Keyif ve Lezzet Durakları Konulu Yazılar

MSA’da “Ayfrost” Etkinliği

imgeveben

Geçtiğimiz bir kaç gün önce adını hep duyduğum bir yerde –Mutfak Sanatları Akademisi (MSA)– adını ilk defa duyduğum bir gıda şirketinin –Ayfrost– etkinliği için buluştuk İmge ile.

Sabah 10.00’da başlayan etkinlikten çıktığımızda saatimiz öğlen 13.15’i gösteriyordu. Bu üç saat boyunca MSA’nın bu tarz workshop ve etkinlikler için düzenlemiş olduğu giriş katında yer alan; etrafı camlarla, içerisi de çalışmaya hazır halde fırın, evye, ocak, tencereler, tavalar, spatula ve bilumum mutfak malzemesi ile çevrili pek konforlu bir mutfakta ikili gruplar halinde yirmi kişi üç çeşit yemek ve bir de tatlı yaptık.

msa-mutfak

Günlük hayatımızda evimize donmuş bir ürün girmemesine gayret ediyoruz. Daha önce de bahsettiğim üzere bir süredir İpek Hanım’ın Çiftliği‘nden organik, taze, yediğinizde çıtır çıtır, kıtır kıtır sesler çıkaran, kokladığınızda misler gibi kokan sebze ve meyveler alıyorum. Mevsiminde en iyi olan sebzeleri özellikle biraz fazla alıp, yıkayıp-temizledikten ve kuruttuktan sonra buzdolabı poşetlerinde kendim donduruyorum. Şu an derin dondurucuda -kapasite azlığı sebebiyle- bir paket barbunya, bir paket taze fasulye, iki paket dolmalık biber, brokoli ve börülce var (Annecim okusa şunu gözleri dolardı eminim).

risotto

Dondurulmuş ürün piyasasına 2000 yılında ihracat ağırlıklı bir şekilde girmiş olan Ayfrost’un etkinliğinde ilk olarak “Vişne Soslu Limonlu Cheesecake“, ardından sırasıyla “Zeytinyağlı Barbunya“, benim bayıldığım, fakat her zaman güzelini yemenin çok da kısmete bağlı olduğu “Karides ve Midyeli Risotto” ve “Kağıtta Palamut” yaptık. İtiraf etmeliyim ki bu yaşıma dek hiç cheesecake yapmamıştım! İmge ile birlikte önümüze ölçülmüş bir şekilde hazırlanıp gelen malzemeleri, şefimiz Hakan Şen‘in direktifleri ile teker teker ekleyerek, karıştırarak ardı ardına çıkardık yemekleri ve bir kısmını da afiyetle yedik Kayra Vintage’lar eşliğinde 😉

Her şey elimizin altında hazır ve nazırken mutfakta yemek yapmak elbette ki oldukça konforlu. Ayfrost markası ürünler kullanmamız da bu konforu biraz pekiştirdi. Neden mi? Örneğin bir kutu donmuş barbunya geldi önümüze. Kutuyu açtığınızda içinden ayıklanmış ve -40 derecede dondurulmuş bir paket barbunyanın yanı sıra, bir minik paket soğan ve bir minik paket domates çıktı. Yani sadece barbunya değil, yancıları da pakette! Diğer bir örnek de palamut kutusunu açtığımızda karşımıza çıktı: Aynı şekilde bir paket dondurulmuş takoz palamut, bir paket de domates, soğan ve yeşil biberden oluşan garnitür karşımı da yine elimizin altındaydı. Bu açıdan yoğun çalışan ve zamanı kısıtlı kadınlar için kolaylık sağlayabilir gibi geldi bize.

Bir de bahsetmeden geçemeyeceğim, markanın kutular üzerindeki görselleri ve kutuların tasarımını çok beğendik.

ayfrost-ürünler

Çok eğlendiğim, keyifle yemek yaptığım ve püf noktaları (özelikle risotto pişirirken) öğrendiğim bir etkinlikti. Aşağıda yaptığımız yemeklerden en çok istek alan ikisinin tarifleri var 🙂 Şimdiden afiyet olsun.

Karides ve Kum Midyeli Risotto:

(2 kişilik) Hazırlama süresi: 12-15 dakika

Malzeme olarak yarımşar paket Ayfrost Karides ve kum midyesi

200 gram arboria pirinci

Yarım kuru soğan, 1 litre sıcak tavuk suyu, 100 ml beyaz şarap, 30 gram rendelenmiş parmesan peyniri, tereyağ, zeytinyağı, tuz ve karabiber

Pişirme şekli:

Zeytinyağını tencereye alıp soğanları pişirdik. Ardından arboria pirincini şeffaflaşıncaya kadar çevirdik (İlk püf: Risotto için kullanılan arboria pirincini yıkamadan kullanmak lazımmış)! Beyaz şarap ilave edip, birkaç dakika çekinceye kadar karıştırdık. Ardından birer kepçe şeklinde, orta dereceli ateşte, tavuk suyu ekleyerek karıştırmaya devam ettik. Ortalama iki dakikada bir kepçe tavuk suyu ekledik (İkinci püf: Kepçe kepçe sıcak tavuk suyu ekliyoruz ve hızlı hızlı, pirinçler dişe gelecek şekilde kalsın diye karıştırıyoruz). Beşinci kepçeye geldiğimizde, diğer ocakta az zeytinyağı ile sotelediğimiz kum midyesi ve karidesleri de pirince ekledik. Bir kepçe daha tavuk suyu koyup pirinçler kremamsı bir kıvamda olunca ocaktan alarak içerisine bir tatlı kaşığı tereyağı ve parmesan peyniri ilave edip; tuz ve karabiberle tatlandırdıktan sonra tabaklara aldık.

Vişne Soslu Limonlu Cheesecake:

(5-6 kişilik) Pişirme süresi: 40-45 dakika

Malzeme olarak üç limon kabuğu rendesi, 10 ml limon suyu, 600 gram labne peyniri, 150 gram toz şeker, bir yumurta sarısı ve üç adet yumurta, 15 gram un ve 40 ml krema kullandık.

Tabanı için bir buçuk paket Eti Burçak bisküvi ve 130 gram tereyağı kullandık (Burada tereyağ yoğunluğunu görünce içim sızım sızım sızladı)!

Vişne sosu için de çeyrek paket Ayfrsot donmuş vişne, 50 gram toz şeker ve 50 ml su kullandık.

Taban kısmını hazırlamak oldukça kolay. Tereyağı ve bisküvileri rondoda ufaladık ve tart kalıbının içerisine yerleştirip, elimizle bastırıp düzelttik. İç harcı için tüm malzemeleri teker teker ekleyerek bir karışım elde ettik ve bisküvi ile hazırladığımız tabana dökerek 140 derecede 40 dakika kadar pişirdik. Sosunu hazırlayıp püre haline getirdik ve cheesecake ile birleştirdik 🙂

Ankara Günlüğü

party-01

Bluzum: OffNeGiysem by Mija

Kolyem: Iconjane by Mija

Saçlar: O güne özel afro 🙂

Alçı ayağımdan çıkar çıkmaz soluğu Ankara’da aldım! Ankara’nın bana hediyesi birbirinden özel dost ve arkadaşlarımı görmek için sabırsızlanıyordum zira. Her gittiğimiz yerde sevdiğimiz insanlarla çevrili olarak hayatımızı sürdürebilmek, bizim sevgili kocamla en büyük hayalimiz. Ankara’da olduğum dört gün boyunca da özlediklerimle bir arada olabilmek adına yoğun bir sosyal trafik yaşadığım doğrudur.

Ankara denince, benim gibi bir çok arkadaşım da bana katılacaktır, Kıtır‘ın yeri ayrıdır. Ankara’da yaşadığım on sekiz yıl boyunca kah müdavimi oldum, kah ara verdim hiç uğramadım; ama Kıtır hep hayatımda oldu. Kıtır’da bir buluşma esnasında bizim masamızı görmeniz lazım. “Işığı gören geliyor” misali 🙂 Ki buna, bu spontan sosyalleşme anlarına bayılıyorum! Sonra ÜstKat var mesela, Kıtır‘ın hemen üstü. Orada özellikle son birkaç yılımın hayal kırıklıklarını, kalp ağrılarını, mutluluklarını, hatunca yapılan dedikodularını, kutlamalarını bırakmışımdır kesin. Arada her uğradığımda ne çok şey hatırlıyorum son yıllarda değişen hayatımın akışına ilişkin burada, inanılmaz!

Sonra başka bir ekip ile özellikle müziklerine, ortamına ve kokteyllerine tav olduğum “güzel insanların mekanı” Gaga Manjero‘da minik bir buluşma gerçekleştirildi. Kız arkadaşlarımla ayrı bir Tunalı Balıkçıköy seansı yapıldı. Neredeyse aylardan sonra ilk defa üçüncü dubleyi gördüm rakı içerken! O kadar azaltmışım ki alkolü OneLifeBeFit diyeli 🙂 Benim için yeni bir mekan olan Beymen’in alt katında açılmış La Gioia ve eskiden dostlarımla birlikte zamanımızın uzunca bir kısmını geçirmekten hep keyif aldığımız Cafe Linsin GOP’taki yeni şubesi de bu dört güne sığdırdığım mekanlardan oldular.

Hatırlayanlarınız olacaktır, ben son beş yıldır sevgili arkadaşlarımın organize ettikleri, bu yıl itibariyle 13.sünü gerçekleştirdikleri “Geleneksel Şapka Partisi“ne katılıyor ve burada da paylaşıyorum. 2009 yılında katıldığım partiyi detaylı yazmıştım. Buradan okuyabilirsiniz. Bu yıl yine hem uzaklarda yaşayan sevdiğim insanları görmek, dans etmek, erkenden yeni yıl ruhunu yaşamak, hem de şapkaları puanlarken eğlenmek için yanıma Ankara’mda bıraktığıma en çok sızlandığım iki can dostumu; Nato ve Tolu’yu da alarak katıldım. Her ne kadar katılım biraz düşük olsa da geçmiş yıllara göre, otuz beş kişiydik. Parti sonrası kısa bir Manhattan ve Farabi Sokağın köşesindeki meşhur köfteci ziyareti de gerçekleştirerek  “Özlenen Mekanlar“ı tavaf sürecini başarıyla tamamlayıp evime döndüm, sevgilimin yanına.

Bu seyahatimin Ankara mekanlarına ilişkin yorumlarımı, ilgileniyorsanız tabi, sağ sütunda yer alan YELP profilimde takip edebilirsiniz 🙂

Döner dönmez ayağımın tozu ile güzel bir etkinliğe katıldım bu arada. Benim vazgeçilmez terapi, meditasyon aracım olan yemek yapma eylemini gerçekleştirdiğimiz bir etkinlik düzenlendi  Mutfak Sanatları Akademisinde. Yarın yazıp paylaşıyor olacağım tecrübelerimi ve yaptığımız yemeklerin tariflerini 🙂

 

Londra Keşifleri II

me-myself-london

Londra’daki son günümüzü ve gecemizi efektif bir şekilde geçirme niyetiyle şöyle bir plan yaptık. Sevgilim beni, daha önceki gelişimde görme fırsatı bulamadığım “Camden Town“a götürecek, ben de onun daha önce gidip görme ihtiyacı hissetmediği “Nothing Hill” ve “Portobello Road“a götürecektim onu! Plan güzel başladı ve bir sürprizle taçlandı. Şöyle ki gündüz saatlerinde harika bir operasyonla burnumuzun dibindeki Dominion  Tiyatro’sunda gösterimde olan “We Will Rock You” müzikaline iki biletimiz oluverdi birkaç dakika içerisinde 🙂 Londra’daki ilk müzikalim!

Önce “Camden Town”da “Camden Town Market” gezisi. Pek sevdiğim ve çok erken kaybedişimize üzüldüğüm Amy Winehouse’un da yaşadığı yer olan bu semt inanılmaz enteresan bir yer. Alış veriş ve eğlencenin merkezi. 1000’in üzerinde irili ufaklı dükkan, mağaza ve tezgah var burada. Bir taraftan çok renkli, karışık, marjinal; diğer taraftan sanatçıların, yerli ve yabancı turistlerin göz bebeği. Hiçbir yerde görüp bulamayacağınız enteresanlıkta kıyafetler, aksesuarlar, dövme ve piercing dükkanları var. Bir çok ünlü grup üyesinin buradaki mağazalardan sahne kıyafeti ve aksesuarı aldığını öğreniyoruz.  Sanırım Londra’da yaşasam her dönemi yad edeceğimiz bir kıyafet partisi organizasyonu yapabilirdim evde! Burada bulamayacağınız bir şey olacağını sanmıyorum. Yolda yürürken simsiyah giyinmiş, siyah makyajlı bir rocker da görüyorsunuz, mavi saçlı punk bir genç kız da! Ayrıca kendi yaptığı el emeğini satan bir sürü sanatçının standının başından da ayrılmayacağınızın garantisini veririm. Birbirinden güzel Londra fotoğrafları ile hazırlanmış tablolar, saat ve bilgisayar parçalarından yapılmış kolye ve küpeler, ahşap yontularak ortaya çıkarılmış telefon ve ipad kılıfları ve daha nicesi!

camden-town-market,camden-town-market-01

Bir de kocaman başka bir pazar vardı ki “Camden Town Market” çevresinde burada inanılmaz bir alış veriş yaptım! “Stables Market“, eski ahırlardan bozma bir çarşı. Burada da oldukça fazla sayıda vintage kıyafet ve aksesuar bulabileceğiniz mağazalar var. İçinde ve çevresindeki devasa at heykellerini görünce anlayın ki doğru yerdesiniz 🙂 Sadece vintage dükkanlar değil, aynı zamanda yeme-içme üzerine de çok çeşitli alternatiflere rastlayabilirsiniz. Burada dolaşırken ilgimi çeken ve sadece deri kıyafetler, ceketler satan bir vintage dükkanından hayatımda yaptığım en  iyi alış verişi yaptım ve sadece 10 pound ödeyerek %100 deri, gri-mavi renkte bir ceket aldım 🙂 Aslında deri eteklerin yer aldığı bölümde de kendimi kaybettim, lakin hem ortamın ısısından hem de uygun bedende bir şey bulamadığım için üzülerek ayrıldım dükkandan! Bir sonraki gidişimde burada sadece alış veriş için bir tam gün ayıracağıma kendime söz verdim fakat. (Ceketimi her gün sevip okşadığım doğrudur 🙂 )

stablesstables-01

Buradan zorla ayrılıp “Nothing Hill”e doğru gezimize devam ettik o gün. Bu defa iki katlı, klasik kırmızı otobüsleri kullandık. Böylece bir ilk daha gerçekleştirerek, geçtiğimiz sefer kısmet olmayan otobüs turunu da yapmış oldum. “Nothing Hill”  bölgesi, özellikle “Portobello Road” benim severek, keyifli vakit geçirdiğim başka bir bölge. Her ne kadar özellikle hafta sonları kurulan antika pazarını görememiş olsak da, yol boyunca çok güzel bir meyve-sebze pazarına ve yol kenarındaki dükkanların kapı önlerindeki stantlarında yer alan minik antika eşyalar, taze çiçekler ve çok hoş aksesuarlara ilişkin sergilenen parçalara rast geldik. Semtin adıyla anılan filmdeki park ve kitapçıyı bulmayı da ihmal etmedik. Gösterişli Viktoryen tarzda evleri ile kozmopolit ve prestijli bir yer “Nothing Hill”. Huzurlu, sakin caddeleri, arnavut kaldırımlı sokakları var. O evlerden birkaç tanesini beğendik, hayal kurduk bile “bizim olsaydı acaba…” diyerekten 🙂

nothing-hillnothing-hill-01

portobello-road-o1

Buradan atladık metroya ve ver elini “Little Venice” kanalı, “Warwick Avenue“. Önceki kaldığım semt. Öğleden sonra içkisi için sevdiceğimi elinden tutup zamanında benim vakit geçirmekten çok keyif almış olduğum kanalın hemen yanındaki “The Waterway” adlı mekana götürdüm. (Mekan değerlendirmesini yine yan taraftaki YELP profilim üzerinden görebilirsiniz). Bu mekanın benim için kendisini hep özel kılacak bir tarafı var. Nedir bilemiyorum ama burada terasta oturmaktan, bir kadeh şarap içmekten ve kanal üzerinden gün batımını izlemekten çok keyif alıyorum. Şuraya tıklarsanız eğer, fotoğraf galerisinden mekanın keyif aldığım terası ile siz de tanışabilirsiniz 🙂 Adeta minyatür Venedik kanalı edasıyla bir sürü tekneye ev sahipliği yapan, çevresinde bir koşu-yürüyüş parkuru ve yemyeşil kocaman parkları olan bu kanal aynı zamanda metro istasyonuna iki dakikalık mesafede!

little-venicelittle-venice-o1

Keyifle geçirdiğimiz günümüzü tamamlamak için kaldığımız otelin yolunu tuttuk artık akşamüstü saatlerinde. Saat 19.30’da başlayacak müzikal için yerimizi aldık on dakika öncesinden Dominion‘da. Çok kalabalıktı “We Will Rock You” müzikali o gün. 10 yıldır sahnelenen bir müzikal olması ilgiyi hiç azaltmamış. Ben ki zaten çocukluğumdan beridir her türlü müzikali büyük bir heyecan ve mutlulukla izlerim, müzikal cenneti olan bir şehirde böyle bir tecrübe beni aldı götürdü diyebilirim. Youtube’da bulunan müzikale ait parçaların seslendirildiği videolarda bizim o akşam seyrettiğimiz kadro yok. Ama temin ederim ki, o gece bizim izlediğimiz kadrosu bence diğerinden çok çok daha başarılı. Muhteşem ve unutulmaz grup Queen’in en güzel şarkılarından oluşturulmuş, Ben Elton’ın kitabından uyarlanmış müzikalde müziğin, şarkı söylemenin ve müzik aletlerinin yasaklandığı, herkesin aynı giyinip, aynı düşünmeye zorlandığı, baskının hakim olduğu, Killer Queen karakterinin egemenliği altında sorgulamadan, düşünmeden, bilgisayar odaklı yaşayan topluluğun arasında var olma savaşı veren bir grup bohem gencin hikayesini anlatıyor.

Müzikal Innuendo ile açıldı, I Want to Break Free, Under Pressure, I Want it All, Crazy Little Thing I Love, Who Wants to Live Forever, Don’t Stop Me Now, Another Bites to Dust ile devam edip, We Will Rock You, We Are the Champions gibi muhteşem şarkılarla son buldu. (Bunlar sadece bir kısmıydı tabi). Bazı şarkılarda tempo tutup, çığlık çığlığa söylediğimiz doğrudur 🙂 Kesinlikle görün diyebileceğim, harika bir tecrübeydi. Umuyorum daha bir çok defa Londra’ya gider, diğer birbirinden ihtişamlı müzikal prodüksiyonlardan birkaçını daha görme fırsatım olur.

Ve işte Londra macerası da burada, bu şekilde -şimdilik- sona erer:)

**Bu arada bugün sabah saatlerinde spor yaparken büyük bir talihsizlik sonucu sağ ayak tarak kemiğimi kırarak, ayağımı 3-4 hafta alçıya aldırmış bulunmaktayım! Avrasya Maratonunda koşamayacak olduğum için çok üzgünüm. Umuyorum en kısa zamanda ayağa kalkar, kaldığım yerden antrenmanlarıma devam ederim. Zira benim gibi yerinde duramayan biri için hareket kabiliyetinin kısıta girmesi çok fena 🙁 **

we-will-rock-uus-in-london

Londra Keşifleri I

big-ben

*Gün batımında Parlamento Binası ve Big Ben*

Beş yıl önceki bir haftalık Londra seyahatimde gezilmesi gereken tüm turistik yerleri gezmiş; köprüsüydü, müzesiydi, parkıydı gün boyu dolaştıkça dolaşmış ve tüm yaşadıklarımı da burada, şurada ve dahi şurada üç bölüm halinde anlatmaya çalışmıştım. Bir hafta kaldığım için de tüm bunları yapmak bir sorun olmamıştı benim için o zaman.

Şimdi gelelim son seyahat notlarımıza:

Londra özellikle inanılmaz yaygın ve çok güzel işleyen metro sistemi ile ulaşımın sizin için bir sorun teşkil etmeyeceği düzenli, tertipli bir şehir. Biz de hava müsaade ettiği sürece ve “Merkez Londra” denilen bölgede kaldığımız için hep yürüyerek dolaştık bu güzel şehri üç gün boyunca (Evet, Londra şehir olarak çok güzel bir şehir kanımca. Sokaklarında yürümekten, park ve bahçelerinde soluklanmaktan; etrafı, binaları, estetiği seyretmekten, mekanlarında keyif yapmaktan, insanlarıyla sohbet etmekten hiç sıkılmayacağım bir şehir)!

İlk günümüze Londra’nın dibindeki “Kingston-upon-Thames“te yaşayan sevgili arkadaşlarımızın evlerine konuk olarak başladık ve bizim için hazırlamış oldukları zarif sofralarında Türk-İngiliz sentezi ile hazırlanmış güzel ve doyurucu bir kahvaltı yaptık. Sohbeti bir noktada evde sonlandırıp Thames kıyısına yürüyüşe çıktık ve yelken yapan, koşan insanlar arasında (Çoğunlukla bendeniz iç geçirerek)! merkeze kadar geldik. Pazar günü olmasından sebep, çevre alışveriş yapan insanlarla doluydu. Arabaya atlayıp iki güzel parka daha gittik sonrasında: İlki “Bushy Park“, diğeri ise “Richmond Park“. Bu parklarda koşan bir sürü insan vardı, hafif çiseleyen yağmura rağmen (Bir süredir koştuğum için gittiğim her yerde koşan insanların varlığına, fazlalığına, koşabildikleri alanların sonsuzluğuna takılmaktan kendimi alamıyorum)! Bushy Park, 445 hektarlık alanı ile ikinci büyük kraliyet parkı Londra’nın. İnanılmaz bir bitki ve hayvan çeşitliliğine (280 çeşit canlı) de ev sahipliği yapıyor. Bu canlılardan bizi en çok şaşkınlığa uğratan ise ihtişamlı boynuzları, cüsseleri ve gürleyen sesleri ile geyikler oldu. Zira Bushy Park, bir geyik parkı imiş aynı zamanda! Düşünsenize bir sürü insan, çoluk çocuk parkta bu geyikler ve aileleri arasında yürüyüş yapıyor, koşucular geyiklerin yanından koşarak geçiyor. Tüm hayvanlar özgürce parkta dolaşıyor! Diğer park, Richmond Park da bünyesinde geyikleri barındıran, araba ile neredeyse beş dakikalık bir mesafede Bushy Park’a. Orası da inanılmaz büyük, yeşil ve harika bir park!

bushy-park-red-deer

*Bushy Park’taki o muhteşem geyiklerden birisi*

Parklardaki gezintimizi bitirdiğimizde içimin cız ettiği gerçeğini paylaşmama izin verin lütfen. Çünkü ulaşımın yer altında geliştirilerek yer üzerini büyük metrekarelerle park ve bahçelere ayıran Londra Belediyesi ile ODTÜ ormanlarını bir gecede ezip geçen Ankara Belediyesi ve İstanbul’da küçücük ve gerçekten şu gördüğüm tüm parklara oranla az yeşil, az ağaçlı ve aslen gayet vasat bir park olan Gezi  Parkı’na aylarca ettiğini bırakmayan İstanbul Belediyesi’ni karşılaştırmaktan bir saniye uzaklaşamadım. Kraliyetin koruması altında onlarca devasa parkı, içlerindeki canlı çeşitliliğini, ücretsiz şezlonglarını-banklarını, çiçekleri, koşan-oynayan çocukları, piknik yapan, koşan, güneşlenmeye çalışan insanları gördükçe de bizim belediyecilik mentalitemize içimden de dışımdan da söylenmeye devam edeceğim. Ta ki biri çıkıp mucizeyi gerçekleştirinceye kadar!

*Geçenlerde sevgili Bahar Akıncı’nın Moskova seyahati sonrası yazdığı “Sen İstiyor Dünya Şehri Olmak Yiyecek Daha 40 Fırın Ekmek” isimli yazısını da okumanızı tavsiye ederim bu serzenişimin üzerine!

Park ve yeşilliğe doyduktan sonra midelerimizi şenlendirme vakti de gelip çatınca sevgili arkadaşım Ayşegül bana şu alternatifleri sundu. Harika bir İtalyan, sevimli bir İspanyol, lezzetli bir suşici ve pek eğlenceli bir Meksikalı! İngilizlerin her şeyi var, iki şeyleri yok dostlarım: biri mutfakları, diğeri yaz mevsimleri! Listeden pek eğlenceli Meksikalı seçeneğini seçtik ve doğruca kaldığımız yer olan Soho’daki şubesine gittik “Wahaca“nın.

Wahaca çok özel bir mekandı benim için. Neden mi? Öncelikle sayısız tekila, kokteyl ve Meksika birası var içki menüsünde.  Yiyecek menüsü çok güzel tasarlanmış, Amerikan servisi şeklinde ve tek sayfa ki, az ve öz çeşitler menülerde benim en takdir ettiğim şeylerin başında gelir. Dekorasyon çok ferah, kalabalık bir mekan ama sizi hiç yormayacak şekilde bir ambiyans yaratmışlar mekanda, kullanılan aydınlatmalar enerji tasarrufuna yönelik. Bir diğer güzelliği mekanın; çevreci, sivil toplum örgütlerine, fikir ve kampanyalara destekçi olup bunlara ilişkin her detayı gerek mekanda gerekse menülerinde yansıtmaları. Mesela “Streetfood Specials” başlığı altında her sezon ana menüye ek olarak paylaştıkları iki yemekleri var ve bunlardan sipariş ettiğinizde bu yemeklere ödediğiniz ücretin 20 pence’i Meksika’da ailesi sokakta yaşayan ve çalışan çocukları korumaya, eğitmeye yönelik kurulmuş olan EDNICA adlı yardım kurumuna bağış olarak gidiyor. Bir de yiyeceklerden kalan artıkları başka bir oluşuma, “The Pig Idea“ya gönderiyorlar. Yediğimiz tüm yiyecekler, içtiğimiz margarita lezzetli ve kararındaydı. On bir şubesi olduğu için mutlaka birine denk düşürebilirseniz yolunuzu, anlattıklarımı daha iyi anlayacaksınız sanırım 🙂

breakfast-club

*The Breakfast Club’daki kahvaltı tabaklarımız.*

Ertesi gün kahvaltı için uzundur aklımda, listemde olan “The Breakfast Club“a gittik. Buraya ilişkin yorumlarımı yan taraftaki YELP profilimde anlattım. Merak ederseniz oradan okuyabilirsiniz. Wahaca’nın notlarını oraya eklememiş olmamın nedeni internet bağlantımızı birkaç saat süreyle bu mekanda kaybetmiş olmamızdan sebep check-in yapamamış olmamdır 🙂

Kahvaltımızı bitirip önce çevrede biraz dolaşarak nostalji yapıp, sonra da alışveriş mağazaları ve kafelerle dolu 13 sokaktan oluşan “Carnaby Street“e gittik. Burada “The Great Frog” adlı aksesuar mağazasında hem sevgilimin hem de benim çok büyük takıntımız haline gelmiş olan kuru kafalı mücevher ve aksesuarları inceleyerek göz banyosu yaptık ve bu markayı takibe aldık! Sonra da daha önceki sefer kısacık ucundan gezindiğim “Covent Garden“a uğradık ve bu defa tüm sokakları, dükkanları dolaştık, harika bir klasik müzik konseri dinledik, kahve molası verdik.  Sonra klasik rotaları takip ederek “Trafalgar Meydanı“ndan “Parlamento Binası“na yürüyerek “Big Ben” çevresinde fotoğraf çektik. Özellikle gün batımına yakın Thames kıyısından burasının manzarasına doyum olmuyor. “London Eye” ve çevresindeki kalabalıktan hemencecik sıyrılıp yürüyüşümüze devam ettik. Bir zaman sonra yağmur hızını o kadar arttırdı ki kaçıp sığınacak bir yer ararken karşımıza bir anda çıkıveren bir Irish Pub’a attık kendimizi. Nedense ben bu tarz -aslen bir özelliği olmayan- publarda yanımdakiyle güzel vakit geçiriyorum. İngiltere’de olunca birasever sevgili kocamın “Ale” deneme turlarında kendisine bir miktar eşlik ettim tabi ben de. Bulunduğumuz pub, Londra’nın en taze ve pastörize edilmemiş Guiness’ine ev sahipliği yapınca ondan da tatmadık dersem yalan olmaz! Velhasıl akşam üstü saatlerinde işten çıkanların yavaş yavaş doldurmaya başladığı mekanda hava iyice ısınınca biraz nefes almak için kapının önüne çıktım ve yirmi beş kişilik yağmurluklu bir koşan ekip gördüm. “Vay anasını” dememe kalmadı, yine o yağmurda bir sürü bisikletli insanın trafikte rahat bir şekilde gideceklere yere ulaşmaya çalıştıklarına şahit oldum.

london-eye

*London Eye ve Thames Nehri*

london

O akşamki son uğrak noktamız bir caz bar oldu. Tavsiye üzerine, yine semtimizin yakınlarında bulunan, “Ronnie Scott’s Jazz Club“a girdiğimizde program henüz başlıyordu. Her Pazartesi Akustik Caz programı yapan Renato D’Aiello’ya her seferinde farklı bir solist eşlik ediyormuş. Çok hoş, hafif loş bir ortamda dinlediğim tüm programdan inanılmaz keyif aldım. Zaten hafiften çakırkeyif geldiğimiz kulüpte bir de en güzel parçalardan sololar falan dinleyince ben çok güzel oldum o akşam 🙂 Burasını da güzel bir keşif olarak tavsiye edebilirim.

Biliyorum artık insanlar internette bloglardan uzun uzun yazılar okumaktan sıkılıyorlar ya da zaman bulamıyorlar! Elimden geldiğince kısa anlatmayı hedeflemekle birlikte baktım ki bu yazım da yine aldı başını gitti. Bu sebeple sıktıysam sizi kusura bakmayın lütfen ve Londra Keşifleri II için bir sonraki yazıyı okuyun 🙂

Hayırlı Bir İş İçin Gidilen İngiltere Seyahati!

Bournemouth pier

Çok sevdiğim, benim için değerli, yıllar boyunca bir sürü iyi-kötü olayın üstesinden birlikte geldiğimiz, uzaklara da gitsek birbirimizden bir şekilde hiç kopamadığımız sevgili dostum Evren’in düğün törenine katılmak üzere İngiltere’ye gideceğimiz birkaç ay öncesinden belliydi! Yıllar önce şurada anlatmaya başlayıp, şuraya ve şuraya da taşıdığım ilk Londra seyahatimde de Evren’e misafir olmuştum belki hatırlarsınız (Bu tecrübeme ilişkin yazıları bağlantılardan okuyabilirsiniz).

Bu seyahatimizde önce Evren ve Mark’ın yaşadığı yer olan Southampton‘a, sonra düğünün gerçekleşeceği Winchester‘a gidecek; dönmeden önce de Londra‘da üç gece dört gün geçirerek seyahatimizi tamamlayacaktık. Londra sevgilimin yıllar boyunca defalarca gittiği, çok sevdiği, bu sebeple de avucunun içi gibi bildiği bir şehir olunca o son dört gün de tadından yenmez ve bol aksiyonlu geçti 🙂 Bir sürpriz de Evren’den geldi ve bir günümüzü de onun ve Mark’ın sayesinde Bournemouth‘da geçirdik. Bir haftaya bayağı yolculuk, mekan, koşturma, düğün, yeme-içme sığdırarak döndük anlayacağınız 🙂

Bournemouth-cabins

İngiltere’nin güneyinde yer alan Bournemouth, upuzun sahili, plajları; bizim göremediğimiz gece hayatı ile meşhur bir şehirmiş. Bizim gittiğimiz gün hava çok güzel, güneş ışıl ışıldı. Sahilde uzun yürüyüş yapıp güzel bir mekanda soluklanarak bir şeyler yedik içtik. Ben, geçen sefer denemediğim “fish&chips” olayına burada girdim. Burada dikkatimizi çeken şeylerin başında etrafta çok fazla yaşlı, hakikaten yaşlı ve engelli insanların varlığı oldu desem yalan olmaz. Elektrikli-tekerlekli sandalyeleri, bastonları, tutamakları ile sahilde gezinen, yürüyüş yapan, hatta el ele yaşlı çiftler gördük (O yaştaki bu dinçlik, bu azim beni çok etkiledi. Tanrı uzun ömür verirse bana ve ben de o yaşları görebilirsem, bu kadar dinç ve ayakta kalmak, yine hep dışarılarda olmak istiyorum). Bir de sahilde ister dönemsel, sezonluk; ister hafta sonu için kiralanan rengarenk kabinler çok hoştu. Tek bir gözden oluşan kabinlerin içerisinde iki şezlong, bir minik masa, ufak bir tezgah, elektrikli ısıtıcı ve ocak bulunuyormuş. İçerisinde kalması, yatması mümkün değil. Sadece kapısını açıp şezlong ve masayı dışarı çıkartıp ayaklarınızı uzatıp, kabinin önündeki alana minik veranda muamelesi yapıyorsunuz. Sahil boyunca görüntü çok güzeldi kabinlere ait.

Günü birlik Bournemouth gezintisi sonrasında Southampton‘a döndük. Çevreyi keşfe çıktığımız gün yağmurlu ve oldukça soğuk bir gündü. İngiltere vatandaşlarının olmazsa olmaz eşyaları şemsiyelerden bir tane de biz edindik (Ve biz Londra’dan dönene dek o şemsiyeyi hiç bırakmadık ne yazık ki)! Southampton, güney sahilinin en büyük liman şehri. Dolayısıyla oldukça büyük gemilere, cruiselara ev sahipliği yapan bir limanı var. Merkezde ise 800 yıllık tarihi “Bargate” kapısından geçerek “Old Town”a giriyorsunuz. Burada “Tudor House & Garden” görülesi bir mekan. Şehir zamanında Jane Austin’e, William Shakespeare’a ev sahipliği yapmış. Sokaklar, binalar hala eski dokusunu muhafaza ediyor bu bölgede. Sakin bir şehir. Oldukça işlek bir tren istasyonu var. İnsanlar burada yaşıyor ve bir buçuk saat uzaklıktaki Londra’daki işlerine trenle gidiyor mesela. Trenler konforlu.  Ulaşım, her Avrupa şehrinde olduğu üzere tıkır tıkır işliyor! Olur da bir şekilde yolunuz Southampton’a düşerse, bizim çok keyif aldığımız bir mekan olan Turtle Bay‘i not düşmek isterim buraya. Kendisi bir Karayipler restoranı 🙂 “Happy Hour” saatlerinde bir kokteyl ücretine iki tane içiyorsunuz. Denediğimiz tüm kokteylleri çok başarılı bulduk. Yemekler bol baharatlı ve benim çok sevdiğim üzere tatlı-ekşi soslu. Meyvelerle et yemeklerini bir arada sevdiğim için kesinlikle bana hitap etti diyebilirim.

Winchester streets

Cumartesi günü sabah erkenden bir taksiye atlayıp düğünün gerçekleşeceği tarihi şehir Winchester‘a on beş dakika içinde ulaştık. Winchester İngiltere’nin eski başkentiymiş ve savaş sırasında bombardıman görmemesinden sebep, tarihi dokusunu tastamam korumaktaymış. Düğün için seçilme nedenlerinin başında da bu geliyor. Daracık sokaklı, arnavut kaldırımlı, şipşirin bir yerdi Winchester. Avrupa’nın en büyük katedrallerinden birisi olan ve ünlü yazar Jane Austin’in de mezarını barındıran 900 yıllık “Winchester Katedrali” ise görülmeyi hak eden bir yapıydı. Ayrıca Kral Arthur’un şövalyeleri ile toplandığı meşhur “Yuvarlak Masa” da yine bu şehirde, “Great Hall”da bulunuyor.

Nikah saatine kadar var olan vaktimizde biraz gezinip, minik alışverişler yaparak gelinimizin yanına döndüğümüzde heyecanımız başladı. Birlikte giyindik, makyaj yaptık. Gelinimin giyinmesine yardım edip en son ayakkabılarını da giydirince inanılmaz duygu yoğun bir halde gözlerimin dolduğunu itiraf etmeliyim 🙂 Gözlerim tüm tören boyunca hep ıslaktı, zira inanılmaz güzel bir yerde kıyılan nikahta birbirlerine ettikleri yeminler, arada arkadaşlarının okuduğu şiirler ve nikahı kıyan resmi görevlinin evlilik üzerine söylediği tüm sözler beni inanılmaz etkiledi:

“Birbirinizin yaşamı boyunca öncelikle en iyi arkadaşı olmalısınız. Evlilik, körü körüne birbirine bağlanmak değildir”

Winchester streets-01

Düğünün unutamayacağım güzel anlarından biri de dans ettiğimiz zamanlardı. Damadımız İskoç olunca, geleneksel “Ceilidh” (Kay lee) dansını yaklaşık iki saat boyunca icra ettik tüm konuklarla. Bu sayede ortamdaki tüm kadınlar ve erkekler birbirleriyle tanışma, hatta daha da ileri gidip el ele tutuşma ve “kızlı-erkekli” gülüp eğlenme fırsatı buldular! Yemek yerken masamızda fıkra gibi bir durum söz konusuydu ayrıca. İki Türk, İki İspanyol, bir İngiliz, bir Avustralyalı, bir Yeni Zelandalı ve bir Alman şeklinde 🙂 Bir defa daha gördük ki bize göre seyahat, yaşamın anlamı, hayata bakış, genel kültür, siyaset, görmüş-geçirmişlik, farkındalık gibi konularda karşılaştığımız yabancılar arasında yine efsane bir çiftiz 🙂 *Nazar değmesin lütfen, bir tahtaya vuruveriniz*

Düğün sonrası Pazar sabahı trene atladığımız gibi Londra’ya doğru yola çıktık. Kalan günlerimizde neler yaptık, benim için unutulmayacak anlar hangileriydi Londra’da isterseniz bir sonraki yazının konusu olsun.

*Tüm fotoğraflar telefonumla çekilmiştir. Ne yazık ki fotoğraf makinamız bizi ilk gün ilk pozda yolda bırakmıştır :(*