir sürü insan, çoluk çocuk parkta bu geyikler ve aileleri arasında yürüyüş yapıyor, koşucular geyiklerin yanından koşarak geçiyor. Tüm hayvanlar özgürce parkta dolaşıyor! Diğer park, Richmond Park da bünyesinde geyikleri barındıran, araba ile neredeyse beş dakikalık bir mesafede Bushy Park’a. Orası da inanılmaz büyük, yeşil ve harika bir park!

bushy-park-red-deer

*Bushy Park’taki o muhteşem geyiklerden birisi*

Parklardaki gezintimizi bitirdiğimizde içimin cız ettiği gerçeğini paylaşmama izin verin lütfen. Çünkü ulaşımın yer altında geliştirilerek yer üzerini büyük metrekarelerle park ve bahçelere ayıran Londra Belediyesi ile ODTÜ ormanlarını bir gecede ezip geçen Ankara Belediyesi ve İstanbul’da küçücük ve gerçekten şu gördüğüm tüm parklara oranla az yeşil, az ağaçlı ve aslen gayet vasat bir park olan Gezi  Parkı’na aylarca ettiğini bırakmayan İstanbul Belediyesi’ni karşılaştırmaktan bir saniye uzaklaşamadım. Kraliyetin koruması altında onlarca devasa parkı, içlerindeki canlı çeşitliliğini, ücretsiz şezlonglarını-banklarını, çiçekleri, koşan-oynayan çocukları, piknik yapan, koşan, güneşlenmeye çalışan insanları gördükçe de bizim belediyecilik mentalitemize içimden de dışımdan da söylenmeye devam edeceğim. Ta ki biri çıkıp mucizeyi gerçekleştirinceye kadar!

*Geçenlerde sevgili Bahar Akıncı’nın Moskova seyahati sonrası yazdığı “Sen İstiyor Dünya Şehri Olmak Yiyecek Daha 40 Fırın Ekmek” isimli yazısını da okumanızı tavsiye ederim bu serzenişimin üzerine!

Park ve yeşilliğe doyduktan sonra midelerimizi şenlendirme vakti de gelip çatınca sevgili arkadaşım Ayşegül bana şu alternatifleri sundu. Harika bir İtalyan, sevimli bir İspanyol, lezzetli bir suşici ve pek eğlenceli bir Meksikalı! İngilizlerin her şeyi var, iki şeyleri yok dostlarım: biri mutfakları, diğeri yaz mevsimleri! Listeden pek eğlenceli Meksikalı seçeneğini seçtik ve doğruca kaldığımız yer olan Soho’daki şubesine gittik “Wahaca“nın.

Wahaca çok özel bir mekandı benim için. Neden mi? Öncelikle sayısız tekila, kokteyl ve Meksika birası var içki menüsünde.  Yiyecek menüsü çok güzel tasarlanmış, Amerikan servisi şeklinde ve tek sayfa ki, az ve öz çeşitler menülerde benim en takdir ettiğim şeylerin başında gelir. Dekorasyon çok ferah, kalabalık bir mekan ama sizi hiç yormayacak şekilde bir ambiyans yaratmışlar mekanda, kullanılan aydınlatmalar enerji tasarrufuna yönelik. Bir diğer güzelliği mekanın; çevreci, sivil toplum örgütlerine, fikir ve kampanyalara destekçi olup bunlara ilişkin her detayı gerek mekanda gerekse menülerinde yansıtmaları. Mesela “Streetfood Specials” başlığı altında her sezon ana menüye ek olarak paylaştıkları iki yemekleri var ve bunlardan sipariş ettiğinizde bu yemeklere ödediğiniz ücretin 20 pence’i Meksika’da ailesi sokakta yaşayan ve çalışan çocukları korumaya, eğitmeye yönelik kurulmuş olan EDNICA adlı yardım kurumuna bağış olarak gidiyor. Bir de yiyeceklerden kalan artıkları başka bir oluşuma, “The Pig Idea“ya gönderiyorlar. Yediğimiz tüm yiyecekler, içtiğimiz margarita lezzetli ve kararındaydı. On bir şubesi olduğu için mutlaka birine denk düşürebilirseniz yolunuzu, anlattıklarımı daha iyi anlayacaksınız sanırım 🙂

breakfast-club

*The Breakfast Club’daki kahvaltı tabaklarımız.*

Ertesi gün kahvaltı için uzundur aklımda, listemde olan “The Breakfast Club“a gittik. Buraya ilişkin yorumlarımı yan taraftaki YELP profilimde anlattım. Merak ederseniz oradan okuyabilirsiniz. Wahaca’nın notlarını oraya eklememiş olmamın nedeni internet bağlantımızı birkaç saat süreyle bu mekanda kaybetmiş olmamızdan sebep check-in yapamamış olmamdır 🙂

Kahvaltımızı bitirip önce çevrede biraz dolaşarak nostalji yapıp, sonra da alışveriş mağazaları ve kafelerle dolu 13 sokaktan oluşan “Carnaby Street“e gittik. Burada “The Great Frog” adlı aksesuar mağazasında hem sevgilimin hem de benim çok büyük takıntımız haline gelmiş olan kuru kafalı mücevher ve aksesuarları inceleyerek göz banyosu yaptık ve bu markayı takibe aldık! Sonra da daha önceki sefer kısacık ucundan gezindiğim “Covent Garden“a uğradık ve bu defa tüm sokakları, dükkanları dolaştık, harika bir klasik müzik konseri dinledik, kahve molası verdik.  Sonra klasik rotaları takip ederek “Trafalgar Meydanı“ndan “Parlamento Binası“na yürüyerek “Big Ben” çevresinde fotoğraf çektik. Özellikle gün batımına yakın Thames kıyısından burasının manzarasına doyum olmuyor. “London Eye” ve çevresindeki kalabalıktan hemencecik sıyrılıp yürüyüşümüze devam ettik. Bir zaman sonra yağmur hızını o kadar arttırdı ki kaçıp sığınacak bir yer ararken karşımıza bir anda çıkıveren bir Irish Pub’a attık kendimizi. Nedense ben bu tarz -aslen bir özelliği olmayan- publarda yanımdakiyle güzel vakit geçiriyorum. İngiltere’de olunca birasever sevgili kocamın “Ale” deneme turlarında kendisine bir miktar eşlik ettim tabi ben de. Bulunduğumuz pub, Londra’nın en taze ve pastörize edilmemiş Guiness’ine ev sahipliği yapınca ondan da tatmadık dersem yalan olmaz! Velhasıl akşam üstü saatlerinde işten çıkanların yavaş yavaş doldurmaya başladığı mekanda hava iyice ısınınca biraz nefes almak için kapının önüne çıktım ve yirmi beş kişilik yağmurluklu bir koşan ekip gördüm. “Vay anasını” dememe kalmadı, yine o yağmurda bir sürü bisikletli insanın trafikte rahat bir şekilde gideceklere yere ulaşmaya çalıştıklarına şahit oldum.

london-eye

*London Eye ve Thames Nehri*

london

O akşamki son uğrak noktamız bir caz bar oldu. Tavsiye üzerine, yine semtimizin yakınlarında bulunan, “Ronnie Scott’s Jazz Club“a girdiğimizde program henüz başlıyordu. Her Pazartesi Akustik Caz programı yapan Renato D’Aiello’ya her seferinde farklı bir solist eşlik ediyormuş. Çok hoş, hafif loş bir ortamda dinlediğim tüm programdan inanılmaz keyif aldım. Zaten hafiften çakırkeyif geldiğimiz kulüpte bir de en güzel parçalardan sololar falan dinleyince ben çok güzel oldum o akşam 🙂 Burasını da güzel bir keşif olarak tavsiye edebilirim.

Biliyorum artık insanlar internette bloglardan uzun uzun yazılar okumaktan sıkılıyorlar ya da zaman bulamıyorlar! Elimden geldiğince kısa anlatmayı hedeflemekle birlikte baktım ki bu yazım da yine aldı başını gitti. Bu sebeple sıktıysam sizi kusura bakmayın lütfen ve Londra Keşifleri II için bir sonraki yazıyı okuyun 🙂

Hayırlı Bir İş İçin Gidilen İngiltere Seyahati!

Bournemouth pier

Çok sevdiğim, benim için değerli, yıllar boyunca bir sürü iyi-kötü olayın üstesinden birlikte geldiğimiz, uzaklara da gitsek birbirimizden bir şekilde hiç kopamadığımız sevgili dostum Evren’in düğün törenine katılmak üzere İngiltere’ye gideceğimiz birkaç ay öncesinden belliydi! Yıllar önce şurada anlatmaya başlayıp, şuraya ve şuraya da taşıdığım ilk Londra seyahatimde de Evren’e misafir olmuştum belki hatırlarsınız (Bu tecrübeme ilişkin yazıları bağlantılardan okuyabilirsiniz).

Bu seyahatimizde önce Evren ve Mark’ın yaşadığı yer olan Southampton‘a, sonra düğünün gerçekleşeceği Winchester‘a gidecek; dönmeden önce de Londra‘da üç gece dört gün geçirerek seyahatimizi tamamlayacaktık. Londra sevgilimin yıllar boyunca defalarca gittiği, çok sevdiği, bu sebeple de avucunun içi gibi bildiği bir şehir olunca o son dört gün de tadından yenmez ve bol aksiyonlu geçti 🙂 Bir sürpriz de Evren’den geldi ve bir günümüzü de onun ve Mark’ın sayesinde Bournemouth‘da geçirdik. Bir haftaya bayağı yolculuk, mekan, koşturma, düğün, yeme-içme sığdırarak döndük anlayacağınız 🙂

Bournemouth-cabins

İngiltere’nin güneyinde yer alan Bournemouth, upuzun sahili, plajları; bizim göremediğimiz gece hayatı ile meşhur bir şehirmiş. Bizim gittiğimiz gün hava çok güzel, güneş ışıl ışıldı. Sahilde uzun yürüyüş yapıp güzel bir mekanda soluklanarak bir şeyler yedik içtik. Ben, geçen sefer denemediğim “fish&chips” olayına burada girdim. Burada dikkatimizi çeken şeylerin başında etrafta çok fazla yaşlı, hakikaten yaşlı ve engelli insanların varlığı oldu desem yalan olmaz. Elektrikli-tekerlekli sandalyeleri, bastonları, tutamakları ile sahilde gezinen, yürüyüş yapan, hatta el ele yaşlı çiftler gördük (O yaştaki bu dinçlik, bu azim beni çok etkiledi. Tanrı uzun ömür verirse bana ve ben de o yaşları görebilirsem, bu kadar dinç ve ayakta kalmak, yine hep dışarılarda olmak istiyorum). Bir de sahilde ister dönemsel, sezonluk; ister hafta sonu için kiralanan rengarenk kabinler çok hoştu. Tek bir gözden oluşan kabinlerin içerisinde iki şezlong, bir minik masa, ufak bir tezgah, elektrikli ısıtıcı ve ocak bulunuyormuş. İçerisinde kalması, yatması mümkün değil. Sadece kapısını açıp şezlong ve masayı dışarı çıkartıp ayaklarınızı uzatıp, kabinin önündeki alana minik veranda muamelesi yapıyorsunuz. Sahil boyunca görüntü çok güzeldi kabinlere ait.

Günü birlik Bournemouth gezintisi sonrasında Southampton‘a döndük. Çevreyi keşfe çıktığımız gün yağmurlu ve oldukça soğuk bir gündü. İngiltere vatandaşlarının olmazsa olmaz eşyaları şemsiyelerden bir tane de biz edindik (Ve biz Londra’dan dönene dek o şemsiyeyi hiç bırakmadık ne yazık ki)! Southampton, güney sahilinin en büyük liman şehri. Dolayısıyla oldukça büyük gemilere, cruiselara ev sahipliği yapan bir limanı var. Merkezde ise 800 yıllık tarihi “Bargate” kapısından geçerek “Old Town”a giriyorsunuz. Burada “Tudor House & Garden” görülesi bir mekan. Şehir zamanında Jane Austin’e, William Shakespeare’a ev sahipliği yapmış. Sokaklar, binalar hala eski dokusunu muhafaza ediyor bu bölgede. Sakin bir şehir. Oldukça işlek bir tren istasyonu var. İnsanlar burada yaşıyor ve bir buçuk saat uzaklıktaki Londra’daki işlerine trenle gidiyor mesela. Trenler konforlu.  Ulaşım, her Avrupa şehrinde olduğu üzere tıkır tıkır işliyor! Olur da bir şekilde yolunuz Southampton’a düşerse, bizim çok keyif aldığımız bir mekan olan Turtle Bay‘i not düşmek isterim buraya. Kendisi bir Karayipler restoranı 🙂 “Happy Hour” saatlerinde bir kokteyl ücretine iki tane içiyorsunuz. Denediğimiz tüm kokteylleri çok başarılı bulduk. Yemekler bol baharatlı ve benim çok sevdiğim üzere tatlı-ekşi soslu. Meyvelerle et yemeklerini bir arada sevdiğim için kesinlikle bana hitap etti diyebilirim.

Winchester streets

Cumartesi günü sabah erkenden bir taksiye atlayıp düğünün gerçekleşeceği tarihi şehir Winchester‘a on beş dakika içinde ulaştık. Winchester İngiltere’nin eski başkentiymiş ve savaş sırasında bombardıman görmemesinden sebep, tarihi dokusunu tastamam korumaktaymış. Düğün için seçilme nedenlerinin başında da bu geliyor. Daracık sokaklı, arnavut kaldırımlı, şipşirin bir yerdi Winchester. Avrupa’nın en büyük katedrallerinden birisi olan ve ünlü yazar Jane Austin’in de mezarını barındıran 900 yıllık “Winchester Katedrali” ise görülmeyi hak eden bir yapıydı. Ayrıca Kral Arthur’un şövalyeleri ile toplandığı meşhur “Yuvarlak Masa” da yine bu şehirde, “Great Hall”da bulunuyor.

Nikah saatine kadar var olan vaktimizde biraz gezinip, minik alışverişler yaparak gelinimizin yanına döndüğümüzde heyecanımız başladı. Birlikte giyindik, makyaj yaptık. Gelinimin giyinmesine yardım edip en son ayakkabılarını da giydirince inanılmaz duygu yoğun bir halde gözlerimin dolduğunu itiraf etmeliyim 🙂 Gözlerim tüm tören boyunca hep ıslaktı, zira inanılmaz güzel bir yerde kıyılan nikahta birbirlerine ettikleri yeminler, arada arkadaşlarının okuduğu şiirler ve nikahı kıyan resmi görevlinin evlilik üzerine söylediği tüm sözler beni inanılmaz etkiledi:

“Birbirinizin yaşamı boyunca öncelikle en iyi arkadaşı olmalısınız. Evlilik, körü körüne birbirine bağlanmak değildir”

Winchester streets-01

Düğünün unutamayacağım güzel anlarından biri de dans ettiğimiz zamanlardı. Damadımız İskoç olunca, geleneksel “Ceilidh” (Kay lee) dansını yaklaşık iki saat boyunca icra ettik tüm konuklarla. Bu sayede ortamdaki tüm kadınlar ve erkekler birbirleriyle tanışma, hatta daha da ileri gidip el ele tutuşma ve “kızlı-erkekli” gülüp eğlenme fırsatı buldular! Yemek yerken masamızda fıkra gibi bir durum söz konusuydu ayrıca. İki Türk, İki İspanyol, bir İngiliz, bir Avustralyalı, bir Yeni Zelandalı ve bir Alman şeklinde 🙂 Bir defa daha gördük ki bize göre seyahat, yaşamın anlamı, hayata bakış, genel kültür, siyaset, görmüş-geçirmişlik, farkındalık gibi konularda karşılaştığımız yabancılar arasında yine efsane bir çiftiz 🙂 *Nazar değmesin lütfen, bir tahtaya vuruveriniz*

Düğün sonrası Pazar sabahı trene atladığımız gibi Londra’ya doğru yola çıktık. Kalan günlerimizde neler yaptık, benim için unutulmayacak anlar hangileriydi Londra’da isterseniz bir sonraki yazının konusu olsun.

*Tüm fotoğraflar telefonumla çekilmiştir. Ne yazık ki fotoğraf makinamız bizi ilk gün ilk pozda yolda bırakmıştır :(*

Merhaba Ekim!

samsun-02

Gelmesi için gün saydığım yaz mevsimi bitti gitti bile!

İnanamıyorum nasıl geçtiğine günlerin hızlıca, göz açıp kapayıncaya dek.

*

“Evet Sevgili Ekim,

Serinlemeye başlayan havalar neticesinde yine karşılaştık seninle. Karşılaşmanın şerefine alkış, kıyamet ne bileyim bir tezahürat falan bekleme yalvarırım. Benden eksik olsun. Serin havanı, adındaki hüznü sevemedim gitti kendimi bildim bileli!

Sana merhaba derken geçtiğimiz ay sonunda danışmanlığını yürüttüğüm ilk projemin başarıyla denetimden geçmesi sebebiyle mutlu oldum, rahatladım haliyle. Aylardır büyük bir özveri ile çalışan, daha iyi-daha güvenli bir sağlık hizmeti sunabilmek için uğraş veren bir kurum daha, yol arkadaşlığımız neticesinde akredite olmaya hak kazandı JCI‘dan.

Ben bulduğum her boş zamanımda, mümkün olduğunca koşmaya ya da egzersiz yapmaya devam ediyorum. Hatta daha iki gün önce  koştum Run Istanbul 2013’te. One Life Be Fit‘te anlattım nasıl geçti diye. Evde sık sık değişik tarifler deniyorum “sağlıklı” diye nitelendirebileceğimiz. Yalnız tabi ki ne kadar sağlıklı, o kadar “tatsız-tuzsuz-lezzetsiz”den hareketle sevgilim pek beğenmiyor da bulaşmıyor da yaptıklarıma 🙂 Bir nevi “Kendin pişir kendin ye Dilara” olayı!

Yeni bir diziye sardık, pek severek izliyoruz. Adı: Downton Abbey 1. Dünya Savaşı sırasında, İngiltere’de Crawley ailesinin konutu olan güzeller güzeli Downton Abbey malikanesinde geçen olayları anlatıyor dizi. Hem sahipleri hem de malikanedeki yardımcı, hizmetli ekibin gözünden. Dizideki favori karakterlerim Mr. Carson ve Dowager Countess of Grantham!

Önümüzdeki günlerde, bayram tatilini de fırsat bilip İngiltere’ye kaçıyoruz. Çok sevdiğim, can bir arkadaşım evleniyor Southampton’da! Bu sebeple önden benim gibi lacivert pasaportlu Türk vatandaşlarının ömür törpüsü sayılabilecek “vize” işlemleri sarmalından geçerek, şaşırtıcı derecede başarılı bir operasyon ile iki yıllık vizemi alıp cebime koymuş bulunmaktayım. Haliyle uzun süreli vize alınca, üzerimize gelen haller neticesinde havayolları tarifeleri arasında gezinmekten kurtulamıyorum! Önümüzdeki dönemlerde uygun bir bilet yakalar da gider miyim diyerekten!

Bir de bir çılgınlık yaptık sevgilimle ve dün günübirlik bir seyahat yaptık Samsun’a, çok öncesinden planladığımız! Sabah erkenden gidip, sevgilimin de çocukluk yıllarını geçirdiği bu şehirde anılar tazeleyip, keşfe çıktık. Keşif kısmı benim içindi, zira daha önce Samsun’da bulunmamıştım hiç. Gitmeden önce okuduklarımız neticesinde “lezzet keşfi” için de uygun bir yer olduğu kanısında hemfikir olunca, lezzet için sevdiklerime önerebileceğim iki adresimiz oldu elimizde günün sonunda: İlki döneri ile meşhur Lezzet Lokantası, diğeri ise Samsun pidesi ile meşhur Gülhan Restoran. Her ikisi ile ilgili tecrübelerimi hemen yan tarafta bulunan YELP Profilime ekledim.

İşte böyle sevgili Ekim. Seni böyle karşılıyor ve geçiriyor olacağız Kasım ayının başlangıç noktasına dek! Kasım, benim doğduğum ay. Bir sürü sevdiğim insanın doğduğu ay. Benim için hep anlamlı izler bırakan bir ay hayatıma. Bakalım bu yıl ne gibi bir iz bırakacak?

Ne olur fazla üşütme bizi olur mu? Şu an hava sıcaklığı 11 derece ve yağmur yağıyor dışarıda 🙁

Sevgiler,

Dilara”

Kastellorizo Ya Da Bildiğimiz Adıyla: Meis Adası!

myself

Uzun bir aradan sonra tekrar klavye başına geçmiş bulunuyorum. Tamı tamına on yedi güzel günden oluşan tatilimizin sonunda her ne kadar küçücük tatil kasabasından, denizden, parmak arası terlikten, tiril elbiselerden ayrılmak ve tekrar şehir hayatına, kaosa, trafiğe dönmek zor geliyor olsa da; hemen hayatımıza kaldığımız yerden başlayıverdik.

Kaş’taki ilk haftamız bol misafirli, bol eğlenceli, ikinci haftamız biraz daha sakin, hastalıkla mücadele ederek ve daha çok yan gelip yatarak geçti. İkinci haftanın bir Çarşamba günü sabah erkenden tam karşımızdaki Yunanistan’a ait olan Meis Adasına geçtik ve gece 23.30’daki son feribotla dönene dek çok güzel bir gün geçirdik. Aşağıda, aylardan sonra elime aldığım fotoğraf makinesi ile gün boyunca çektiğim fotoğraflar eşliğinde Meis Adası’nda bir güne ait notlarımı bulabilirsiniz:

meis-kastellorizo

* Meis Adası’na Kaş’tan her gün feribot ile, 20 dakikalık bir yolculuk sonrası ulaşabiliyorsunuz. Feribot için 25 Euro, yurt dışı çıkış harcı olarak 15 TL, eğer vizeniz yok ise 60 Euro da vize ücreti ödediğiniz takdirde, beş günü geçmeyecek şekilde adada konaklamalı kalmanız mümkün. Altı kişilik ekibimizin geçerli Schengen vizesi bulunduğu için vize ücreti dışında diğer ücretleri bir gece önceden ilgili seyahat acentasına ödeyerek ve pasaportlarımızı bırakarak bir sonraki günün sabahı için heyecanla beklemeye başladık 🙂 (Eğer geçerli bir Schengen vizeniz yoksa yapmanız gerekenler için sizi bu linke alayım).

* Çarşamba gününü seçme nedenimiz, Çarşamba günleri için ek gece feribot seferi koyulmuş olmasıydı. Böylece saat 10.00’da gidip 16.00’da dönmek yerine, gece feribotu ile 23.30’da dönecek ve bir koca günü dolu dolu, akşam yemeği keyfi ile birlikte yaşayacaktık.

meis-01

* Bu güzel ve minicik adanın bizi karşıladığı noktada zaten kendisinden çok hoşlanacağımı anlamıştım. Sezonda 300-400 kişi olan ada nüfusu, sezon kapanınca 150 kişi civarına düşüyormuş. Oldukça dağlık, kayalık olan adada yerleşim sadece kıyıda. Adaya yaklaşırken size kucağını açmış gibi duran rengarenk ve şipşirin evleri, tekneleri görüyorsunuz 🙂 Ada küçük falan lakin Rodos’a uçak seferleri için kullanılan bir hava alanı bile varmış!

* Adaya gelir gelmez en çok hoşumuza giden şey Turkcell’in tam kapasite çekiyor olmasıydı. Ekibimizin sosyal medya ile ilişkili ve meraklı üyelerden oluştuğunu düşününce bu durum bizim için altın bulmuş olmak kadar önemli bir hale geldi 🙂 Hep yurt dışına çıkışta bize sıkıntı yaratan Turkcell bu defa mutlu etti.

meis-02
meis-03
meis-04

* Adaya ayak bastığımızda zaman öğleden hemen önce bir saatti, dolayısıyla önce biraz yürüyüp bir yerde soluklanalım ve buzz biralardan tadarak serinleyelim diyerek yürüye yürüye “Athena” adlı bir restorana geldik. Daha önceki yıllarda Kos Adası’na yaptığım seyahatte denemiş olduğum Yunan birası Mythos’un yanı sıra öğlen soluklanmasında Alfa tercih ettik (Bana sorarsanız Mythos daha başarılı!).

* Kıyı boyunca mavi-beyaz sandalyeli-masalı-örtülü küçük lokantalar var. Geçim kaynakları bu, adada yaşayanların.

* Adada su yok, haliyle tarım da yapılamıyor. Cuma günleri Kaş’ta kurulan pazara geliyor, sebze-meyve, giyecek ve dahi diğer bütün ihtiyaçlarını Kaş’tan karşılıyorlarmış. Bu sebeple de Türkçe ile araları çok iyi 🙂 Hemen hemen karşılaştığımız herkesin Türkçe konuşmasına şaşırmadık tabi.

meis-05
meis-06
meis-07

* Öğlen birası keyfinden tam kalkıyorduk ki kocaman bir Caretta başını sudan çıkarıp bizi selamladı 🙂 Adada geçirdiğimiz gün boyunca birkaç defa daha değişik mevkilerde Caretta’lar ile burun buruna geldik. Gerçekten çok büyükler.

* Adada kredi kartı geçmiyor sanıyorum.(Bakkalı, lokantası nereye gittiysek kredi kartlarımız geçmedi)! Lakin Türk Lirası ile rahatça harcama yapabilirsiniz. Dükkan sahiplerinin açtıkları çekmecelerde kah defterlerin arasından, kah zarflardan Türk Lirası çıkıverdi hep.

* Bu adada yapmanız gereken en güzel şey, sakin ve huzurlu ortamında gündüz vakti güneşten faydalanmak, gece vakti denizin kenarındaki masalardan birine kurularak leziz mezelerin ve uzonun tadına bakarak güneşi batırmak! Güneşlenmek için hemen adanın girişinde sol tarafta yer alan caminin önünde, ya da tam tersi istikamette yer alan bir iki otelin önündeki şezlonglara kurulabilirsiniz. Denize buralardan girmek mümkünmüş.

meis-08
meis-sokaklar-04

* Bunların dışında bize önerilen St. George Plajı’nda da güzel bir gün geçirebilirsiniz. En altta iki fotoğraf buraya, sonuncusu Mavi Mağara’ya ait. Deniz taksi ile anlaşıyorsunuz ve sizi kişi başı 10 Euro karşılığında önce Blue Cave’e (Mavi Mağara) sonra da St. George Plajı’na götürüyor, akşam da anlaştığınız saatte sizi plajdan alarak Meis merkeze getiriyor. Mavi Mağara çok güzel bir tecrübeydi. Burayı mutlaka görün ve yüzün derim.

* St. George Plajı, aynı zamanda Meis’in içinde lokantası olan bir hatunun kardeşleri ile birlikte işlettiği bir yeme-içme yerine de ev sahipliği yapıyor. Minik sayılabilecek bir adanın üzerinde şezlonglar, tuvalet, duş ve bu küçük mekan var sadece. Teknelerle buraya geliyor ve akşamüstü saatlerine kadar güneşlenip, yiyip-içiyorsunuz. Çok sakin bir yer. Denizi çok güzel, pırıl pırıl. Akvaryumda yüzüyor gibisiniz. Çevresinde irili ufaklı tekneler, yatlar var demirlemiş. Suyu Kaş’a kıyasla oldukça ılık. Birkaç gece Meis Adası’nda kalırsanız eğer, bir gününüzü burada geçirebilirsiniz.

meis-09
meis-kapılar
meis-sokaklar-02
meis-sokaklar-03

*  Akşamüstü yemek yemek için arkadaşlarımızdan birinin Trip Advisor’dan bulduğu ve çok güzel yorumları olan “Old Story- Old Time” adlı bir lokantaya rezervasyon yaptırmıştık. Akşamüstü 19.00 civarı yerimize yerleştik (Hemen bir alttaki fotoğrafta, asmalarla çardağı olan mekan! Koyun, indiğinizde feribottan, tam ortasında yer alıyor). Sahibi Komninos çok sıcacık bir adam. Tek tek menüdekileri anlattı bize. Masaya sipariş ettiğimiz her şey harikuladeydi tek kelime ile. Yediğimiz sarma mesela, bizim sarmalar gibi incecik ve uzun değil de daha gevşek ve minik sarılmıştı. Ama masaca hemfikir olduk ki, yediğimiz en güzel sarmaydı! Mesela bir nohut köftesi kılıklı bir şey vardı ki, tam benlik. Minik çimçim karidesleri çekirdek gibi yenecek hale getirmişler mesela. Ağzınıza atıp çerez niyetine yiyorsunuz. Nefisti. Hatırlayamadığım kadar çok şey denedik ve hepsine bayıldık. Uzolar minik şişelerde servis edildiği için, kişi başı bir şişe içtik. Mekanda bıraktığımız keyifli, sohbetli üç buçuk saatin sonunda ödediğimiz hesap, kişi başı yaklaşık 25 Euro’ya denk geldi, bahşişlerle birlikte.

* O gece meydanda bir kutlama vardı. Azizler için geleneksel yapılan bir kutlama. Meydandaki kilisenin önünde ücretsiz yiyecek ve bira vardı. Ada sakinleri en güzel kıyafetlerini giymiş, çalan müzikler eşliğinde dans ediyorlardı. Çok keyifli bir akşamdı. Sadece yarım saatine katılarak, dönüş feribotunu kaçırmamak için limana geri döndük.

* Bu kadar yıl boyunca Kaş’a gidip hiç Meis’e geçmemiş olduğum için ayıpladım kendimi. Bundan sonra, mutlaka en az birkaç gece kalmak koşulu ile bu huzurlu, sıcak, sakin adaya tekrar gitmek istiyorum.

* Bu arada küçük bir bilgi notu daha adaya ilişkin: İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen ve bir adaya gönderilen bir avuç İtalyan askerinin keyifli maceralarının anlatıldığı 1991 yılı yapımı Mediterrano filmi burada çekilmiş. Bu sebeple adanın ziyaretçileri sıralamasında İtalyanlar başı çekiyor. Hatta biz bile St. George Plajı’ndaki saatlerimiz sırasında tekneleriyle seyahate çıkmış bir İtalyan aile ile tanıştık. Aile reisinin Toscana dolaylarında üzüm bağları ve şarap üretim tesisleri varmış!

meis-sokaklar-06
meis-stgeorge
meis-stgeorge-01
blue-cave-meis