Keyif ve Lezzet Durakları Konulu Yazılar

Merhaba Ekim!

samsun-02

Gelmesi için gün saydığım yaz mevsimi bitti gitti bile!

İnanamıyorum nasıl geçtiğine günlerin hızlıca, göz açıp kapayıncaya dek.

*

“Evet Sevgili Ekim,

Serinlemeye başlayan havalar neticesinde yine karşılaştık seninle. Karşılaşmanın şerefine alkış, kıyamet ne bileyim bir tezahürat falan bekleme yalvarırım. Benden eksik olsun. Serin havanı, adındaki hüznü sevemedim gitti kendimi bildim bileli!

Sana merhaba derken geçtiğimiz ay sonunda danışmanlığını yürüttüğüm ilk projemin başarıyla denetimden geçmesi sebebiyle mutlu oldum, rahatladım haliyle. Aylardır büyük bir özveri ile çalışan, daha iyi-daha güvenli bir sağlık hizmeti sunabilmek için uğraş veren bir kurum daha, yol arkadaşlığımız neticesinde akredite olmaya hak kazandı JCI‘dan.

Ben bulduğum her boş zamanımda, mümkün olduğunca koşmaya ya da egzersiz yapmaya devam ediyorum. Hatta daha iki gün önce  koştum Run Istanbul 2013’te. One Life Be Fit‘te anlattım nasıl geçti diye. Evde sık sık değişik tarifler deniyorum “sağlıklı” diye nitelendirebileceğimiz. Yalnız tabi ki ne kadar sağlıklı, o kadar “tatsız-tuzsuz-lezzetsiz”den hareketle sevgilim pek beğenmiyor da bulaşmıyor da yaptıklarıma 🙂 Bir nevi “Kendin pişir kendin ye Dilara” olayı!

Yeni bir diziye sardık, pek severek izliyoruz. Adı: Downton Abbey 1. Dünya Savaşı sırasında, İngiltere’de Crawley ailesinin konutu olan güzeller güzeli Downton Abbey malikanesinde geçen olayları anlatıyor dizi. Hem sahipleri hem de malikanedeki yardımcı, hizmetli ekibin gözünden. Dizideki favori karakterlerim Mr. Carson ve Dowager Countess of Grantham!

Önümüzdeki günlerde, bayram tatilini de fırsat bilip İngiltere’ye kaçıyoruz. Çok sevdiğim, can bir arkadaşım evleniyor Southampton’da! Bu sebeple önden benim gibi lacivert pasaportlu Türk vatandaşlarının ömür törpüsü sayılabilecek “vize” işlemleri sarmalından geçerek, şaşırtıcı derecede başarılı bir operasyon ile iki yıllık vizemi alıp cebime koymuş bulunmaktayım. Haliyle uzun süreli vize alınca, üzerimize gelen haller neticesinde havayolları tarifeleri arasında gezinmekten kurtulamıyorum! Önümüzdeki dönemlerde uygun bir bilet yakalar da gider miyim diyerekten!

Bir de bir çılgınlık yaptık sevgilimle ve dün günübirlik bir seyahat yaptık Samsun’a, çok öncesinden planladığımız! Sabah erkenden gidip, sevgilimin de çocukluk yıllarını geçirdiği bu şehirde anılar tazeleyip, keşfe çıktık. Keşif kısmı benim içindi, zira daha önce Samsun’da bulunmamıştım hiç. Gitmeden önce okuduklarımız neticesinde “lezzet keşfi” için de uygun bir yer olduğu kanısında hemfikir olunca, lezzet için sevdiklerime önerebileceğim iki adresimiz oldu elimizde günün sonunda: İlki döneri ile meşhur Lezzet Lokantası, diğeri ise Samsun pidesi ile meşhur Gülhan Restoran. Her ikisi ile ilgili tecrübelerimi hemen yan tarafta bulunan YELP Profilime ekledim.

İşte böyle sevgili Ekim. Seni böyle karşılıyor ve geçiriyor olacağız Kasım ayının başlangıç noktasına dek! Kasım, benim doğduğum ay. Bir sürü sevdiğim insanın doğduğu ay. Benim için hep anlamlı izler bırakan bir ay hayatıma. Bakalım bu yıl ne gibi bir iz bırakacak?

Ne olur fazla üşütme bizi olur mu? Şu an hava sıcaklığı 11 derece ve yağmur yağıyor dışarıda 🙁

Sevgiler,

Dilara”

Kastellorizo Ya Da Bildiğimiz Adıyla: Meis Adası!

myself

Uzun bir aradan sonra tekrar klavye başına geçmiş bulunuyorum. Tamı tamına on yedi güzel günden oluşan tatilimizin sonunda her ne kadar küçücük tatil kasabasından, denizden, parmak arası terlikten, tiril elbiselerden ayrılmak ve tekrar şehir hayatına, kaosa, trafiğe dönmek zor geliyor olsa da; hemen hayatımıza kaldığımız yerden başlayıverdik.

Kaş’taki ilk haftamız bol misafirli, bol eğlenceli, ikinci haftamız biraz daha sakin, hastalıkla mücadele ederek ve daha çok yan gelip yatarak geçti. İkinci haftanın bir Çarşamba günü sabah erkenden tam karşımızdaki Yunanistan’a ait olan Meis Adasına geçtik ve gece 23.30’daki son feribotla dönene dek çok güzel bir gün geçirdik. Aşağıda, aylardan sonra elime aldığım fotoğraf makinesi ile gün boyunca çektiğim fotoğraflar eşliğinde Meis Adası’nda bir güne ait notlarımı bulabilirsiniz:

meis-kastellorizo

* Meis Adası’na Kaş’tan her gün feribot ile, 20 dakikalık bir yolculuk sonrası ulaşabiliyorsunuz. Feribot için 25 Euro, yurt dışı çıkış harcı olarak 15 TL, eğer vizeniz yok ise 60 Euro da vize ücreti ödediğiniz takdirde, beş günü geçmeyecek şekilde adada konaklamalı kalmanız mümkün. Altı kişilik ekibimizin geçerli Schengen vizesi bulunduğu için vize ücreti dışında diğer ücretleri bir gece önceden ilgili seyahat acentasına ödeyerek ve pasaportlarımızı bırakarak bir sonraki günün sabahı için heyecanla beklemeye başladık 🙂 (Eğer geçerli bir Schengen vizeniz yoksa yapmanız gerekenler için sizi bu linke alayım).

* Çarşamba gününü seçme nedenimiz, Çarşamba günleri için ek gece feribot seferi koyulmuş olmasıydı. Böylece saat 10.00’da gidip 16.00’da dönmek yerine, gece feribotu ile 23.30’da dönecek ve bir koca günü dolu dolu, akşam yemeği keyfi ile birlikte yaşayacaktık.

meis-01

* Bu güzel ve minicik adanın bizi karşıladığı noktada zaten kendisinden çok hoşlanacağımı anlamıştım. Sezonda 300-400 kişi olan ada nüfusu, sezon kapanınca 150 kişi civarına düşüyormuş. Oldukça dağlık, kayalık olan adada yerleşim sadece kıyıda. Adaya yaklaşırken size kucağını açmış gibi duran rengarenk ve şipşirin evleri, tekneleri görüyorsunuz 🙂 Ada küçük falan lakin Rodos’a uçak seferleri için kullanılan bir hava alanı bile varmış!

* Adaya gelir gelmez en çok hoşumuza giden şey Turkcell’in tam kapasite çekiyor olmasıydı. Ekibimizin sosyal medya ile ilişkili ve meraklı üyelerden oluştuğunu düşününce bu durum bizim için altın bulmuş olmak kadar önemli bir hale geldi 🙂 Hep yurt dışına çıkışta bize sıkıntı yaratan Turkcell bu defa mutlu etti.

meis-02
meis-03
meis-04

* Adaya ayak bastığımızda zaman öğleden hemen önce bir saatti, dolayısıyla önce biraz yürüyüp bir yerde soluklanalım ve buzz biralardan tadarak serinleyelim diyerek yürüye yürüye “Athena” adlı bir restorana geldik. Daha önceki yıllarda Kos Adası’na yaptığım seyahatte denemiş olduğum Yunan birası Mythos’un yanı sıra öğlen soluklanmasında Alfa tercih ettik (Bana sorarsanız Mythos daha başarılı!).

* Kıyı boyunca mavi-beyaz sandalyeli-masalı-örtülü küçük lokantalar var. Geçim kaynakları bu, adada yaşayanların.

* Adada su yok, haliyle tarım da yapılamıyor. Cuma günleri Kaş’ta kurulan pazara geliyor, sebze-meyve, giyecek ve dahi diğer bütün ihtiyaçlarını Kaş’tan karşılıyorlarmış. Bu sebeple de Türkçe ile araları çok iyi 🙂 Hemen hemen karşılaştığımız herkesin Türkçe konuşmasına şaşırmadık tabi.

meis-05
meis-06
meis-07

* Öğlen birası keyfinden tam kalkıyorduk ki kocaman bir Caretta başını sudan çıkarıp bizi selamladı 🙂 Adada geçirdiğimiz gün boyunca birkaç defa daha değişik mevkilerde Caretta’lar ile burun buruna geldik. Gerçekten çok büyükler.

* Adada kredi kartı geçmiyor sanıyorum.(Bakkalı, lokantası nereye gittiysek kredi kartlarımız geçmedi)! Lakin Türk Lirası ile rahatça harcama yapabilirsiniz. Dükkan sahiplerinin açtıkları çekmecelerde kah defterlerin arasından, kah zarflardan Türk Lirası çıkıverdi hep.

* Bu adada yapmanız gereken en güzel şey, sakin ve huzurlu ortamında gündüz vakti güneşten faydalanmak, gece vakti denizin kenarındaki masalardan birine kurularak leziz mezelerin ve uzonun tadına bakarak güneşi batırmak! Güneşlenmek için hemen adanın girişinde sol tarafta yer alan caminin önünde, ya da tam tersi istikamette yer alan bir iki otelin önündeki şezlonglara kurulabilirsiniz. Denize buralardan girmek mümkünmüş.

meis-08
meis-sokaklar-04

* Bunların dışında bize önerilen St. George Plajı’nda da güzel bir gün geçirebilirsiniz. En altta iki fotoğraf buraya, sonuncusu Mavi Mağara’ya ait. Deniz taksi ile anlaşıyorsunuz ve sizi kişi başı 10 Euro karşılığında önce Blue Cave’e (Mavi Mağara) sonra da St. George Plajı’na götürüyor, akşam da anlaştığınız saatte sizi plajdan alarak Meis merkeze getiriyor. Mavi Mağara çok güzel bir tecrübeydi. Burayı mutlaka görün ve yüzün derim.

* St. George Plajı, aynı zamanda Meis’in içinde lokantası olan bir hatunun kardeşleri ile birlikte işlettiği bir yeme-içme yerine de ev sahipliği yapıyor. Minik sayılabilecek bir adanın üzerinde şezlonglar, tuvalet, duş ve bu küçük mekan var sadece. Teknelerle buraya geliyor ve akşamüstü saatlerine kadar güneşlenip, yiyip-içiyorsunuz. Çok sakin bir yer. Denizi çok güzel, pırıl pırıl. Akvaryumda yüzüyor gibisiniz. Çevresinde irili ufaklı tekneler, yatlar var demirlemiş. Suyu Kaş’a kıyasla oldukça ılık. Birkaç gece Meis Adası’nda kalırsanız eğer, bir gününüzü burada geçirebilirsiniz.

meis-09
meis-kapılar
meis-sokaklar-02
meis-sokaklar-03

*  Akşamüstü yemek yemek için arkadaşlarımızdan birinin Trip Advisor’dan bulduğu ve çok güzel yorumları olan “Old Story- Old Time” adlı bir lokantaya rezervasyon yaptırmıştık. Akşamüstü 19.00 civarı yerimize yerleştik (Hemen bir alttaki fotoğrafta, asmalarla çardağı olan mekan! Koyun, indiğinizde feribottan, tam ortasında yer alıyor). Sahibi Komninos çok sıcacık bir adam. Tek tek menüdekileri anlattı bize. Masaya sipariş ettiğimiz her şey harikuladeydi tek kelime ile. Yediğimiz sarma mesela, bizim sarmalar gibi incecik ve uzun değil de daha gevşek ve minik sarılmıştı. Ama masaca hemfikir olduk ki, yediğimiz en güzel sarmaydı! Mesela bir nohut köftesi kılıklı bir şey vardı ki, tam benlik. Minik çimçim karidesleri çekirdek gibi yenecek hale getirmişler mesela. Ağzınıza atıp çerez niyetine yiyorsunuz. Nefisti. Hatırlayamadığım kadar çok şey denedik ve hepsine bayıldık. Uzolar minik şişelerde servis edildiği için, kişi başı bir şişe içtik. Mekanda bıraktığımız keyifli, sohbetli üç buçuk saatin sonunda ödediğimiz hesap, kişi başı yaklaşık 25 Euro’ya denk geldi, bahşişlerle birlikte.

* O gece meydanda bir kutlama vardı. Azizler için geleneksel yapılan bir kutlama. Meydandaki kilisenin önünde ücretsiz yiyecek ve bira vardı. Ada sakinleri en güzel kıyafetlerini giymiş, çalan müzikler eşliğinde dans ediyorlardı. Çok keyifli bir akşamdı. Sadece yarım saatine katılarak, dönüş feribotunu kaçırmamak için limana geri döndük.

* Bu kadar yıl boyunca Kaş’a gidip hiç Meis’e geçmemiş olduğum için ayıpladım kendimi. Bundan sonra, mutlaka en az birkaç gece kalmak koşulu ile bu huzurlu, sıcak, sakin adaya tekrar gitmek istiyorum.

* Bu arada küçük bir bilgi notu daha adaya ilişkin: İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen ve bir adaya gönderilen bir avuç İtalyan askerinin keyifli maceralarının anlatıldığı 1991 yılı yapımı Mediterrano filmi burada çekilmiş. Bu sebeple adanın ziyaretçileri sıralamasında İtalyanlar başı çekiyor. Hatta biz bile St. George Plajı’ndaki saatlerimiz sırasında tekneleriyle seyahate çıkmış bir İtalyan aile ile tanıştık. Aile reisinin Toscana dolaylarında üzüm bağları ve şarap üretim tesisleri varmış!

meis-sokaklar-06
meis-stgeorge
meis-stgeorge-01
blue-cave-meis

Brüksel’e Sebebi Ziyaretimiz!

3doorsdown

3doorsdown.01

* Yukarıdaki fotoğraflar telefonla çekilmiştir!*

Mart ayında Aslı-Baler çifti ile klasik bir şarap&peynir gecesinde iken internette takıldığımız bir haberin peşine düştük. Dördümüzün de en sevdiği gruplardan biri olan 3 Doors Down, 15 Haziran’da Brüksel’de, Ancienne Belgique Konser Salonu’nda konser verecekti. Dahası biletler 31 Euro’ydu. E, millerimiz de duruyordu bir kenarda. Vizemiz vardı. Helva yapmamak hata olurdu dedik 🙂 Dedik ama, yolculuk zamanı geldiğinde aklımız çok karıştı. Gezi Parkı direnişini bırakıp eğlenmeye gitmek içimize hiç sinmedi, iptal etmeyi planladık; ama son günlerde kafamız o kadar dolmuştu ki, hazır tüm ödemelerini yaptığımız bu seyahat ile kafamızı boşaltmak iyi bir fikir gibi göründü. Yine de bedenimiz Brüksel’de, aklımız gönlümüz memlekette; sürekli olarak elimizde bir “#direngezi” yazısı ile dolaştığımız ilginç bir seyahat oldu.

direngezi

direngezi

Hep böyle akşamların sonunda çıkan bir takım programların peşinden gidip hayatımın en hoş anılarını biriktirdiğim doğrudur! Bu defaki de farklı olmadı pek. Brüksel’e ilk defa gidenimiz, çok defa gidenimiz, orada bir müddet yaşayanımız falan değişik bir dörtlü olduk. Adım attığımız gibi Kwak içmeye gittik. İki binin üzerinde biranın sergilendiği, bir çoğunun satışta olduğu Delirium Cafe’yi mesken tuttuk iki akşam. Paris’te nikah sonrası gittiğimiz zaman var olmayan, yeni açılmış; sevgilimin mutlaka uğranmazsa olmazlarından Hard Rock Cafe‘de soluklandık. Waffle yedik, teyzoşumu ve kuzenlerimi ziyaret ettik. “Artık yurt dışında bir yerde benim de müdavimi olduğum bir mekan var” dedirten Samourai‘de inanılmaz bir akşam geçirdik. Brüksel’in son dönem yükselen değeri Saint Gery’i pek bir sevdik. Konserimizi izledik. Şaşkınlıkla elimizde fazla kalan iki bileti son dakikaya dek kimselere satamadık!!

details

details.01

colours

Brad Arnold’a hayranlığımız bir kat daha arttı. Benim kıymetlilerim “Landing in London“, “Kryptonite“, “When I’m Gone“, “It’s Not My Time” çalarken kendimden geçmiş bile olabilirim. Bir taraftan olmayı hayal ettiğimiz konserde, hem de en ön sıralardaydık; diğer taraftan ülkede bırakıp geldiğimiz haberlerin etkisi altındaydık. Çok değişik, çok farklı; çok güldüğümüz, gülerken ağladığımız bir seyahat oldu bu defaki Brüksel seyahatimiz bizim için.

Bir günümüzü de Brugge’de geçirdik. Fotoğrafların çoğu Brugge’de klasikleşen kanaldaki tekne gezintisinden.

statue.brugge

fromcanal-brugge.01

brugge-canalview-01

brugge-canalview-03

Temmuz ayına geldik göz açıp kapayıncaya dek.

Çok zor geçen bir Haziran’dı.

Benim kişisel tarihimde hiç unutmayacağım bir ay olarak kalacak 2013 Haziran’ı. Aynı zamanda yeni bir dergiye fotoğraf ve yazılarımla katkı yapmaya başladığım ay da olacak 🙂 Sevgili Gamze Alpar’ın yayın yönetmenliğindeki bu dergi: Mata Hari! Dergiyi Nişantaşı, Galata, Karaköy, Cihangir ve Bebek’te yer alan bazı kafelerden temin edip okuyabilirsiniz. İlk yazım Sevilla seyahatimiz üzerineydi. Umuyorum uzun soluklu bir birliktelik olur bizimki. Çünkü yazmayı, yazdıklarımı paylaşmayı, dergi-kitap şekliyle elimde tutmayı dünyadaki her şeyden çok seviyorum galiba!

matahari

İlk “New Balance (NB) Bozcaada Yarı Maratonu ve 10K Koşusu” Hikayem

me-w-medal

Uzun başlığımın kusuruna bakmayın!

Koşmaya başladığımdan beridir katıldığım yarışlarda hissiyatım kendini aşıyor. Ben, kendimi aşıyorum yavaştan da olsa. Yine güzel ve keyifli bir yarış aktivitesi için hafta sonu İstanbul dışına çıktık. İstikamet Bozcaada’ydı! O hep yıllardır gitmek isteyip de bir türlü zaman yaratamadığım güzel ada…

Yarışa katılacak altı kişi ve üç yancımızla birlikte bir minibüs kiralayarak İstanbul’dan Bozcaada’ya yola çıktık Cuma günü sabah saatlerinde. Kahvaltı keyfi için ayrı durduk, kahve keyfi için ayrı 🙂 Hal böyle olunca akşam üstü saat 16.00 civarlarında ulaştık meşhur adaya! Çanakkale Boğazı’nı geçmek için elimizdeki dört alternatiften biz sonuncuyu tercih ettik; yani Kilitbahir’den Çanakkale’ye geçtik feribot ile (Diğer güzel alternatifler için şuraya lütfen). Sonra yaklaşık elli dakikalık bir yolculuk ile Geyikli Feribot İskelesi’ne ulaşıp, ucu ucuna kaçırdığımız feribotun ardından birer soğuk yol birası içerek mini bir mola daha vermiş olduk 🙂 Feribotun bizi kucağına almasıyla da yaklaşık yarım saat sonra Bozcaada Kalesi sizi karşılıyor limanının hemen yanı başında!

ada-02

İlk izlenim, sıcacık bir görüntü. Sağda bir kale, limanda mini mini tekneler, motorlar; sol tarafta tepelere doğru yaslanmış çatıların altında evler… Feribottan inip yolu bir on saniye takip edince zaten meydanına ulaşıveriyorsunuz. Meydanın karşısında çay bahçeleri, meydanı hemen geçince meşhur “Çınar Altı Kahvesi”, Arnavut kaldırımlar, beyaz ve mavi boyalı kahve sandalyeleri. Ortalıkta bir sürü insan, çoğunluğu yarışma için gelen. Meydanda müzik, hareket, kurulmaya başlanmış stantlar.

rengigul-kahvaltirengigul-kahvalti-01

Biraz yorgun ama adaya ulaşmış olmaktan dolayı da yüzleri gülen grubumuzla iki ayrı otele dağılıp, iki saat sonra yemek için buluşuyoruz yeniden. Otellerimiz 9 Oda ve Rengigül Konukevi. Özellikle ikincisinin kahvaltısı, daha doğrusu kahvaltı masası sunumu ve reçelleri dillere destan. Yıllardır herkeslerden duyardım, bizzat şahit oldum. Sahibi Özcan hanım iğde çiçeğinden, zeytine; domatesten, akasya çiçeğine; gelincikten, incire her şeyin reçelini yapmış. Masaları bizzat kendi süslüyor sabahları. Kahvaltılarından oldukça memnun kaldığımızı söylemek isterim 🙂

O akşamı grubumuzdaki diğer bir “meraklı gurme”nin elindeki adresin bizi götürdüğü yer olan “Maya“da geçiriyoruz. Bulması kolay bir yerde değil. Çeşmeleri saya saya buluyoruz girişi 🙂 Sahibi Selçuk bey arabamızı park etmemize yardımcı oluyor, hepimizin tek tek elini sıkıyor ve bizi masaya alıyor. İlginç, deniz-derya bir adam. Profesyonel iş hayatını elli yaşında bitirmiş ve bu serüvene atmış kendini. Ekmeklerinden, şarabına, peynirlerinden, masamızda bize sunduğu ve son dönem yediğim en güzel tat olan enginara kadar mutfağında ürettiği ve masalara sunduğu her şeyi kendi yetiştiriyor, yapıyor.  Mekan yaklaşık otuz-kırk kişi anca alır. Bahçesi de mevcut. Peynir tabağı, zeytinyağlı tabaklar, ara sıcaklar, et ve tatlılar ile masaya gelen sınırsız şarabın karşılığı fiks bir fiyat uygulanıyor. Kişisel fikrim alışılmışın dışında tatlar arayan, kuru meyve ve baharatları yemeklerde sevenlerin mutlaka bir denemesi yönünde mekanı.

maya-bozcaada

Cumartesi sabahı erken kalıp güzel ve sıkı bir kahvaltı yaptıktan sonra, kalenin hemen dibindeki mekanların şezlonglarına, rahat sandalyelerine atıyoruz kendimizi. Amaç hem bir miktar D vitamini aldırmak yaşlı ve yorgun kemiklerimize, hem de orta kahvelerimizi yudumlamak 🙂 Bu seans sonrası yarışın başlangıç çizgisinde buluyoruz koşanlar olarak kendimizi. NB Bozcaada Yarı Maratonu ve 10K Koşusu’nun başlama saati, diğer tüm alışkın olduğumuz yarışların aksine sabah erken değil saat 14.00. Havanın sıcak olması ve parkurun yer yer yokuşlardan ve nispeten zorlayıcı eğimlerden oluşması benim için dezavantaj. Zira Antalya’da koştuğumuz parkur dümdüzdü!

me-in-adabozcaada

Heyecan içerisinde sevgilime tam bir saat sonra beni bıraktığı yerde beklemesini salık veriyorum. Hazırlıklarım tamam. Kalp atışlarımı, hızımı, koştuğum mesafeyi gösteren ve bana hatırlatan saatimi ve Nike Running uygulamasını açıyorum. Koşarken beni motive etmesini umduğum parçalardan oluşturduğum listemi çalmaya başlıyorum. Ve başlıyor yarış. İlk bir kilometre oldukça kalabalık bir koşucu güruhu arasında yavaş geçiyor benim için. Sonra yavaş yavaş ayrılıyorum kalabalıktan. Koştuğum ilk dört kilometre boyunca su istasyonu olmadığını biliyorum, fakat susuzluk beni fena vuruyor. Güneş tepede. İnanılmaz terledim bu yarış sırasında.(Toplamda 924 kalori yaktığımı yarış bitişinde öğreniyorum saatimden!). Beşinci kilometrede, tam dönüş noktasında su istasyonunu görünce pek bir seviniyorum. Tabi ilk beş kilometre boyunca üç tane yokuş tırmanıyorum bu arada (Pek dertlenmesem iyi olur bu konuda, çünkü yarı maraton koşucuları çok daha fazla yokuş inip çıkıyorlarmış!). Suyumu içtikten ve beşinci kilometrede dönüşe geçtikten sonra biraz daha rahatlıyorum. Tempomu sıklıkla kolumdaki saatimden takip ediyorum. Koşu sırasındaki kalp atım hızım, söylediğimde bir çok koşan arkadaşımın gözlerini yuvalarından fırlatacak düzeyde yine! Bana nabızları seksen civarında koşan arkadaşların varlığından bahsedildi… Vallahi ben o düzeye indirebilecek miyim bilemiyorum nabzımı, ama benimki yarış boyunca ortalama yüz seksen civarında atıyordu! Yarışı, Antalya’daki derecemden dört dakika daha uzun bir sürede; yani 1.05.42 ile tamamladım (Onu da sıcağa ve yokuşlarda düşürdüğüm hızıma veriyorum artık 🙂 485 bayan koşucu arasında genel sıralamada 131. ; kendi yaş gurubumdaki (35-39) 110 koşucu arasında ise 33. olarak tamamladım bu 10K’mı. *Bozcaada ile bu yılki 10K koşu limitimi doldurduğumu düşünüyorum ve hedefim olan önce Avrasya’da 15K, sonra da Antalya’da 21K koşularına hazırlanmaya başlıyorum yarından itibaren. *

bati-feneribati-feneri-sunset

Yarış sonrası duşlarımızı alıp, adada yapılması şart aktivitelerden birisi daha için şaraplarımızı alıp, Batı Feneri ve meşhur rüzgar türbinlerini gören tepeye gittik. Ege Denizi karşınızda, ılık esen bir rüzgar eşliğinde bu tepelerde güneşi batırmadan dönmeyin sakın! Cumartesi akşamımız için ise şu mekan seçilmiş ve rezervasyon yaptırılmış grubumuz için. Bozcaada merkez, bana birazcık da olsa Alaçatı sokaklarını hatırlatıyor. Mekanlar yan yana, masalar-sandalyeler birbiri içine girecek kadar yakın. Çok kalabalıktı o akşam sokaklar. Izgara deniz ürünlerinin kokusu anason kokusuyla karışmış, değişik türde hafiften çalan müzikler, kahkahalar, her masada mutlaka bir tanıdık sima… Pek keyifli, pek huzurlu bir akşamdı. Gecenin sonunda sevgili dostlarım Başak & Alev ile adanın neredeyse tek barı olan Polente‘de sohbet etme imkanı da bulduk ki, değmeyin keyfime 🙂

Yola çıkmadan önce şaraplar, adanın meşhur bademli kurabiyelerinden alınması adettenmiş. Adetlere uygun davrandık ve güzel bir hafta sonunu daha tamamlayarak evimize döndük Pazar akşamüstü saatlerinde. Bozcaada’daki bir sonraki yarışa dek kesinlikle sevdiğim arkadaş ve dostlarımla en az birkaç defa daha gitme planlarımı kafamda canlandırmaya başladım bile.

**Tüm fotoğraflar telefonumla (Samsung  Google Phone) çekilmiştir.**

 

Beş Gün, İki Kadın ve Endülüs (III)!

seville-over-the-top-0f-giralda

Sevilla’da Alkazar Sarayı’nı gezdikten sonra yapmanızı önereceğim diğer bir turistik aktivite ise Giralda Kulesi’ne tırmanmanız. Giralda, çan kulesine dönüştürülmüş eski bir minare ve şu anda dünyanın en büyük katedrallerinden biri olan Sevilla Katedrali’nde bulunuyor. Hristiyanların Sevilla’daki hakimiyeti sırasında büyük bir depremde camisi yıkılmış ve sadece minare ayakta kalmış. Daha sonra minareyi içine alacak gotik bir  katedral inşa edilmiş.

seville-over-the-top-of-giralda

Giralda Kulesi dünyadaki bir çok kule için model olmuş, bizim de geçtiğimiz yazımızı geçirdiğimiz San Francisco’da yer alan ve benim bayıldığım Ferry Binası‘nın kulesi de bunlardan biri. Giralda Kulesine tırmandığınızda 360 derece Sevilla manzarasını görmeniz mümkün. Kalabalıktan sebep rahat rahat, zaman geçirerek manzara seyretmeniz mümkün olmasa da çok, yine de aşağıda göreceğiniz güzel fotoğrafları çekmek için faydalı olabilir 114 m yüksekliğe çıkmanız 🙂 Kuleye çıkış için merdiven yerine eğimlerden yararlanılmış, daha az yorucu bu şekliyle bana kalırsa.

seville-over-the-top-of-giralda

seville-over-the-top-of-giralda

seville-over-the-top-of-giralda

Katedrali gezip, Giralda Kulesi’ne de tırmandıktan sonra bizce Sevilla’da yapılması gerekli turistik aktiviteler tamamlanmış; artık yerli halkın peşine düşme, yeme-içme mekanları keşfetmenin zamanı gelmiştir demektir 🙂 Sevilla’daki ilk akşamımızda otelimize de oldukça yakın; ağırlıklı olarak barlar, gece kulüpleri ve restoranlara ev sahipliği yapan gece hayatının hızlı aktığı söylenen Triana Bölgesi’ndeki “Betis Caddesi” kıyısında bir yürüyüşe çıktık. Özellikle yaz aylarında içeride kimsenin kalmadığı, herkesin cadde üzerinde sosyalleştiği, köprüyü görebileceğiniz kıyı kısmına da teras muamelesi gösterildiği söylendi. Hava şansımıza çok güzel olduğu için ucundan da olsa bu söylentilere şahit olabildik iki kadın. Kendimizi attığımız ilk masada da birer buzz beyaz şarap söyleyerek ilk akşamımızı kutladık Tolucumla!

welcome-drinks-sevilla

İlk defa bir seyahatimizde her yediğimizin fotoğrafını çekmemişim, ki bu nadir yaptığım şeylerden biridir! Sanıyorum mis gibi kokuların, ılık havanın, her köşeden beni çağıran tapas menülerinin başımı döndürmesinden sebep fotoğraflama işi aklımdan uçup gitmiş!

Ve, evet Sevilla’ya gidecek olanlar. Şimdi size mutlaka deneyimlemeniz gereken bir mekan önereceğim: El Rinconcillo. Tam 1670 yılından beri ayakta bu mekan. Burada hem boğa etinden yapılan yemeği, hem de Endülüs’te oldukça özel bir yemek olan boğa kuyruğu güvecini (bull’s tail stew) tadabilirsiniz. Biz kuyruk olayına girmedik, ama aşağıda gördüğünüz patatesli et yemeği gibi görünen ve tadı da çok farklı olmayan boğa eti yemeğini denedik. Bu mekanın diğer özel tapası ise nohutlu ıspanak. İşte bizim en beğendiğimiz lezzet bu oldu. Oldukça kaliteli zeytinyağında sotelenmiş ıspanak ve nohuta, baharat olarak da bolca kimyon eşlik etmiş. Son olarak da biraz “Jamon Iberico” (İber kurutulmuş eti) ve Endülüs Bölgesi’ne özgü keçi sütünden yapılan Manchego peyniri ile mini bir tabak aldık. Beni bilen arkadaşlarım çok da bira tipi bir kadın olmadığımı, çok bira tüketmediğimi bilirler. Fakat burada bu güzel yiyeceklerin yanına hem kendi tercihim, hem de İspanyolların genelinin de tercihi olan şarap yerine Sevilla halkının tercih ettiği yerel biraları Cruzcampo içtik. Bu birayı da denemenizi önereceğim!

el-rinconcillo-seville

İspanya’ya kadar gitmişken paella yemeden dönülmemeli! Bu sebeple bir akşam yemeğimizi yine yerel halkın sıklıkla yemek yediği, oldukça eski başka bir mekanda, El 3 De Oro‘da yedik. Servis, yediğimiz paellanın görüntüsünden, boyutuna, malzemesinden, lezzetine kadar her şey on numaraydı. Yine yüzümüzü kara çıkarmayan ve benim San Francisco’da keşfedip kullanmaya başladığım, özellikle tüm yurt dışı seyahatlerimde bir numaralı yardımcım haline gelen YELP bizi yarı yolda bırakmadı! Evet, bu mekanı kendisi önerdi bize 🙂  (Bu arada yeri gelmişken; Türkiye’de de yavaş yavaş kullanımı gelişen bu uygulamayı telefonlarınıza indirebilir, kullanıcı profilime girerek beni arkadaşınız olarak ekleyebilir ve gittiğim mekanlar ve o mekanlara yazdığım yorumları görebilirsiniz. Ayrıca ben mekanlar için yorum yaptıkça sağ köşede yer alan “Mekan Yorumlarım” başlığı altında bunları JTB’den de takip edebilirsiniz).

paella-seville

Endülüs’de beş günün ilk üç gününe dair notlarımı burada tamamlıyorum artık. Sırada son iki günümüzü geçirdiğimiz Granada var. Umuyorum beklemekten sıkılmıyor, okumaktan “hala” keyif alıyorsunuz yazdıklarımı…

11 Mayıs Cumartesi günü 3. New Balance Bozcaada Yarı Maratonu‘nda bu yılın son 10K’sını koşuyor olacağım. Cuma günü -ilk defa olmak üzere- Bozcaada’ya doğru yola çıkıyor olacağız.  Bozcaada da benim için merak konusu olan yerlerden biriydi. Bakalım bizi neler bekliyor orada? Bozcaada ile birlikte artık 10K defterini yavaştan kapatmayı ve yarı maratonlar için hazırlanmayı hedefliyorum. Şans diler misiniz bana?