Keyif ve Lezzet Durakları Konulu Yazılar

Ocak!

 

Mirror 1

Bu kadinlar, ben de dahil, evdeki erken yilbasi gecesi aktivitemiz sirasinda Sevil tarafindan fotograflandilar. Evdeki en iyi fotograf isigi yakalanan antredeki aynanin karsisinda:) Poz vermek gercekten de dunyanin en zor islerinden biriymis. Gerci ben biraz daha alisiyorum kamera onune:) Cunku “Yolun Yarisi” cekimlerinden sonra artik benim de fazlaca fotografim cekilir oldu. Hem Sevil ile daha sik biraraya geliyoruz, hem de Tolu’cum artik fotograf makinasiz disari cikmamaya basladi:)

Yilbasi gecesini disarida oldugum herhangi bir geceymis gibi gecirdim. Tek farkla, sadece diet-kola ictim! Cok dans ettim! Cok sarki soyledim! Fazla yemedim! Siyah kot pantolon ve siyah t-shirt giydim! Ve ikinci defa bir sey kazandim bir cekilisten son 2 ayda. Ilk cekilis ikramiyem, Sapka Partisi gecesinde 50 kisinin arasindan sadece 3 talihli icin hazirlanmis Midas Otel’de bir oglen yemegi suprizinin bana cikmasiydi:) Digeri de yilbasi gecesi bulundugum mekanda yapilan cekilisle kazanmis oldugum Kavaklidere Ancyra Sarabi oldu:) Hani kendime cektigim yeni yil dilegim “Suprizli bir yil olsun”du ya. Sanirim ilk supriz boyle geldi:)

1 Ocak sabahi uzunca bir sure yataktan cikmadim. Dusundum, biraz hayal kurdum ve dua ettim. Sonra yine dostlarla harika bir kahvalti ettim. Ayni hafta sonu kahvaltilarimiz gibiydi:) Tekrar yalniz yasamaya baslayinca ihmal etmeye basladigim sey ne yazik ki hafta sonu kahvaltisi oldu:( Ben zaten yalniz yiyip icmeyi seven biri degilim, bu sebeple cok fazla bir sey satin almamaya calisiyorum mutfagim icin.

Spor yapmaya baslamak listemin maddelerinden biriydi. Artik guzel bir programim var ve mutlulukla endorfin salgilayacagim, hatta fazla endorfinden ne yapacagimi bilemeyecegim gunleri gormek icin sabirsizlaniyorum. Sabah yuruyuslerime dondum. Yuzmeye basladim. Yuzmeye baslamamin diger nedeni ne yazik ki beni birkac aydir rahat birakmayan siddetli sirt agrilarima bir cozum bulabilmekti. Birkac yil once bir tutulmustum belki takip edenler hatirlarlar, 10 gun fizik tedavi gormustum ve akabinde yeniden yuzmeye baslamistim. Dilegim kisa zamanda agrilarimdan kurtulabilmek ve ayni zamanda form tutabilmek.

 

Mirror 2

2 Ocak’ da kendi capinda spor dolu gecirdigim bir gun oldu. Yine yuruyus, yine kahvalti ve arka arkaya 2 super basketbol maci. Gerci ilki cok ahim sahim degildi, ama uzun aradan sonra Turk Telekom mac kazandi iste. Asil mac ikincisiydi: Besiktas-Galatasaray Cafe Crown. Bir suredir seyrettigim en hizli, en aktif derby maclarindan biriydi. Ben -nedense- Besiktas’i tutuyordum, ama maci Galatasary aldi. Bu sezon basindan beridir basina gelen onca seyden sonra aferin diyorum Galatasaray’a. Koclari bizim Selam’in arkadasi olunca pek bir sevinildi tabi macin sonunda evde:)

Evet, sira geldi rutinin yaninda yeni bir kesiften bahsetmeye:) Bay Nihat efendim bahsedecegim mekan. Gerci sevgili Ayse’nin blogunu takip edenler bilirler, kendisinin Cunda Adasinda en sevdigi yerin Bay Nihat oldugunu ve neredeyse ozellikle sadece oraya gitmek icin arkadaslariyla yazliklarindan yola ciktiklarini cogu zaman:) Ayse’cim haberini vermisti zaten aylar oncesinden, Bay Nihat subesinin ilkini Ankara’ya acacakmis diye. 20 gun oldu kendisi acilali ve ben 2 Ocak aksami ilk ziyaretimi gerceklestirdim:) Emin olun daha cok defalar ziyaret edilecek tarafimdan Bay Nihat, zira meze dolabinin cesitliligine inanamazsiniz! Sadece birkac parca birsey sectik gerci biz, cok ac degildik aksi gibi. Ama sectiklerimiz olan Istakoz Salata, Girit Ezme ve Kefalaki enfesti. Kefalakiyi ozellikle tavsiye edecegim, zira burada hicbir balikcida gormedigim, denemedigim bir lezzet. Eger benim gibi peynir duskunu iseniz, israrla tavsiye edilir. Kefalaki, tarcinli kelle peyniri imis:) Mekan gayet sade, bilemiyorum Cunda’da ki de boyle mi? Oldukca kalabalikti, ama saat 22:00 civarlarinda bosalmaya basladi masalar. Bir donem Balikcikoy’un delisi olmustum, sonra Akdeniz Akdeniz’in. Sanirim yeni denemelerimi burada gerceklestirecegim bir muddet:) Zaten disarida yemek icin gittigim hepi topu 2 mekan vardi, biri de bu olsun bakalim. Denedikce yeni tatlari paylasmaya calisirim. Ama ozellikle AkvaryumdaIkiBalik‘i kesin buraya goturmem lazim. Basak ve Alev’de bayiliyorlar benim gibi raki-balik aktivitesini yeni kesfedilen ve kesfedilecek bir suru lezzeti olan mekanlarda yapmaya:)

Yemek sonrasi buradaki 16 yillik hayatimda hepi topu 3. defa gittigim -hakkaten!- Cafe Bien’e gittik ve ben bir suru tanidik gordum! O kucuk mekan nasil bu kadar kalabalikti sasirdim kaldim! Isletmecisi ile tanistigim ve uzun uzun sohbet ettigim 2. gidisimde de soylenmisti gerci burasinin sahsina munasir bir mekan oldugu. Sevdim sanirim kalabaligina ragmen. Bir kere cok sicak, muzikler de fena degildi. Ve ben ufak mekanlari buyuklere tercih ediyorum herhalde. Ayrica da evime yurume mesafesinde! Daha ne isterim:)

Baska kesiflerde simdi sira: Ikisi de muzik uzerine olacak. Birincisi, aslinda eskidi neredeyse parca, ama bu guzel parcaya bir klip yapmamakta hala direndikleri icin fazlaca goz onunde kalamiyor diye dusundugum Atiye Deniz-Teoman dueti: Kal! Harika bir ritmi var ve beni benden aliyor her dinledigimde. Parti icin listeye eklemistim, ama takdir edersiniz ki bizim insanimizin ruhunda da kaninda da oynak parcalara yer oldugundan cok uzerinde durulmadi:) Olsun, siz dinleyin bari de anlayin beni. Guzel ama degil mi?

Ikincisi bayildigim adamin Sting’in son albumu “If on a Winter’s Night”. Bununla ilgili ilk dinledigimde acele bir yorum yapmis olmayayim diye biraz bekledim. Farkli bir sey denemis Sting. Tamamiyle kis mevsimine ithaf edilmis parcalardan olusuyor; arp-keman-akordion-klasik gitar kullanilmis, folk muzigi diger sevdigi turlerle birlestirmis, bir ninni bile var icinde. Daha onceki albumlerinden farkli, biraz daha gri. Biraz daha soguk.. Ama ben sevdim:) Dinleyin ve yorumlarinizi paylasin sizde. Ozellikle muzik zevkine guvendigim alipbasinigidenkadin‘dan bir yorum bekliyorum:) O nedenini biliyor:)

Iste boyle son 3 gunun analizi:) Bakalim Ocak ayi daha neler getirecek bana, neler paylasacagim, neler sevecegim, neler gorecegim ve yasayacagim.. Daha iyisi okuyanlarin olsun. AMIN:)

 

İspanya Seyahatimizden: Volume(III) BARSELONA

Dilara

İspanya’nın en güzel, en turistlik şehri Barselona. Ünlü mimar Antoni Gaudi‘nin şehri. Şehrin her tarafında izleri var ve eserlerine baktığınızda bir insan bunları nasıl düşünmüş de yapmış 100 yıl önce dedirtiyor insana. Doğaya ve hayvanlara aşık Gaudi ve eserlerinde onlardan esinlendiği formlara ve şekillere çokca yer vermiş. Rehberimizin anlattığına göre de oldukça trajik bir biçimde hayatını kaybetmiş: Şöyle ki, 16 yılını en büyük eseri olan La Sagrada Famillia‘nın inşaatında yatıp kalkarak ve bir işci gibi orada tozun toprağın içinde çalışarak geçirmiş. Bir gece şarabı bittiği için şarap almak için dışarıya çıkmış ve sokaktan geçen bir at arabasının altında kalmış. Onu bulanlar berduş görüntüsü ile onu tanıyamamış ve yanındaki içki şişesi sebebiyle de bir ayyaş olduğuna karar verip yardım etmemişler. Ve Gaudi orada kıvranarak ölmüş! Rehberimizin söylediğine göre halen La Sagrada Famillia’nın bulunduğu bölgede yaşayanlar dedelerinin dedelerinden kendilerine anlatılan bu hikaye sebebiyle vicdan azabı duyarlarmış! 100 yıldır bitemeyen bir kilise Sagrada Famillia. Muazzam bir eser.

Kristoph Colomb Statue

 

Casa Batlló aynı cadde üzerinde bulunan Gaudi’nin iki önemli eserinden bir tanesi. Esere dışarıdan baktığınızda balkonların kafatasına, destek blokların da kemiklere benzediğini görüyorsunuz. Burasını zengin bir aristokrat için inşa etmiş Gaudi. Bir diğer eseri ise Casa Mila (La Pedrera). 8 katlı bu binada hiç düz duvar formu kullanılmamış, dalgalı dış yüzeyi ve süslü bacalarıyla inanılmaz bir bina. Gauidi’ye ait bir de Park Güell var ki.. Burayı gezerken çok keyif aldım. Güelller oldukça aristokrat ve varlıklı bir aile imiş Barselona’da ve yaşadıkları süre boyunca da Gaudi’ye oldukça destek olmuşlar. Bir gün kendileri için stili olan bir büyük park inşa etmesini istediklerinde Gaudi onlara Park Güell’i yaratmış:) Parkı çevreleyen duvarlarda ve içeride girişte sizi havuzun üzerinde karşılayan o meşhur kertenkeleye kadar hemenm hemen her yerde süsleme için kırık mozaik ve seramikler var. Rengarenk. Çok güzel ve iştah açıcı:) Bu park UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine eklenerek koruma altına alınmış.

Casa Mia

 

Meşhur caddesi La Ramblas ise bizim en çok zaman geçirdiğimiz yerlerden biri oldu Barselona’da. Tüm restoranlar, tapas (meze) barlar, barlar, alış-veriş için dükkanlar falan hep bu yaklaşık 1,5 km.lik cadde üzerinde. Caddenin sonunda sizi 2. fotoğraftaki Colombus Heykeli karşılıyor. Ve hemen 20 m. ilerisinde ise deniz ve liman:) Christopher Colombus eliyle batıyı işaret ediyor heykelde, yani Yeni Dünya’yı. Yeni Dünya’ya yaptığı seyahatten dönen Colomb İsabella ve Ferdinand tarafından bu heykelin bulunduğu yerde huzura kabul edilerek, karaya ayak basmış.

From Gaudi

 

İspanyol Köyü‘nü de görmeyi çok istiyordum ben. Bu sebeple akşam vakti de olsa gidelim dememe itiraz etmeyen yorgun bünyeler, beni kırmayarak bu meşhur köyü akşam karanlığında görmeye razı oldular! Aslında akşam bile güzeldi, ama alışveriş mekezleri ve restolar açık olmadığından aktivite ve hareketlilik yoktu göze çarpan. Biz de sükunet içerisinde gezdik sokaklarını bu köyün. “Pablo Espanyol”, nam-ı diğer İspanyol Köyü 1929’da bir inşaat fuarı için yapılmış. Sonrasında yıkılmak üzere. İçerisinde birbirinden farklı mimariye sahip 116 ev var. Bu evler İspanya’nın değişik bölgelerine özel ve bu evlerin inşası için çalışan mimar ve mühendisler buraya kuracakları evleri belirlerken 1600 kasaba ve köyü gezmişler. Etkileyici bir yer. Sanki tüm İspanya’da dolaşmışsınız gibi hissediyorsunuz turunuz bittiğinde.

La Sagrada Familia

 

Yediğimiz içtiğimiz şeyleri Madrid yazısında anlatmaya çalışmıştım, burada da çok farklı bir şey olmadı. Yine ben TAPAS Barlardan vazgeçemedim. 2 tabak bana fazlasıyla yetti de arttı bile. İçilen içkiler hep şarap oldu. Birkaç öğlen vakti soluklanışlarımızda bira içtik diyebilirim. Oradan dönerken kendime aldığım bir kitap ve bir kolye, Sevgiliye bir t-shirt dışında şarap ve peynir getirdim:) Peynirler burada market fiyatlarının en az yarısı idiler. Şaraplarında henüz iki şişesini tattık pek beğendik:) İlk defa-hayatımda- bu tatile boş bir valiz ve sayılı malzeme ile gittim ve bir sürü şişe ve peynire rağmen hala boş bir valizle dönebildim! İnanılmazdı!

Sagrada Familia

 

Fotoğrafları yayınlamaya devam edeceğim. Elimden geldiği kadar çekmeye çalıştım, ama bu konuda sanırım asla Zeynebim gibi olamayacağım:) O şahsına münasır bu konuda. Kulaklarını çınlattım Zeynebim. Nasıl çekiyorsun sen 1 haftada 7000 küsür fotoğraf yaw? Benim toplam 700 anca oldu:( Böhüüü:(

Sagrada Familia Front

 

 

İspanya Seyahatimizden: Volume(I) MADRİD

Bulls on the Wall
Annekuşumla bir seyahatimiz daha memnuniyet verici bir şekilde sonuçlanmış bulunmakta:) Kendisi -söylediğine göre- şu aralar dünyanın en mutlu kadını. Çocukluğundan beridir en büyük hayali İspanya’yı görmekmiş annekuşumun. (Sonraki Paris mesela, onu biliyorum.) O’nun için yapamayacağım şey yok. Bu sebeple kendisinin hayal ettiği yerleri görebilmesinde bir rolüm oluyorsa ne mutlu bana diyorum.

25 Eylül sabah 05:35 sularında annekuşum ve -artık-delikanlı 2 numara ufaklığım Tunacan’ımla buluştuk Atatürk Havalimanında. Tolunay ve ben 1 saat öncesinde oradaydık zaten. 08:20’de rötarsız kalkan THY Madrid uçağına kendimizi attık ve annemin hayali gerçekleşmeye başladı.

Madrid, İspanya’nın en büyük şehri ve 655 m. rakımla Avrupa’nın en yüksek başkenti. Gitmeden önce bir sürü araştırma yapmış, bir sürü yer ismi not almıştım. Sadece “Görmeden Gelmeyin”leri tamamlayabildik. Yeme-içme konusunda aldığım notlardan sadece bir tek yere gidebildik. Bu seyahate bir tur ile birlikte katıldık ve şanslı kullar olarak oldukça bilgili-keyifli ve eğlenceli bir tur rehberinden de fazlasıyla faydalandık:) Dolayısıyla yeme-içme konusunda benim listedeki eksikleri, rehberimizin listesindekilerle kompanse etmeyi başardık. Kendisi aynı zamanda başarılı profesyonel bir fotoğrafçı olan İsmail Erbaş’a buradan tekrar teşekkür etmek istiyorum bize kattıkları, anlattığı o harika hikayeler, içirdiği mohito ve şaraplar için:)

Another Reflection
Neler yapıldı Madrid’te derseniz?

~ Görülmesi gereken yerler listesinde başı çeken 136 binanın çevrelediği Plaza Mayor‘da soluklanıldı, kalamar ve karidesten oluşan iki tabak tapas ve 4 bira için 38 € ödendi.

~ Olmazsa olmazlardan boğa güreşi arenası görüldü.

~ İspanya’nın resmi olarak merkezi kabul edilen noktanın bulunduğu Puerto Del Sol Meydanına gidildi, tam karşısında olması beklenen ve Madrid şehrinin amblemi olduğu söylenen ağaca dayanmış bir ayı heykeli arandı ama bulunamadı! Zira heryer toz toprak, kazı çalışmaları vardı. Zavallı ayıcık olması gerekenden biraz uzakta arz-ı endam etmekteydi:)

Wall Art
~ 12 hektarlık Retiro Park‘ta bir yarım gün geçirildi, bir dükkandan alınarak sandwich haline gelen malzemelerle piknik yapıldı o yemyeşil çimenlerinde. İspanya İç Savaşında zarar görmüş olsa da parkın içindeki heykeller, çeşmeler, bahçe düzenlemeleri görülmeye değerdi.

~ Klasik mekanları Plaza de Espana, Plaza de Colon ve Royal Palace’dan geçildi, fotoğraflar çekildi:)

~ Mercado De San Miguel‘e bayılındı tek kelimeyle! Şehrin eski meyve-sebze pazarıymış. İçeriye girdiğinizde birbirinden bağımsız yan yana reyonlar görüyorsunuz; şarküteri reyonu, peynir reyonu, zeytin ve turşu reyonu, tapas reyonu, balık ve deniz ürünleri reyonu vs.. İstediğiniz reyondan tadımlık tabaklarda istediğiniz malzemeyi alıyor ve marketin ortasında bulunan uzun masalardan birine oturarak, yine marketin içinde yer alan bira ve şarap barlarından aldığınız içecekler ile afiyetle yiyorsunuz. En hoşuma giden mekan burası oldu benim.

Good Meat

 

~ Parrilla El Gaucho Restorant’ta Houston Texas’ta yediğim etten sonraki en lezzetli eti yedim! Bu restoran rehberimizin tavsiyesiydi. Puerta Del Sol Meydanındaki III. Carlos’un heybetli atlı heykelinin arkasına bakan sokaktan yukarıya doğru yürürken ilk sağa dönerek yokuşu çıkıyorsunuz. Yokuşun başında sağ tarafta yer alan bu Arjantin Restoranı İspanya’daki ilk gecemizde tercih ettiğimiz bir mekan oldu. Kocaman bir ocakbaşının çevrelediği bir barı var. Şanslıysanız orada yer bulur, bir kadeh rose şarabınızı yudumlarken seçtiğiniz etin pişirilmesini izleyebilirsiniz. Biz içeride, masada oturduk ve 4 farklı çeşittten et söyledik. 1 şişe güzel bir kırmızı şarap aldık ve heyecanla etlerimizi beklemeye başladık. Hepimiz birbirimizden tadalım ve tad farkını görelim diye 4 farklı et istedik. Etler Arjantin’den geliyormuş ve odun ateşinde pişiriliyormuş. Ben “medium-orta” pişmiş yedim diğerlerinin aksine. Hepimizin eti oldukça yumuşak ve lezizdi. 4 farklı etin tadıda birbirinden farklıydı. Yani benim gibi çok etçil olmayan birinin bile bu farkı anlamasından sebep burasının harika bir yer olduğuna karar verdik! 4 parça et, ekmek ve soslar ve bir şişe şarap için ödediğimiz para 106 € idi.

My Handsome Bro

~ Bir gece ardı ardına 3 bar ve bir latin klubü gördük. Akşam 22:30 civarlarında başladığımız “bar fly” aktivitesini 03:00 civarlarında sonlandırdık. Latin klüpte hiç bilmediğimiz halde saatlerce salsa yaptık. Bir gecede en çok mohito ve en hızlı alkol tüketme rekorunu kırdık. Annekuşum ve kardeşim de bizimle beraberdi ve onlar da çok eğlendiler:) İşin en ilginç yanı ise bundan tam 18 yıl önce annemin “işte bu da son tekne kazıntımız” diyerek kucağıma verdiği minik suratlı, minik ayaklı-minik elli küçük kardeşimle 18 yıl sonra beraber salsa yapmamızdı sanıyorum ki! İtalyan tipi, ince bedeni ve 1.90’lık boyuyla karşımda beni kucaklayan bu adama ne diyeceğimi bilemedim. Ağladım sesizce mutluluktan sadece:)

~ Genelde 3 öğün yedik. Otelde verdikleri sabah kahvaltısı benim için tatmin ediciydi gayetten. Dolayısıyla öğlen 13:30-14:00 civarlarında bir tapas (meze) bar bularak, kişi başı 2 tabak tapas (meze) alarak ve yanında bir içki ile karnımızı doyurduk. Aslında tapaslar gece boyunca tercih edilen yiyeceklermiş İspanyollar tarafından. Çünkü onlar için aslolan öğlen yemeği. Bu sebeple öğlen saatleri ağır yemekleri tercih ederken akşam yemeklerini sadece geceye hazırlık olsun diye hafif tercih ediyorlarmış. Akşam yemeğine 22:00 – 23:00 civarı başlıyorlar. Tapaslar zeytinyağlı hazırlanan deniz ürünleri, patates, peynir ve jambonla hazırlanan tek parçalık dilimler ve salata ağırlıklı. Yani tam benlik.

Madrid’de biz bunları yaptık.

Bir sabah 09:30 civarında Barcelona’ya hareket ettik. Yolumuzun üzerinde ZARAGOZA vardı. Bir sonraki Volume burası üzerine:)

 

Hoşluklarla Geçen Günlerin Ardından…

 

Lake Minnesota

~Tekneler, Minnesota`dan – 2006 Temmuz~

 

… Yine bir sürü şey yapıldı tarafımdan.

~ Önce Cuma gününden söz etmem lazım sanırım. Özellikle de Selim‘in radyo programına konuk olduğum o 1 saatten! Önce bana hiç geçmeyecekmiş gibi gelen, sonuna geldiğimizde de “nasıl yani, bitti mi?” diye bakakaldığım o 1 saatten:) Programı dinleyen arkadaşlarım sağolsunlar Facebook‘da yorumlarını esirgemediler. Teşekkür ediyorum hepinize. Program sırasında bütün konu insanın kendisi, hayatı, hayalleri ve JTB olunca bir nevi ünlü, tanınası bir kadınmışım gibi hissetmedim dersem yalan olur. Ankara’dan ve günlük bir takım olaylardan da bahis ettik gerçi, ama en vurucu nokta son nokta oldu. Selim, programın sonunda format gereği kısa bir hikaye okuyacağından bahsetmişti. Ben de Selim‘in kendi hikayelerinden birini okuyacağını sanmıştım. Ama Selim, o dakikaya kadar bana tek kelime etmemeyi başarmış, programın sonunda da beni can evimden vurmuştu: Benim bir hikayemi okudu. Mayıs 2006’da yazmış olduğum şu hikayeyi. İnsanın kendi yazdığı satırları başka birinin sesinden, özellikle de Selim gibi sesi ve diksiyonu mükemmel biri tarafından okunurken, dinlemesi inanılmaz bir tecrübeymiş. Son paragrafa doğru gözyaşlarımı zor tuttum, o kadar diyeyim! Tekrar teşekkürler arkadaşım. Bu program işleri çok keyifli hakkaten, aman dikkat: Alışabilirim:)

~ Hani demiştim ya, evimi kiralamam lazım diye.. Evet, bir mucize oldu. Yazıyı yazdıktan 2 gün sonra, yani yine geçtiğimiz Cuma evimi kiraya verdim:) Artık son kalan okul taksitimi dert etmeme gerek kalmadı. Ayrıca direkt olarak bu konuyla bağlantılı annekuşla seyahat aktivitesi için de Eylül sonu kesinleşti:) Bu arada bir hoşluk daha oldu, daha önceki annekuş ile planlanan ama kendisinin gelemediği İtalya seyahatine Tolu ile gitmiştik ya biz. Hah işte, sonu o geziye benzemez inşallah, ama Tolu’cum da bizimle gelecek bu seyahate bir problem çıkmaz ise:)

~ Cumartesi günü sabah gidip motor sınavına girdim motorsiklet ehliyeti için. Malum B tipi ehliyetiniz olunca A2 için sadece motor sınavına giriyorsunuz, ki bu da 20 soru demek:) Yıllar içinde kendini tekrarlayıp duran hepi topu 100 soru var zaten motora ilişkin. Girdim sınava, 10 dk.da bitirdim. Ama çıkmak ne mümkün? İlk 45 sakika boyunca sınav salonu terkedilemeyeceğinden sıkıla sıkıla oturdum salonda. Bu arada diğer sorulara baktım zaman geçsin diye. Ehliyetimi 1996 yılında almama rağmen bir araba sahibi olamadığımdan sebep ehliyetim de bilgilerim de bir işe yaramıyordu. Ama özellikle Trafik sorularına gayet güzel cevaplar verebildiğimi şaşkınlıkla görmüş bulundum:) Arabaya değilmiş, umuyorum ki motorsiklete kısmettir o güzelim ehliyet:) Zaten Ankara’da araba kullanmakla ilgili hevesim de hayallerimde son birkaç yılda törpülenmiş durumda. Şöfor olmadığım halde bana cinnet geçirten trafikteyken bazen, iyi ki ben kullanmıyorum diyorum! Zira bu asabiyetle ben mutlaka birkaç taksi şöförü ile dalaşmaya yeltenir, muhtemelen sonunda da pişman olurdum:)

~ Cumartesi günü öğlen saatlerinde Ayşegülüm Sultanım ve Tolu ile buluştuk Tunalı’da, Sardunya Cafe‘de. Bakın bilmeyenlere bir sevimli mekan önerisi daha benden:) Bu cafe Tunalı Hilmi’de değil, ama onu kesenlerden Bülten Sokakta. Elizin Pastanesinin sokağında. Tam adresi Bülten SoK. No:21. Telefonu 466 4576. Ufacık, ama yemyeşil bir bahçemsisi var:) Bu da ne diyorsunuz değil mi? Bahçe desen bahçe değil, ama çok güzel birşey demek benim lügatımda:) Hepi topu 5 masa var sanırım, 20 kişi anca sığıyor. Tamam ben yemek yemedim, dolayısıyla menünün yeterliliği konusunda yorum yapamam. Ama bizimkiler yedikleri makarna ve salatadan memnun olduklarını söylediler. Zaten ben kahve içmiştim. Benim önerimin tek sebebi bahçemsisi:) Şırıl şırıl suların akıp birkaç katlı, içinde kırmızı japon balıklarının yüzdüğü minyatür havuza dolduğu bir atraksiyonu var. Fotoğrafını çektiğim ilk an paylaşacağım, o zaman anlayacaksınız beni.

~ Pazar günü patatesli omletli zengin bir kahvaltıdan sonra oturup 3. sezondan 3 bölüm House izledik. Bu adama bayılıyorum:) Lost’dan sonra evimdeki tek DVD dizi serisi. İzlediğimiz bir bölüm çok ilginçti. (Gerçi her bölüm enteresan ama..) 10 yıldır komada bir adam. Adamın onu ziyarete gelen 17 yaşında bir oğlu var. Soap Opera dizilere hasta bir şahsiyet olan ve klinik görevinden kaçmak için gidip enteresan köşelerde bu dizileri izleyen adamımız House bu defa komadaki adamın yatağının kenarında oturmuş bir taraftan cips yiyip bir taraftan dizi izlerken adamın oğlu geliyor. Bir problemi olan çocuk orada nöbet geçiyor ve adamımız House’un bölümü çocukla ilgilenmeye başlıyor. Dr. House, Diagnostik Medicine, yani nam-ı diğer Tanısal Tıp bölümünün başkanı. Yaptıkları iş, kimsenin teşhis koyamadığı hastalara teşhis koymak! Bu çocukta da görünürde belirli bir hastalık yok, ama sürekli nöbetler geçiyor. Her neyse, anlatacağım ilginç kısım bu değildi..Amma uzattım. Çocuğun tıbbi geçmişini öğrenmek için ailesinden tek kalan kişi olan babasını uyandırıyor House! Bu kısımdı bana inanılmaz gelen. 10 yıldır komadaki bir adama bir doz iğne yapıyor ve adam hiçbir şey olmamış gibi yataktan kalkarak ortalıkta, ukalalık etmekten de geri kalmayan tavırlarıyla, arz-ı endam etmeye başlıyor. Gerçi bu ilaçla uyanan hastaların 1 ya da 2 gün sonra ya tekrar komaya girmeleri ya da ölmeleri söz konusuymuş. Açıkçası böyle birşey olası mı emin olamadım. Buradaki doktor arkadaşlarıma soracağım! Bilen varsa fikir beyan edebilir mi lütfen?

Pazar günümüzün kalanını Haymana Yolundaki bir evin bahçesinde mangal keyfi yaparak geçirdik Sevgilimle birlikte. Ev, Sevgilimin abisi ve yengesine ait, 10-12 evlik bir kooperatifin parçası. Evimizden çıkıp, bu evin garajına ulaşmamız tam olarak 53 km. ve 1 saat alıyor:) Evet, uzak bir miktar. Ama bir keyifli ki sormayın. Daha önce, sanıyorum 1 ay kadar önce, burada oldukları bir hafta sonu bizi mangala davet etmişlerdi karı-koca. (Samsun’da yaşıyorlar şu anda işleri gereği.) O zaman biraz fırtına, bir miktar yağmur ve bolca rüzgar eşilğinde yine de afiyetle silip süpürmüştük masadakileri. Bu defa da biz ikimiz gittik. Hava sıcak, ama bir miktar esintiliydi yine. Bahçesinde bir sürü meyve ağacı var; elma, şeftali, kara dut ve vişne. Vişneler ve şeftaliler yerlere dökülmüş, zamanlı gidip toplayamadık zira:( Ama birdahaki bahara mutlaka elimizden geldiğince bu güzel ve keyifli bahçe ile ilgilenme planları yaptık. Bahçeyi çimlendirme, meyve ağaçlarını ilaçlama ve zamanında meyveleri toplama konusunda yani:) Evden de bir sürü şey götürmüştük, yoldan da et-mangal kömürü vs. aldık. Saat 15:00’dan gece 22:00’a kadar bahçedeydik. Mangal yaptık, ki ben mangalda ilk defa ellerimle patlıcan patlatıp salatasını yaptım. İnanılmaz lezzetliydi. Çok huzurluyduk, çok mutluyduk ve çok tok olarak döndük evimize. Öyleki bu sabah kahvaltı bile etmedim. O derece:) Artık uzakta da olsa, hafta sonları bahçesinde yayılabileceğimiz bir mekanımız var:)

~ Sevgili K.İ.S.D beni “Yaratıcı Blog” kategorisinde mimlemiş. Sonuç olarak mim gereği hakkımdaki 7 ilginç maddeyi yazmam gerekiyormuş:) Yıllar önce yine buna benzer bir mim dalgasında şu satırları yazmışım kendimle ilgili ilginçliklere istinaden. Oradan şimdiye 6. madde geçerliliğini yitirmiş durumda. Şimdilerde bunlara ekleyebileceğim maddeleri yazıyorum:

1- Kuaförlerde vakit geçirmekten her zaman nefret ettim. Her daim rapunzel gibi uzun saçlarla dolaşınca kuaförde geçirdiğim vakit de takdir edersiniz ki hiç kısa sürmüyor! Nefret ederek saç boyatmaya gidiyorum şimdilerde. Artık bioform yaptırdığımdan beri saçlarıma şekil vermek ya da fön çektirmek için kuaförlere ihtiyacım kalmadı:)

2- Tüm alışverişlerimi internetten yapıyorum. Markafoni ve Limango‘dan açıldıklarından beridir bir sürü şey aldım. Gittigidiyor‘dan onlarca kıyafet alışverişi, elf‘ten makyaj malzemesi vs. satın alıyorum. Bedenler ya da makyaj malzemelerinde ton ve renk konularında hiç şansız bir durumla karşılaşmadım. Mağaza mağaza gezmekten de haz etmeyen bendeniz için bu durum inanılmaz güzel, aynı zamanda da karlı! Dışarıdan satın almaya kalksam 5 birim ödeyeceğim şeyleri en fazla 3 birime mal ediyorum:)

3- Çocukluk hayallerimde hep 2 çocuk ama hiç koca vardı:) Nedendir bilinmez, babası olmayan çocuklarımla kocaman bir evde yaşadığımı, onları okula getirip-götürdüğümü, onlarla arka bahçede:) tenis oynadığımı hayal ederdim. Bizimkilerde ayrı değildi ben bu hayalleri kurduğumda ilginçtir. Enteresan!

4- İçki içerken bir limitim yok! Açılmış şişeler bitmek zorunda diye bir kural varmışcasına şişeyi bitirmeden yatamıyorum! Birçok erkek arkadaşıma göre iyi içerim. Yalnız son bir yıldır etkilenmeye başladım, uykum geliyor:)

5- Günde 3 litreye yakın su içerim. Bu sebeple gün içinde tuvalete taşınmaktan sebep egzersiz yapmaya gerek görmüyorum. Öğlene kadar neredeyse 4-5 defa gider gelirim:) Bazen tuvalete gitmekten bitap düşerim!

6- Erkek olsaydım Monica Belluci’den başka kadın tanımazdım. En beğendiğim kadın aktristtir. Onun kadar güzel başka kadın yok bence. (Buna Hülya Avşar’da dahil:)

7- 35 olmama şunun şurasında aylar kalmışken bir itiraf: Hayatımın hiçbir döneminde bu yaz ki kadar elbise-eteğim ve makyaj malzemelerim olmadı! 35 yaş krizinde miyim neyim?

Nasıl ama? Çenemin çok düşük olduğunu söylerim de inanmazsınız. Bakın bakalım daha ne gibi kanıta ihtiyacımız var:)

Haftaya güzel başladım yine ben. Sizlerde umarım iyisinizdir. Kendi kendimizin motivatörü olmamız lazım, yoksa yaşam zor be dostlar:)

 

İki Ara Bir Dere Organizasyonu (II): Fethiye Ölüdeniz-Kelebek Vadisi

 

Butterlfly Valley 1

Bodrum’dan yola çıkışımız öğlen saatlerini buldu, yavaş yavaş acele etmeden vardık Fethiye-Ölüdeniz’e akşamüstüne yakın bir vakitte. (Bu arada ikinci nazar boncuğunu cebimize atmış bulunduk. 81 km. ile radar hadisesi!) Ölüdeniz’e varınca Sevgilim doğru yerde olduğumuza inanamadı bir süre, zira en son 10-12 yıl kadar önce yamaç paraşütü yapmak için buraya gelmiş ve o zamanki gördükleri ile şimdikini bağdaştıramadı pek. Sonuç olarak çok gelişmiş, genişlemiş ve her haliyle turistlik bir belde vardı karşımızda. Yukarıdan aşağıya vadiye inerkenki görüntü süper yalnız. Aşağıya sahile indik ve hemen önümüzde yer alan “İnformation Office”den bize kalacak bir yer tavsiye etmelerini rica ettik. Bu uygulama ile başka bir yerde karşılaşmadım ben, dolayısıyla oldukça işe yarayan ve kolaylaştırıcı bir hizmet olduğunu söylemek istiyorum. Büroda İngilizce bilen 3 tane genç arkadaş var. Gece 23:00’e kadar açık olduklarını söylediler. Otel, tur, yakın yerler gezileri, bilet, vs.. her türlü konuda yardımcı oluyorlar. Biz tamamen spontan yola çıktığımız için “Nasılsa bir otel buluruz” diyerekten Kaş dışındaki hiçbir yerde otel ayarlamasına gitmemiştik. Sadece vereceğimiz ücret belliydi, o kadar. Sorduk, önlerindeki fotoğraflı otel kataloğundan seçip bu oteli önerdiler; ayrıca sahile de 2 dk. uzaklıkta dediler. Tamam dedik:) Kaldığımız sürece de otelimizden çok memnun kaldık. Tavsiye ederim gayetten. Tek 2 Türk bizdik, bir sürü genç İngiliz bebe ve aile vardı. Otelimizde kalan İngiliz çocuklarla sonra dışarıda da karşılaşıp kaynaştık:) Sadece tekne turuna katıldık Ölüdeniz’den kalkan ve Göcek Koylarına giden bir grupla burada. Göcek koyları hakkaten görülmeye değer, pırıl pırıl deniz bol bol yüzdüm. Ama ne yazık ki bu güzelliği duyan geldiği için sıkış tepişti teknelerden her koy:( Umarım oralarında b..kunu çıkarmayız yakın zamanda:(

Ölüdeniz çok da canlı bir yer değil hakkaten. Gerçi ben çok kalabalık, aşırı gürültülü müzik, çılgınca partiler aramıyorum; hatta ne kadar huzurlu olursa o kadar iyi derim. Burasıda aynen öyleydi. Adına mütenasip “Ölü” sayılabilecek, ama belli bir turistlik seviyeye ulaşmış bir belde işte. Buraya gelmemizdeki asıl amaç Kelebek Vadisi olduğu için 2 akşam dışarıda yemek yedik, dolandık ve biraz dans ettik; yetti bize:) Pahalı yalnız. İngiliz parasına denk rakamlar lira cinsinden!

 

Bir gece kalıp ertesi sabah Kelebek Vadisi için sahilden kalkan teknelerden birine binmeye çalıştık bir süre!! Kıyı dalgalarla dövülüyor, Sevgilimde kocaman paraşüt çantası (Ama içinde bir gecelik kıyafet, havlu, kitap, mayo vs.. var), ayağımızda doğal olarak parmak arası terlikler, ben de plaj çantası falan bir süre zorlandık tekneye binmekte. Çünkü teknenin yanaşması ve sizinde yürüyerek binmeniz için bir iskele yok bu sahilde. Tekne kıyıya en yaklaşabildiği yerde duruyor, sizde elinizdekileri ayağınızdakileri çıkarıp teknedeki Robinson kılıklı kovboy şapkalı abiye veriyorsunuz, sonra da dalgalarla poponuza kadar ıslanarak merdivenlere tutunmaya çalışıp kendinizi tekneye atıyorsunuz:) Bu arada aynı tekne ile Vadiye yiyecekler ve içecekler de taşındığından onların da yüklenmesini bekledik bir süre: Yumurtalar, ekmekler, kasalarca içecek, çuvallarca patates..

From Butterfly Valley

Kelebek Vadisi‘nin neyi temsil ettiği ve projenin amacı şurada çok güzel ifade edilmiş. Bu vadi Dünya Mirası Vakfı tarafından, dünya üzerinde korunması acil gereken 100 dağdan biri olarak tespit edilen Babadağ’ın eteklerinde ve Kanyon duvarı yaklaşık 350-400 m. uzunluğunda. Ben bana hissettirdiklerini aktaracağım şimdi izninizle:HUZUR, MUTLULUK, ÖYLE SALAK BİR GÜLÜMSEMEYLE DUDAĞINIZIN UCUNDA OTURUP DURDUĞUNUZ, ZAMANSIZ BİR CENNET!

Vadide konaklama için ya çadır ya da bungalov imkanı var. Bungalovlarda bir gece yarım pansiyon kalış ücreti 45 TL. Çadırda kalırsanız 35 TL. Sabah kahvaltıları ve akşam yemekleri açık büfe ve gayet tatmin edici. Akşam sebzenin her türünden yemek vardı, ve o sebzelerin tümü Vadi’deki tarlalarda çalışanlarca yetiştiriliyor. Yemek yediğiniz ve gün içinde oturup kitabınızı okuduğunuz mekan tahta masalarla bezeli ve salkım salkım asmaların hemen altında. Orada saatlerce hiç bıkmadan oturabilirsiniz. Hemen hemen her yerde hamaklar var. Hamaklara uzanıp benim gibi keyif yapabilirsiniz:)

 

Hayatımda ilk defa bir bungalovda kaldım:) Son defa olabilirdi! Arsız bir cır cır böceği sebebiyle kafama kadar çektiğim çarşafın altında uykuya dalmam sabahı buldu:) Böceğin bungalovun sazlıktan yapılma çatısı üzerindeki her zıp zıp hareketi gayet duyulmaktaydı. Ayrıca ayaklarımda, kollarımda ve dahi yüzümde dolaşan minnacık karınca kardeşlerle de bayağı cebelleştim. Bungalov denen şeyi tercih nedenim en azında kapısı falan var, kapalıdır mantığından yola çıkmamdan sebepti. Ve fakat yanıldığımı bungalovun kapısının önüne gelince anlamış bulundum! Kapı, belimin hizasına geliyordu ve bungalovun her bir tarafı açıktı!! Ama sabaha kadar kıyıya vuran dalga seslerini, gece öten kuş seslerini dinlemek yine de güzeldi ve sıkıntımı biraz aldı diyebilirm. Konformist değilimdir, ama sanırım biraz huyluyum ben:)

Yapılabilecek en güzel aktivitenin meşhur şelalesine yürümek olduğunu söylediler, yürüdük bizde:) Sanırım 2 saat civarında sürdü gidiş-gelişi. Sağlıklı bir trek aktivitesi oldu ve vadiye adını veren kaplan kelebeklerle de tanış olmuş olduk. Sadece 2 farklı cinsinden gördük biz. Özellikle şelaleye yaklaştıkça çoğaldılar, ama yinede buraya adını vermelerinden sebep daha çok görebilmeyi umardım. Şelaleye yürüyüş, uzun zamandır yaptığım en güzel aktiviteydi. Kayaların arasından, gittikçe yükselen bir rampadan, şırıl şırıl akan derenin başlangıcındaki şelaleye ulaştığımızda ise üzerimizdekileri çıkarıp aynen filmlerdeki gibi şelalenin altında yıkanıp serinledik:)

Butterfly Valley 2

 

Tek sevmediğim şey gün içinde gümbür gümbür müziklerle, tıkış tıkış teknelerin ortalıkta yarattığı kirlilikti:( Bir sürü tekne geliyor, bir sürü insan çıkıyor sahile, bağırış, çağırış.. Gereksiz bence! Keşke sadece kalmaya gelenleri kabul etseler, gerçi bu gelenlere de satış yapıp yiyecekti-içecekti para kazanıyorlar ama.. Akşamüstü 17:00 olsun diye dua ediyorsunuz, tekneler o saatte ayrılıyorlar. Para demişken, Türk Lirası geçmiyor arkadaşlar:) Kelebek Para diye birşey var, oyunlardaki paralar gibi. Onunla alış-veriş yapıyorsunuz:)

OMG

Gidilmesi, mümkünse uzunca kalınması gereken bir yer. Ortalıkta gezinen tavuklar, kazlar, civcivler, bir kenarda oynaşan kangallar Kıtmir ve Kayra, yavruları şirinlik abidesi yaramaz ufaklık, arılar, böcekler, cırcır böcekleri:) Kayaların üzerinde bir “Rock Bar” var. Akşam geç saatlerde ışıl ışıl pek güzel. Dalış ve tırmanış için ekipler var; ders alıp bunları gerçekleştirebiliyorsunuz. Herşey el emeği, tüm çöp tenekelerinin üzerlerinde çeşit çeşit resimler var, boyalarla boyanmış herşey. Vadide çalışanlar hepsi bizim eskiden “bitli” diye tarif ettiğimiz hafif paspal, uzun kıvırcık saçlı, bir elinde gitar bir elinde bira olan, zayıf, güneşten kapkara olmuş, yanık tenli, güzel gözlü, eğlencelikli ve çalışkan tipler.

To the Waterfall

 

Romantik de bir mekan. Yalnız da gidilebilir, kafa dinlemek, uzaklaşmak, kaçmak ve düşünmek için. Ama sevdicekle gidip benim gibi sarmaş dolaş olma hayalleriniz varsada makbul bir yer. Benim Sevgilim romantik değil, o ayrı:) Ne yapalım, o da eksik olsun. Eğlenceli ama allah için, güzel dans eder, birde güzel güler. Canım benim:)

Son noktamız, Kaş tatilimiz kaldı bir tek. Orası benim cennetim, benim memleketim. Öyle hissediyorum. Bir bağım var, nedenini tek bir kelime ile ifade edemem, zor. Umuyorum oralarda o havayı soluyarak yaşlanabilirim. Olmadı zaten oralara gömsünler beni! Gerçi toprağa girdikten sonra nereye bakıyor olduğunun bir önemi yok ama! Ha bu arada ben organlarımı bağışlayacağımdan sebep gözlerim olmayacak zaten, bakmasa da olur:) Aman neyse.