Keyif ve Lezzet Durakları Konulu Yazılar

Tatilin Kötüsü Olur Mu A Dostlar?

Beach From Alacati

~ 1.500 km

1 haftada motorsikletle yapılan yol mesafesi. Bence fena bir rakam değil ne dersiniz? Gerçi bunlar kadar olamayız, ama böyle giderse benimde taş gibi bir popoya sahip olmam an meselesi:)

Sabah 05:00’de yola çıktığımızda Cumartesi sabahı, tam 3 saat sonra Afyon Varan Tesislerindeydik. Arada sadece 1defa mola verdik. O da gayet sıkı ve temkinli giyinmemize rağmen sabah soğuğu etkisiyle donmamıza ramak kalmasından sebep! Binicilik yapanınız var mı bilmem, ama ilk defa uzun süre at üzerinde kalırsanız hani aşağıya indiğinizde bacaklarınız parantez kıvamında kalır ve sünnet olmuş bebeler modunda yürürsünüz.. İşte tam da öyle oldu bana.. 2 saat motor üzerinde, saatte ortalama 130-140 km. hızla gidip aşağıya inince bacaklarımın bu aldığı şekilden sonra açılması biraz zaman aldı. Ama Varan’ın süper kahvaltısı, kocaman tostları sonrası kendime geldim:) Seferihisar’a ulaştığımızda saat öğlen 14:00’dı.

Uzun yol motorsiklet yolcularına ufak birkaç tavsiyem var aslında iki paragraf arası:

Birincisi, mutlaka saat başı mola verdirin kullanan arkadaşınıza! Dönüş yolunda biz böyle yaptık, çok daha rahat geldik. 5-10 dakika bile yetiyor.

İkincisi, sabah erkenden yola çıkacaksanız mutlaka içinize uzun kollu birşeyler, ayağınıza kalın-uzun çorap giyin. Eldiveni de eksik etmeyin. Bizim üstümüzde gayet kalın montlar, içimizde t-shirtler vardı! Diğer taraflar tamamdı..

Sonuncu tavsiyem ise, mümkünse eğer poponuzun nazik kısımları için birer çift vatka edinin yola çıkmadan önce:) Ben Eylül ayındaki 2. tatilim için böyle yapmayı planlıyorum zira:) Sevgili çok gülüyor ben böyle söyleyince, beni popomda vatkalarla düşünemiyormuş:)

Cat

Seferihisar’da yazlıkta 1.5 gün kaldık. Balıklar mangalda, rakılar kadehlerde, sohbet-muhabbet, buzz gibi deniz, buzz gibi bira, hamaktı-salıncaktı derken Pazartesi sabahı ayrıldık mutlu mesut Alaçatı’ya otelimize doğru.

Yukarıdaki sevimli kedi, ailenin emektar kedisi Boncuk. Çok şeker, fazla hareket ederken göremediğim bir canlıydı kendisi. Bahçede salına salına dolaşıp, milletin ayaklarının dibinde yatıyordu mütemadiyen.

Breakfast

Otelimizden memnun kaldık. Bir kere çok temizdi, bembeyazdı odaları, duvarları, kullanılan mefruşatı. Misler gibi çarşafları, havluları her gün değiştiriyordu Sevda Hanım. Otelin sahibi doğma büyüme Alaçatı’lı Ümit beyin Ankara’lı eşi Sevda Hanım. Köy Kahvaltısı olarak sundukları serideki tüm reçeller bizzat kendisinin elinden çıkma. Kahvaltı, en sevdiğim öğün bilindiği üzere, özellikle tatillerde. Köy Kahvaltısında 3 çeşit ev yapımı reçel, 3 çeşit zeytin, 3 çeşit peynir, 3 çeşit tazecik ekmek, bol zeytinyağında yüzen kekikli domatesler ve yeşillikler tabağı bulunmaktaydı. Oda + kahvaltı şeklinde çalışan otelimiz, şehir merkezindeydi. Kocaman bir bahçesi, bahçesinde domatesler, biberler, patlıcanlar, salatalıklar vardı. Kahvaltı ettiğimiz bahçenin diğer kısmı ise incir ağaçları ve asmalar altındaydı. Motorla 5-6 dakikada Liman’a, sörf cennetine ulaşıyorduk her gün.

Otel ararken bayağı bir alternatife bakmıştım. Çok güzel, çok şık, çok elegan, çok romantik oteller var Alaçatı’da. Ama ne yazık ki yatmak için uğrayıp, sabah kahvaltısını tadacağımız bir yer için dünyanın parasını vermeye de gönlüm razı olmadı hiç. Ne yaptık? Otellere dökeceğimiz parayla sörf yaptık, yedik ve içtik. Pişman mıyız? HAYIR:) Otelimizi tavsiye eder miyim? Kesinlikle EVET:)

İlk gün, daha önce defalarca burada sörf yapan arkadaşlarımın da tavsiyesiyle kendimize kaldığımız 4 gün boyunca konuçlanacak mekanı bularak buraya alışmakla geçti. Bunları da sonraki yazıya saklayayım: Sörf maceralarımızı, Alaçatı’da tattığımız hoşumuza giden tatları, gittiğimiz mekanları, gördüğümüz ünlüleri, en yeni dedikoduları falan yani:)

Leylek Havada, Biz Yollarda!

From Hotel

Perşembe gecesi “Sevgili” ile elele uyumaya çalışarak İzmir-Selçuk’un yolunu tuttuk. Geçen yıllarda Kuşadası-Efes-Meryemana görmüşlüğüm vardı, fakat Selçuk’u listeye almamıştım hiç. Zira burada görmem gereken bir şey olduğundan pek emin değildim. Varmış! Gözlerime bayram oldu gördüklerim, içim kıpır kıpır etti. Pek mutlu, keyif dolu, pek dinlenmiş, daha “bağlanmış”, biraz kilo almış döndüm bu 3 günlük kaçamağımızdan. Niye mi Selçuk? Çünkü orası Türkiye’deki tek Drop Zone’muş! Paraşütle atlama merkezi yani. Selçuk Efes Havaalanı’ndaki Türk Kuşu Paraşüt Okulu, benim “Sevgili”nin ikinci adresiymiş meğer. Tanışıp beraber olmaya başladığımız andan beridir konuyu dilinden düşürmeyen, elindeki bilimum dvd-cd kayıtları ile arkadaşlarımın aklını başından alıp onları “potansiyel” birer paraşütçü yapmayı kendine düstür edinmiş bir adamla ilk tatilimizi de buraya yapmamız haliyle kaçınılmaz oldu. Tanıştık Paraşütçülük Merkezi ile. Anlaşabildik mi? Sanırsam bir müddet mesafeli bir ilişkimiz olacak, ama bunun çok uzun süreceğinden şüpheliyim ben. Zira “Sevgili”yi görünce yukarıda, aşağıda sadece fotoğrafını çekmek kesmedi beni, kesmeyecek. Yakındır yani, hayırlısı:)

Kaldığımız yer çok şeker bir oteldi. Hemen hemen her akşam kendimizi havuz kenarındaki mini-bara attık. Müziğimizi ve dahi bira servisimizi kendimiz yaptık; ama olsun. Onunda keyfi bir başkaydı:) Sabahtan atlayış yapmaya gittik, öğleden sonraları bize kaldı. Bir gün Yedi Uyuyanlar’daki gözleme çadırlarından birinde otlu gözlemeler yedik, süper bir köy kahvaltısı yaptık. O da yetmedi üzerine tahinli-pekmezli gözleme yedik:) Sonra bir gün atladık motorumuza Selçuk’a 8 km. uzaklıkta olan adı gibi şirin Şirince köyüne gittik. Eski bir Rum Köyü imiş burası. Mübadeleden sonra bizimkiler yerleşmişler. En önemli geçim kaynaklarını bağcılık, şarapçılık ve zeytincilik olarak söylüyorlar. Son dönemde turizmin de bayağı katkısı varmış. Birbirinden lezzetli meyve şarapları, mis kokulu zeytinyağları ve çeşit çeşit sabunları var Şirince’nin evinize dönerken yanınıza alabileceğiniz. Biz Artemis Restoranı tercih ettik manzarası itibariyle, çok da beğendim ben. Yine onlara özel, yöreye özel Simetra Şarabı içtik şişe şişe. Yenilen çeşitli otlardan yapılmış mezeleri, tadına bakılan etli-yumurtalı arap saçını, zeytinyağlı yaprak sarmayı, masaya önden gelen kekikli-kırmızı biberli mis kokulu halis sızma zeytinyağını anlatmıyorum. Yok, bu defa değil:) Hmm.. Başka ne yaptık? Bir öğleden sonrasında da kendimizi Pamucak Plajın’daki güzel bir balıkçıya attık. Duble rakı, üzeri bira, yanında ızgara çupra, bol salata, kumsalda yürüyüş..

Sky Diver

Sky Diver 1

Güzeldi bu tatilim. Her şeyiyle güzeldi, benim için özeldi. Teşekkür ederim “Sevgili”:) Tepemizde gördüğümüz bir sürü leyleğe istinaden bu yıl popomuzun yer görmeyeceğini umud ediyorum. “Benim Liste“, artık “Bizim Liste”ye dönüşüyor. Bunu seviyorum.. Bir sonraki kaçamağımızı heyecanla bekliyorum:)

Güzide Görülesi Şehirler Rehberimden: “LONDRA” (III)

**Dikkat** Neredeyse yazdığım en uzun yazı oldu fotoğraflarla birlikte. Baştan söyleyeyim:)

Me in London

Londra’da bulunduğum süre boyunca sıklıkla beni yaparken görebileceğiniz 2 şey vardı: İlki yürümek, yürümek, hiç durmadan yürümek! İkincisi ise mütemadiyen bir şeyler yemek:) “Yeme-içme kültürü” denen şeye bayılıyorum ben. Dünyada beni mutlu eden birkaç şeyden biridir yemek yemek. Seyahat ettiğim zamanlarda da tatillerde de mutlaka bulunduğum yerlere özel yiyeceklerin tadına bakmaya, oraya özgü lokanta ve restoranlara gitmeye çalışırım. Bazen tabi kendine has mutfağı olmayan ülkelere de gidebiliyorsunuz. O zaman da benim Londra’da yaptığım gibi, farklı mekanlar peşine düşüp, dünya mutfaklarının tadına varmaya çalışıyorsunuz:)

Allahtan Evren de benimle aynı telden çalmakta olduğundan aşağıda bir liste oluşturacak kadar mekan gördük yemek ve içmek konusunda 1 hafta içinde:) Ayrıca orada yaşamakta olan arkadaşlarımından, bir dahaki seferim için bana kendi özel mekanları konusunda tavsiyelerde bulunmalarını rica edebilir miyim lütfen? Ben gidemesem bile yakınlarda, Evren’cime yarar hiç olmazsa. O daha uzun bir zaman daha orada olacak gibi görünüyor zira:)

LeZZet MeKanLarı

~ Harry Morgan

Londra’daki ilk lezzet durağımız burasıydı. Şehirde tam 3 tane Harry Morgan var. Bizim gittiğimiz hemen Regents Park yakınında olmasından sebep St. John’s Wood mevkinde olanıydı. Burada bir tavuk suyuna noodle çorbası içtik:) (Chicken noodle – 4,75£) Tek kelime ile mü-kem-mel-di! Zaten Sunday Times tarafından Londra’nın en iyi tavuk suyu çorbası içilebilecek mekan olarak seçilmiş bir dönem. Ayrıca sandwich ve salataları da çok göz alıcı görünüyordu. Tabak kocaman, noodle da bol boldu. Bir de ek olarak tavuk eti parçaları ve bir miktar haşlanmış havuçla servis edilmişti çorbamız. Ana yemek gibi oldu bana diyebilirm. Mutlaka için!

~ Wagamama

Bir gün öğlen yemeği için Evren’le burayı tercih ettik. (Malum kendisi çalışıyordu, birkaç gün hep öğlen saatlerinde yemekte buluştuk.) Wagamama zaten bize de artık yabancı olmayan bir mekan. İstanbul’da Taksim’de ve Kanyon’un içinde olmak üzere 2 tane mevcut! Ben bir defa Kanyon’da gitmiş ve çok sevmiştim. (Sevgili arkadaşımız ZeynepinYeri‘nden Zeynep anlatmıştı, o da çok sever bu mekanı hatırladığım kadarıyla.)

Bizim Evren’le şöyle bir rituelimiz vardır: O, her 2 ayda bir defa Türkiye’ye geldiğinde biz düzenli olarak beraber “Ölümüne Chineese” gecesi yaparız. Her ikimizinde bir çok ortak noktası bulunmasına rağmen, en sevdiğimizi “Asya Mutfağına olan zalim düşkünlüğümüz” olarak nitelendiriyoruz:) Bu sebeple Ankara’daki bir dönem SushiCo, ve her dönem Quick China maceralarımın baş aktristi kendisi olmaktadır:) Gurur duyuyoruz bu birliktelikten, eylemlerimizi devam ettirme kararımızı hala taze tutuyoruz. Tanrı bozmaz inşallah:)

İşte bu sebeplerden dolayı Evren’in Londra’da sık yediği mekanlardan birisi olduğu için e biz de bir Wagamama’da yemek olayına girelim dedik haliyle. İçecek olarak tercihime 10 üzerinden 10 puan verdim: Apple and lime juice – 2,95£. Gereksiz Not:1: Normalde içki içmeyi seven ben, tüm İtalya ve Prag seyahatlerim boyunca öğlen içmeye başlayan ben, içki içmeyi, şarabın aslında kırmızı olduğunu Belçika’da kaldığım 4 ay boyunca öğrenen ben, Minnesota’da nadir gecelerde ayık kalan ben Londra’da hayatımın en az içki tüketimini gerçekleştirdim! Yemek olarak da Chicken Katsu Curry – 7,95 £ denedim. Köri sosunun güzelliğine ve yoğunluğuna inanamadım. Köri seven biri olarak benim de kendi çapımda değişik sos denemelerim olmuştu; ve fakat böylesinin yanına bile yaklaşamamıştım. Tavuk gayet uygun pişirilmiş, sos kıvamında ve pirinçler de tam formundaydı:) Bayıldım.

 

St Catherines

~ Feng Sushi ve Yo! Sushi

London Bridge yakınlarında dolanırken bir öğlen Feng Sushi’ye geldim tamamen tesadüfen ve Feng Sushi Value Box‘dan içinde 10 parçalı sushi olanını seçtim, yakınlardaki bir parkta afiyetle yedim güneşlenirken ve kulağımda Duffy bana şarkı fısıldarken:)

2 defa da Evren’le beraber YO! Sushi’yi tercih ettik. Burayı çok sevdim ben, zira bar sandalyelerinin tepesine tüneyip önümüzden geçen değişik renkli tabaklar içindeki birbirinden güzel ve ağız sulandırıcı sushiyi seçerek yemek çok zevkliydi. Hiç daha önce bir sushi bar olayına girmemiştim:) Yo! Sushi’yi ben fiyat açısından makul buldum. Her renk farklı bir fiyatı göstermekte. Böylece 2 kırmızı tabak, 1 mavi tabak ve 1 yeşil tabak yediğinizde ödeyeceğiniz ücreti önceden bilebiliyorsunuz. Tabak rengine göre fiyat:)

~ Golden Dragon (China Town)

Bir akşamüstü Dim Sum (İspanya’da tapas, bizde meze, Çinde de dim sum:) yemek üzere, China Town’da dolaşıyorken hazır, bu mekana uğradık. Daha önce Evren’i Malezyalı bir arkadaşı getirmiş, çok sevdiğini söyledi yediklerini. Tavsiye edeceğim iki Dim Sum çeşidi var: Biri King Prawn Dumplings, diğeri de Prawn Cheung Fun. Lezizdiler, leziz:) Biri buharda, diğeri sosta:)

~ Dickens Inn

İşte favori mekanım:) Bir kere yeri çok güzel, tam St. Catherine’s Dock’un kenarında. Burası eskiden Londra limanının merkeziymiş. Favorim olmasındaki diğer neden ise giriş katı ile beraber 3 kat olan bu mekanın dış görünüşü. Çiçekler müthiş güzel ve gece manzarasına doyamadık.. Buraya geliş ve buluş hikayemiz i unutmayacağım. Uzun lafın kısası, oldukça yorucu geçen bir günün sonunda yemek yemek için trenden indiğimiz yerden vazgeçip burayı bulmak için akşam vakti 2 saat kadar daha yürümemiz ve sonrasında kendimizi müthiş pizza ve 1 şişe Chianti şarabının kollarına atmamız olarak özetlenebilir:)

Şarabımız Villa di Campobello-Chianti Riserva 2003 idi ve kesinlikle harikaydı. Tavsiye olunur. Pizzamız ve önden aldığımız salatalarımız da harikaydı.Gereksiz Not:2: Yaklaşık 60 küsür pound ödedik o gece ikimiz ve orada bulunduğum süre içinde 2 kişilik yediğimiz tüm yemekler için ödediğimiz en yüksek ücreti de oraya ödemiş olduk. Pişman mıyım sizce? 🙂

Dickens Inn

~ Le Pain Quotidien

Benim bir favori mekanım daha. Ama burası Paris ve NYC’de de benim favori mekanımdı. Hatta sevgili NY MUhtarı ile burada buluşup kahve içmiş, tanışmıştık:) Bir sabah Hastings’e gitmeden önce tereyağı-reçel-çeşitli peynirler ve muhteşem ekmeklerden oluşan bir kahvaltı yaptık burada açık havada. O kadar bol geldi ki herşey kalanını sandwich haline getirdik ve onlar bizi Hastings’de bile doyurmaya yetti:) Koca bir çanak kahve de yanında bonusu oldu:) 2 kişi toplam 18£  civarında birşey ödedik. Bilmeyen varsa keyif için denemenizi tavsiye ederim.

Alkol Mekanları

~ Gipsy Moth

Greenwich ziyaretimiz sırasında soluklanmak için uğradık. O kadar yorulmuştuk ki, Evren’e “Gördüğümüz ilk bara kendimizi atalım zira alkole ihtiyacım var” demiştim. Karşımıza ilk çıkan mekan da burasıydı. Dışarıdan umutsuz vak-a şeklinde göründü, ama yapacak bir şey olmadığı gibi benim de artık 1 fazla adım atacak halim kalmamıştı. El mahkum girdik, ama iyiki de girmişiz. Ben bayıldım buraya. İç içe geçmiş 3 ayrı alandan oluşan, dışarıda sigara içenler için kocaman bir bahçesi olan mekanın içi ana-baba günü gibiydi! Kalabalık, hareket benim mekan seçimimde dikkat ettiğim şeylerin arasında yer alır. (Özenli bir plan yoksa eğer!) Dolayısıyla koca Londra’da içtiğim en güzel ve en soğuk birayı yine burada içtim: Stella Artois! Evet, kendisi bir Belçika birası ve benim yaklaşık 10 yıl önceki keşiflerimden birisi! Gereksiz Not:3: Yanına da “chips” yedik efendim. Barmen, gidip kendisinden bira ve patates kızartması istediğime pişman etti beni yalnız. Patates kızartmasının ingilizcesini söyledim ben tabi, alışık olduğumuz şekliyle. O da ukala ukala burada french fries yok, chips var dedi! Hadi ya, ne zamandan beri orta parmağından da kalın patateslere, bizim buralarda incecik cipsler için kullandığımız adı veriyoruz? Bence basbayağı french friesdı onlar, hatta ve hatta Amerikan papatesiydiler kalın kalın… Iyyyk, gıcık barmen!

~  The Ten Bells / Commercial Tavern ve Beach Blanket Babylon (1 gecede 3 mekan birden:)

Bir gece Evren’in şirketten arkadaşı sevimli Alman (!) Alex ile birlikte dışarıya çıktık. Bir gecede 3 mekana götüreceğini söyledi bizi, memnuniyetle kabul ettik. Mekan seçimi tamamen ona aitti. Elinde guidebookvari bir şey vardı, yabancılar için hazırlanmış. Onu referans alarak seçiyordu mekanları. O gece ayağımızda 1 karış topuklar, daracık kot pantolonum ve askılı bluzumla ben de Londra’lı hatunlara benzeme kararı aldım:) Kıçım dondu mu? Evet, özellikle de dışarıda sigara içerken! Ama benden de beterlerini görünce dedim ki hayatta bu hatunlarla yarışamayız biz! (Marş marş, yine kot pantolon, t-shirt, altına spor ayakkabılarını giy. Seni Ankara gece hayatında anca onlar paklar!)

İlk mekan 100 yıllık The Ten Bells, efsanevi adam Jack The Ripper’in mekanıymış. Kurbanlarından biri ile burada tanışmış! İçerisi kötü, tuvaletleri kötü ötesiydi. Burada sadece 1 bira içtik ve kalabalıktan sebep çoğunlukla dışarıdaydık. Meraktan gidilir mi? Belki..

İkinci mekanımız Commercial Tavern’dü. Enteresan ötesi bir dekora sahipti. Barın arkası ve üzerindeki tavan inanılmaz değişik objelerle kaplanmıştı. Ayrıca hayatımda gördüğüm görebileceğim en enteresan saçlı-gözlüklü-kostümlü, kadın mı erkek mi olduğunu hiçbir suretle hiç birimizin anlayamadığı bir barmeni de yine bu mekanda gördüm! İçtiğim bira yine kötüydü, adını bile not etmemişim haliyle.. “Bir arkadaşa bakıp çıkacaktık” yaparsanız, dekora göz atın derim:)

Son mekan süperdi işte! 3 de 1 fena sayılmaz değil mi? Linkteki ilk fotoğrafta görülen barın hemen karşısındaki saatin altındaki rahat kanapelerde yayıldık birkaç saat. Ya doğru bira seçememek, ya da adam gibi biraya sahip olmayan bir memlekette olmamdan sebep barmene yaklaşıp en şirin halimle bana ve arkadaşlarıma cin-tonik ve votka-burn hazırlamasını rica ettim:) İçtiğim en güzel ve tadı yerinde votka-burn’dü diyebilirm. Mekan fazlasıyla sosyetikti, içeridekiler de öyle. Ama sıcaktı, şen kahkahalar çınlatıyordu her tarafı ve ben çok mutluydum:) En iyi gece mekan seçimiydi adıylada hafızamdan hiç çıkmayacak olan Beach Blanket Babylon!

St Catherines at Night

~ Waterway

Burasını da sevdim ben, zira kaldığımız eve yürüyerek 2 dakika bile değildi:) Little Venice’e sıfır, çok hoş bir mekandı. Burasını kadeh kadeh şarap içip, dışarıdaki sobalarla ısınmaya çalışıp, birbirimize içimizi döktüğümüz bir mekan olarak hatırlayacağım.

~ St. Christopher’s Place

Oxford Caddesinin kalabalığından bunaldığım ve “imdat” dediğim bir anda Evren kolumdan tutup birden beni bir ara sokaktan buraya sürükledi. Çok, ama çok hoş bir soluklanma noktası oldu burası bize: Birbirinden güzel dükkanlar, dinlenip keyifle içkinizi-kahvenizi yudumlamak için -bana çok sevimli görünen- açıkhavada lokantalar, cafeler ve şık ofislerin olduğu bu alan bambaşka bir yerdeymişsiniz hissi veriyor size. Meşhur Sofra ve Grand Bazaar Türk Lokantaları da burada yer alıyor ve her ikisi de gayetten doluydu:) 10 Mayıs tarihinde burada bir Ortaçağ panayırı kurulacakmış. Haberiniz olsun!

………..

Amma anlattım değil mi? Seyahatten dönene genelde “Yediğin içtiğin senin olsun, gezip gördüklerini anlat” denir:) Bense her defasında ne yapıp edip boğaz olayına, keyif ve lezzet duraklarına takıyorum kafayı! Ne yapalım, bir tane hayatım var ve bu hayatta kazandığım parayı hiç acımadan harcayabilme lüksüne sahip olduğum da anca bu noktalar var:) Hayatımda olanlarda burada, JTB’de var olduğuna göre seçme şansı kalmıyor pek:)

Gereksiz Not:4: Londra’da kaldığım bir hafta boyunca her gün 2 tane metro gazetesi okuyordum; bir sabah bir akşam olmak üzere. Tüm gazetelerde ortak olan haber: AMY WINEHOUSE ile ilgili olanlardı! İnanılmazdı! Her gazetede, her gün, bir fotoğrafla beraber Amy bugün ne yapmış köşesini okudum, bilgilendim bayağı. Amy bir gün gece geç saatlere kadar içip içip, evine giderken pub’ın merdivenlerine ayakkabısının topuğunu taktı! Amy bir diğer akşam çok içip içip eve döndü, ama oda ne? Evinin anahtarlarını düşürdüğünü farketti. Hemen evin kapısı yerine camından girmeye teşebbüs etti! (Bu sırada o garip ötesi makyajı ve alkolik bir surat ifadesi ile ağzında sigara objektiflere bakarken paparazzilerin çekmiş bulunduğu bir fotoğrafını da gördük haberin yanında:) Falan filan..

Gereksiz Not:5: Leicester Square civarında Iron Man filminin galasının yapıldığı tiyatronun (Odeon) önündeki kalabalığı kaale almayıp akşam yemeği için eve gittim. Sonra sofrayı hazırlarken TV’yi açtığımda Leicester Square’dan canlı yayın ekibinin filmin galasına o an teşrif eden Gwyneth Paltrow’la röportaj yaptığını gördüm! Sonra da hatun döndü ve o muhteşem 20 cm.lik topuklar üzerinde nazlı nazlı süzülerek benim geçtiğim taraftaki kalabalığa tek tek imza verdi, fotoğraf çekmeleri için bir süre orada kaldı!!!

Velhasıl bir tatil böyle geçti, çenem düştükçe düştü. Artık gideyim de hafta sonuna hazırlanayım. En yakın tatilimin tarihi belli değil henüz, 19 Mayıs için buralardayız. Ama sonbahar’da bir gavur memleketi daha var sırada:) Ona annekuşumla gideceğiz.  Bu arada kendisine çoktan söyledim, 20 tane de harika gül gönderdim gerçi ama ANNELER GÜNÜN KUTLU OLSUN BİRTANECİĞİM BENİM. SENİ ÇOK SEVİYORUM:)

Süperr bir hafta sonu diliyorum.

Herşey gönlünüze göre olsun 🙂

Konumuz: INEKLER:)

Evet:)

Renk renk, desen desen, seker-komik-sevimli inekler gordum ben Istanbul’da, Cow Parade’de.. Nisantasi civarlarinda kaldigim icin hep buralardaki inekleri goruntuledim gerci. Toplamda, Istanbul’un degisik kesimlerine dagilmis olmak uzere, 200 tane inek varmis:) Bu yukaridakilerden sari canta seklinde olani, takdir edeceginiz uzere, Louis Vuitton Magazasinin tam onunde yatiyordu:)

Bu sevimli, kokos hanim da Milli Reasurans’in tam onundeydi:) Kirmizi ojeli toynaklari, boynunda inci kolyesi, masasinda hemen laptopin yaninda yer alan bir fincan kahvesi ile gelen gecenin sevgilisiydi resmen:) Kendisi kirmizilar icinde pek de hostu ne yalan soyleyeyim..

Bu yukaridaki tipler de hemen Beymen Brasserie’nin onundeydiler. Malumunuz burasi bir cok unlu ve sosyetik kisinin paparazilere “yakalandigi” bir mekan. (Mesela Adnan Polat yemek yiyordu ben cekim yaparken) Eh, paparazilerin pusuya yattigi yere de anca bu tipte canlandirilmis 2 inek koymak uygun olabilirdi diye dusunulmus sanirim:) Ineklerimizden biri paparazzi, digeri de unlu bir isinegi, elinde cep telefonu ve fiyakali takmiyla:) Yalniz kravata lutfen dikkat, yine kirmizi:)

Bir kirmizi hanim daha. Uzerinde soluklanmaya kiyilabilir mi bunun?

Asagidaki de Sezen Aksu’nun yaratimlarindan biriymis: Deli Kizin Inegi:)

 

Bunlar benim objektifime takilan sevimli ayrintilar oldular bu kisa Istanbul soluklanmam sirasinda.. Oradayken gorusebildigim, bana vakit ayiran Brumendiuss‘uma, Fevziye’ye ve K.I.S.D‘ye cok tesekkur ediyorum:)

Brumendiuss’umla Kanyon’da Kitchenette‘de guzel bir yemek yedik. Fevziye ile Mid Point‘de soluklandik, sarap kadehlerimiz hic bosalmadi:) Sevgili K.I.S.D ile de onun favori mekani Ist Cafe‘de leziz mi leziz cheesecake’ler yedik.

Bu kisa seyahatimden bana yine guzel arkadaslarla hos mekanlarda paylasilanlar, guzelim Istanbul Bogazi kar kaldi:) Bir de yukaridaki sevimli inekler:) En begendigimi en sona sakladim. Kahve duskunu biri olarak mi desem, yoksa gorur gormez patlattigim kahkaha sebebiyle mi bilinmez:) Iste benim COW PARADE etkinligindeki en FaVoRi inegim:)

Saglicakla kalin, hep gulumseyin. Goz kenarlarimizdaki kirisikliklari arttirmaya devam:)

“Alice Was In Wonderland” – Prag Günlüğü III

From-Praha

Bu aralar evden yazamıyorum, zira akşamları pek evde değilim. Bir de Prag’a dair anlatmak istediğim onlarca şey varken, iş yazmaya gelince biraz duraksadığımı farkediyorum. Çenebaz bir kadın olarak ballandıra ballandıra eşe dosta anlattığım tüm ayrıntıları birebir satırlara dökmek biraz zor geliyor bu aralara, ki ben yazı yazmaktan hiç gocunmam! Neyse, bu yazı dizisini çok uzatmadan 3.’de bitirmek için işte buradayım:) Buyrun son anekdotlar adına aşağıya:

İkinci günün akşamına kadar öyle çok dolaşmıştık ki sokaklarda, o kadar çok hediyelik eşya mağazasına girip çıkmıştık ki biraz da açlığın getirmiş olduğu etki ile beraber kendimizi Old Town’da merkezdeki İtalyan Lokantalarından birine zor attık. Karnımız aç, hava da soğudu hafiften; ama dışarıda oturuyoruz inatla:) Önce güzel yemekler söylendi, sonra biralar. Ardından ne oldu bilmiyorum, ama biralardan birkaç yudum aldıktan sonra bizim ekip çoştu. Öyle böyle değil, kahkahalarla gülme krizine girdik! Sağımız solumuz bizi seyrediyor. Ama nasıl gülüyoruz? Sanırım 2,5 saat boyunca gözlerimizden yaş gelene kadar o restoranda gülüp eğlendik. Ben buna sinir boşalması diyorum kendimce, nasıl gerildiysek ve yorulduysak tüm gün farkına varmadan artık! Otele gitmek için bindiğimiz metroda da hikayelere devam ettik. Ayşegül Sultan’ın Çekçeyi sular seller gibi söktüğünü söyleyebilirim:))) Otelde odalara dağıldık, ama benim yüz kaslarımı gevşetebilmem ve uykuya dalmam bir hayli zaman aldı; Zavallı Annem:)

Praha

Vlatava Nehri şehri ortadan ikiye bölen, Avrupa’nın önemli, Çek Cumhuriyeti’nin en uzun nehirlerinden biri. Bu nehirin bir özelliği oldukça sığ olması. Sığ olduğu için ve akıntı hızı oldukça yavaş olduğu için bu nehire sadece bakabiliyormuş Çekler öyle uzaktan. Ama ne yapmalı ne etmeli de bu nehirden de faydalanmalı, turizme katkı yapmalı diye düşündükten sonra güzel bir fikirle ortaya çıkıvermişler: Setler kurmuşlar belirli aralıklarla nehire. Bu setlerle “mikro çağlayanlar” yaratmışlar ve suyun akış hızını arttırmışlar. Daha sonra da buralarda asansör sistemine benzeyen birşey kurmuşlar nehrin içine. Nehirde tekneler akış hızı yaratıldığı için gayet güzel hareket edebiliyorlar, ama setlerin oraya geldiklerinden aşağıdan yukarıya çıkabilmeleri, ve de setin yukarıda kalan bölümünden aşağıya düşmemeleri için asansorlare benzeyen bir sistemin içine giriyorlar. Su dolmaya başlıyor bu asansöre ve tekneyi mesela, setin yukarısında kalan su seviyesi ile aynı hizaya getiriyor ve kapılar açılarak tekneler yukarıdan devam ediyorlar:) Bu sayede “Prag’da Yemekli Tekne Gezileri” serüveni başlamış oluyor! Eh, biz de nasibimizi aldık bu çalışmadan ve bir gece güzel bir tekne gezisi yaptık nehirde. Geziler tam olarak 2 saat sürüyor, açık büfe yemek olanağı var, müzik var.. Ama en güzeli Prag şehri’nin, Charles Köprüsü’nün, ve muhteşem Prag Kalesi’nin gece görüntüleri var. Bir de şansımıza o gün özel bir gün çıkmasın mı? Biri Charles Köprüsü’nün hemen yakınlarında diğeri daha uzakta olmak üzere 2 ayrı havai fişek gösterisinin altında kalmayalım mı bir de? Kalalım.. Bayıldık, mest olduk, kendimizden geçtik. Tam da Rüyalar Şehri’nde Rüya Gecesi yaşadık:) Kesinlikle tekne gezisini de tavsiye edeceğim ben meraklılara.. Zira havai fişek falan olmasa da, teknenin üzerinden gece gece Prag Şehri görülmeye kesinlikle bir defa daha değer!

Prague

Mümkün olduğu kadar nehir kıyısında yürüyüş yapın. Nehrin hemen yanında kocaman bir park var: Bkz. ikinci foto:)) Güllerle bezeli, misler gibi kokuyor. Orada biraz soluklanın. Burada ben Alice’in harika fotolarını çektim bir görseniz eski fotoroman pozları halt etmiş:)) Türkan’ım Şoray’ım güzeller güzelim benim:))

Tabi anne kuşlarla yolculuğa çıkılırsa, Prag’da Bohemia kristali cenneti olursa el mahkum her kristal mağazasına girer girer çıkarsınız:) Arkadaşlara, komşulara buradan bohemia kristali ile yapılmış kolyeler ve bilezikler alabilirsiniz. Ben şahsen kristal vazo, kadeh takımı ya da yemek tabakları alıp götürmeyi çok anlamlı bulamadım buradan ülkemize! Ama alan aldı valiz valiz, ona da saygı duyduk! Bohemia Kristallerine bakılır, keseye uygun bulunan şeyler alınabilir..   

Karlovy-Vary

Buradan alınacaklar listenize bir de yukarıdaki yeşil şişe eklensin lütfen: Becherovka. Bu Çeklerin özel likörü Karlovy Vary’den çıkan 12 termal ve şifalı suyun birleşiminden oluşuyormuş, içine tabi bir miktar alkol ve tarçın eklentisiyle birlikte. Ben tatlı içki sevmememe rağmen almış, ve yemek sonrası hazıma yardımcı olsun diye shot bardaklarında içmiştim. Tarçın sevdiğim için beni baymadı, beğenmiştim.

Termal su demişken, şifa demişken Karlovy Vary‘den bahsetmezsek olmayacak hiç! Burası Prag’a araba ile 2,5 saat kadar uzaklıkta bir termal kasaba. Şifalı suların olduğu farkedilip buraya bir termal tesis kurulmuş. Çevresinde de bir sürü otel. Oldukça ufak bir kasaba, ama tepeden oldukça aşağıda, çanak şeklinde bir kuytuda yerleşmiş. Dolayısıyla yükseklerden itibaren kasabayı sarmalayıp kucaklayan yeşilin her tonuna aşık olmanız olasıdır diyebilirm. Biz buraya bayıldık resmen. Mutlaka bir Karlovy Vary turu alın derim, değeceğini görecek ve bana dua edeceksiniz:)

Atatürk’ün ziyareti sırasında konakladığı otel hemen girişte yer almakta. Restore edilmiş ve Atatürk’ün bu otelde kaldığını belirten bir plaka çakılmış girişine. Zaten buradan döndükten sonra Yalova Termallerinin kuruluş emrini vermiş Atatürk. Ama biz burasını Yalova Termallerine göre daha etkileyici ve temiz bulduk. Termal merkezin başladığı noktadan itibaren uzunca bir yürüyüş yolu var. Buralarda da 2-3 metrede bir değişik sıcaklık derecelerindeki şifalı suların aktığı çeşmeler. İbrik tarzı kupalar satın alıyor, buradaki çeşmelerden doldurarak içiyor, uzun yolda bolca yürüyüş yapıyor ve en sonunda da boşaltım sisteminizin rahatlaması adına tertemiz tuvaletlerde mola veriyorsunuz. Olay budur arkadaşlar:)) Suların sıcaklıkları 72 dereceye kadar çıkabiliyor ve benim denediğim 3 çeşmeden akan suların tatları birbirinden oldukça farklıydı: Biri acayip tuzlu geldi mesela, bir diğeri de bir miktar soğuduktan sonra aynen bizim çeşme sularına benzedi. Bu arada bahsetmeden geçemeyeceğim: Bu ülkenin suyundan sebep zannediyorum saçlarımız ve cildimiz muhteşem oldu 4 gün! Zaten Çek kızlarını ve ciltlerini, bir de tabi boylarını gördükten sonra “Sulak yerde yetişme” ile ilgili sözlerimizin doğruluk payı olduğuna kanaat getirdik. Üstüne üstlük bu su bir de boy uzatmakla kalmayıp cilde ve saçlara çok iyi geliyor, daha ne olsun:)

İşte böyle.. Alice’imin Harikalar Diyarı Gezisi böyle bir gezi oldu. O mutlu oldu, biz mutlu olduk. Bolca güldük, gezdik, yürüdük, keşfettik, hayran kaldık, satın aldık, yedik, içtik, içtik, eleştirdik, beğendik.. Böylece bir yolculuğun sonuna geldik, evimize kavuştuk. Nerede olursam olayım evime dönüşümü özlemle bekliyorum o ayrı:) Diyeceğim gidin Prag’a. Ama becerebilirseniz ve gücünüz yeterse Four Season Otelinde kalın. Anısı var bizde, anlatamam ama:)) Şehrin en güzel oteli, hatta balayı oteli:))

**Sonra siyah biralarından deneyin. Burada anlatamadığım Yahudi Bölgesi ve mezarlığını görün. Kale’den şehre seyre dalın, bol bol fotoğraf çekin. St. Vitus Katedrali’nin içini gezin, çenenizi toparlayın yalnız çıkmadan önce:)) Zira ağzınız beş karış komik olabilirsiniz, ben olmuştum ordan tecrübeliyim:)) Bacak kaslarınıza güveniyorsanız 287 basamak aşıp katedralin gözetleme kulesine çıkın. Ekmekleri çok lezzetli Çeklerin, değişik ekmeklerinden deneyin. Mutlaka en az bir klasik müzik konserine gidin, güzel klasik müzik CD’lerinden alın. Bir de fiyatlar konusunda aydınlatayım. 1 Euro yaklaşık 30 Çek Kronu (KC). 100 Çek Kronu ise yaklaşık 6,5 YTL. Biralar 35-55 KC, Kahveler 50-80 KC. Konserlere giriş için minimum 300 KC, maksimum 600 KC ödüyorsunuz. Pizzalar 140-180 KC arası. Sandwichler mesela 40-50 KC. Tuvaletler ücretli, şehir merkezindekiler 10 KC, Karlovy Vary’dekiler 6 KC idi. Genel anlamda oldukça ucuz bir şehir diyebilirm.. Hadi bakalım, artık gerisi size kalmış:)) ***