Keyif ve Lezzet Durakları Konulu Yazılar

Kışın Viyana Ayrı Güzel, Evet!

viyana-karlar-altinda

viyana-10

Lakin biraz (!) soğuk. Hatta buzz! Bu sebeple günler öncesinden orada geçireceğimiz üç gün boyunca hava sıcaklığını takibe alarak evde o kadar kalın neyim var neyim yok araştırmaya başladım. Fazla bir şeyim olmadığını gördüm tabi içim sızlayarak. Ben son iki yıldır kışlarımı İstanbul’da deri ceket, içine tişört, boynuma atkıydı, şaldı şeklinde geçiriyorum. Tüm kalın kaban, boğazlı kazak gibi kıyafetlerimi Ankara’dan buraya taşınırken ihtiyacı olanlara verdim. Hem İstanbul o kadar da soğuk olmadığı, hem de minnacık evimizde dolaplarımın tıkış tıkış olmasını istemediğim için. Yani Viyana için çok da hazırlıklı olmadığım ortaya çıktı. Böyle durumlarda insanın her zaman kapısını çalacağı, ne bileyim daha önce daha soğuk, “buzz” memleketlerde vakit geçirmiş arkadaşları olması ne kadar güzel tahmin edersiniz 🙂

viyana-01

Viyana’ya ilişkin burada bahsetmek istediklerim benim keyif ve lezzet duraklarımdan oluşuyor. Artık internete girip “Viyana” dediğinizde sayfalar dolusu hem tarihçesine, hem mimari geçmişine, hem de yeme-içme mekanlarına ulaşmanız mümkün. O sebeple benim hem oradaki sevgili arkadaşım, artık “Viyana Muhtarı” olan Mr. TD, hem de son dönemde pek güvenerek kullandığım ve beni hiç hayal kırıklığına uğratmayan YELP sayesinde gittiğim, gördüğüm yerlerden bir demet var burada (Bu arada sağ tarafta “Mekan Değerlendirmelerim” başlığı altında benim de YELP’te yaptığım yorumlarımı bulabilirsiniz). Buyurun başlayalım yavaştan benim Viyana’mda dolaşmaya:

viyana-04

Gittiğim şehirlerde otelin merkezde olması benim illa ki tercih ettiğim bir durum değildir. Zira ben o şehrin toplu taşıma araçlarını kullanarak ya da ne bileyim yürüyerek şehri keşfetmeyi severim. Viyana için ise durum farklı oldu, iyi ki de oldu. Hem kısa bir zamanımız, hem de birlikte hareket ettiğimiz on üç kişi daha vardı. Ayrıca durmadan bahsedeceğim gibi Viyana “buzz” gibi soğuktu 🙂 Otelimizin adı Mercure Zentrum. Bence kahvaltısı da kendisi de gayet güzeldi. Zaten otel odasında uyumak dışında vakit geçirmedik hiç! Otelden yukarıdaki gece çektiğim bir fotoğrafını gördüğünüz meşhur St. Stephen’s Katedrali’ne, Opera Binası’na, sevgilimle birlikte önünde çektirdiğimiz aşağıdaki fotoğrafta yer alan Meşhur Hofburg Kışlık Kraliyet Sarayı’na, benim bu seyahatin en bayıldığım saatlerini geçirdiğim Albertina Müzesi’ne, Müzeler Bölgesi’ne, Sanat Tarihi Müzesi’ne yürüyerek ulaşmanız mümkün. Maksimum mesafe yarım saatten fazla sürmez.

Ayrıca dönmeden önce iki akşamımızı geçirdiğimiz favori birahanemiz olan Bermuda Braeu‘u ya da yürüyerek bir dakikada ulaşabilirsiniz. Kendi biralarını da bulabileceğiniz bu mekanı biz kalabalık grubumuzla sohbet-muhabbet edip, güzel birasından içmek için tercih ettik. Hafta içi de hafta sonu da kalabalıktı yalnız. Çalan 80’li yıllara ait parçalar ise bonus oldu 🙂

viyana-13

musikverein-viyana

İlk akşamımız için, dünyanın en iyi on konser salonundan biri olarak gösterilen, Vienna Musikverein‘da şu linkten de izleyebileceğiniz Berlioz’un “The Damnation of Faust” adlı eserini izledik. Konser salonunun ihtişamı, konsere gelen ağırlıklı orta yaş ve üstü Viyana halkının giyim-kuşamda zarafeti, konser salonunun tıklım tıkış dolu olması, konser arasında flüt kadehlerde elde dolaşan şampanya ve yanına alınan şu şekil petit four’ları hayranlıkla ve hafiften iç çekerek izlediğimi itiraf etmeliyim (Yıllar önce aynı hayranlığı ve tabi ilk olmasından sebep şaşkınlığı Prag’daki şu konser salonunda izlediğim konser süresince yaşamıştım).

Konser sonrası güzel kahvesinden ve meşhur pastasından yemek üzere hemen yakınındaki Café Sacher‘e gittik. Kahvesi likörlü ve kremalı. Tadı güzel, lakin ben kremalı bir şeye çok ilgi göstermiyorum normalde. Yine de denedim bir daha mı geleceksin diyerek 🙂 Meşhur pastada yoğun badem ve çikolata aroması mevcut. Bir pastanın tek başına yenmesi zor biraz sanki. Biz iki pastayı sanıyorum sekiz-dokuz kişi paylaştık. Dünyanın her tarafına bu pastayı özel ahşap kutularında gönderiyorlar. Hatta yıllar yıllar önce sevgili MR. TD bana yollamıştı bir dilim 🙂 Viyana’da mutlaka denemeniz gereken tatlar listesi bir numara: Tamam!

viyana-14

Gittiğimiz şehirlerde oralı olan, orada uzun yıllardır yaşayan insanların tercih ettiği yerlerde yemeği, içmeyi seviyorum ben. Viyana’da yaşayan arkadaşlarımız olunca tabi, turistik mekanlar dışında bu tarz lokal mekanları da tecrübe etme şansımız doğuyor. Bu sayede bir öğle molasında soluklanmak üzere ziyaret ettik Cafe Ritter‘i. İçerisi iki bölümden oluşuyor. Sigara içmek isterseniz sağ tarafına geçiyorsunuz kafenin. Öğle kahvenizin yanına güzel ve meşhur bir “apple strudel” ya da tatlı sevmez iseniz bir kadeh konyak alabilirsiniz Ritter’de. Dergi, gazete okuyan lokal insanlara ve tarihi atmosfere, yüksek tavanlara, kadife perdelere sahip kafenin içerisinde güzel vakit geçirebilirsiniz.

viyana-18

Viyana’da kahve ve elmalı tatlı olayından sonra biraz daha dolaşıp, orada yaşayan sevgili arkadaşımız Burak’ın önerisiyle Wein&Conun Mariahilfer Caddesi üzerindeki şubesine uğradık bir gün saat beş civarlarında. Burası dünyanın her yerinden şarap ağırlıklı olmak üzere, diğer içkileri de bulabileceğiniz bir satış bölümünden oluşmasının yanı sıra bir de bizim çok keyifli bir saat geçirdiğimiz bar bölümünden meydana gelen bir meşhur mekan 🙂 İsterseniz dükkandan satın aldığınız içkinizi bu bar&lounge olarak hizmet veren mekana getirebiliyor ve açtırıp içebiliyorsunuz, ki bu bence çok keyifli bir uygulama. Biz şampanya keyfi yapmayı tercih ettik. Mekanda ayrıca çok özenli hazırlanmış porsiyonluk mezeler, sandviçler, kruvasanlar da vardı içki keyfinize eşlikçi olarak seçebileceğiniz. Ben derim ki, Viyana’ya giderseniz, benim için bu mekana gidin ve şampanya keyfi yapın 😉

viyana-15

Viyana denince ilk akla gelen şey: Şnitzel elbet! Viyana’da şnitzel denince de, artık marka olmuş, sloganı “100 Yıldan Beridir Şnitzel’in Adresi” şeklinde olan Figlmüller‘den başkasına gidilmemesi tecrübe ile de sabitlenmiş bir gerçek. Biz, ilk akşamımızda başka bir “önerilen” mekana gittik, lakin daha sonra “Aman gelmişken burası eksik kalmasın” argümanından hareketle, vakitlice bir saatte gittiğimiz için kendimize yer bulabildiğimiz şnitzelin adresinde belki de uzun zamandır yediğimiz en güzel yemeği yerken mekanın şanını-şöhretini hak ettiğine kanaat getirdik. Maceraya gerek yok, hele ki domuz eti yemekte bir sakınca görmeyen grupta iseniz. Şurada, yapılışını ve inanılmaz boyutlarını görebileceğiniz bu harika şnitzel yanında gelen patates ve semizotu karışımlı, güzel soslu salatası ile bence bir numara! Viyana’da mutlaka denemeniz gereken tatlar listesi iki numara: Tamam! (Domuz eti yemeyenler için et ve tavuk şnitzel de mevcut, lakin onların kalınlıkları ve boyutları farklı. Domuz eti kadar incecik dövülemedikleri için sanırım.)

viyana-08

Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz yer Rathaus olarak adlandırılan Belediye Binası önüne kurulan buz pateni sahası. Şurada başka bir açıdan çok daha güzel bir fotoğrafı var. Kış geldiğinde çoluk-çocuk herkesin bir arada buz pateni yaparak eğlendiği, sabahtan akşama kadar sponsor olan radyo kanalının müzik yayını yaptığı, çevresinde sosisli sandviçten tatlılara, kuru yemişlerden sıcak şaraba bir çok şeyin satıldığı bir pazarı bulunan, insana huzur veren bir yer burası. Oldukça da büyük! Benim Viyana seyahatimin ilk gününden sonrası, sırtımda meydana gelen şu meşhur kas ağrılarım ile devam edince riske atıp denemedim kaymayı, ama kocaman bir kupa sıcak şarabı kaçırmadım 🙂

hot-wine

Dışarıda dolaşmaktan hem yorulup, hem de üşüyünce yapılacak en iyi şeyi yaparak kendimizi bir kapalı mekana attık mütemadiyen. Cafe Central‘de bu uğrak noktalarından biri oldu. Harika bir mimari takdir edersiniz ki. 1800’lü yıllardan kalma, yüksek tavanlı, sütunlu, eski halini muhafaza etmiş kocaman bir yer. Burada yediğimiz ve şu fotoğrafını gördüğünüz sıcak vanilya soslu apple strudel bir harikaydı. Bu elmalı, hafif tadı olan tatlı beni meşhur Sacher Torte’den daha memnun etti açıkçası.

cafe-central

Viyana’da, benim ve sevgilim için en unutulmaz lezzetlerden biri olan käsekrainer ile yazıya nokta koymak istiyorum artık! Kendisi içinden bildiğin peynirin “fış” şeklinde fışkırdığı, domuz etinden yapılan, ızgara sosis. Köşebaşı her sokak büfesinde bulabileceğiniz bu inanılmaz lezzetli sosisi ister sandviç şeklinde isterseniz de bizim tercih ettiğimiz şekliye, aşağıda yer alan haliyle sipariş verebiliyorsunuz. Yanına mutlaka hardal ve bira istemeyi de unutmayın. Viyana’da yaşayan arkadaşımız Burak’ın bize önerdiği yer, tabi ki kendisinin müdavimi olduğu büfeydi. Bu büfe tam Albertina Müzesi’nin önünde, Opera Binası’nı karşısına alıyor. Bitzinger! Sanıyorum her gün bir öğün için gittik buraya biz. Viyana’da mutlaka denemeniz gereken tatlar listesi üç numara: Tamam!

kasekrainer-bitzinger

Viyana güzel bir şehir, diğer tüm Avrupa şehirleri gibi. Gerek mimarisi, gerek düzenli günlük yaşamı, her yerinden size göz kırpan sanat, müzik mekanları, alternatifleri, sakin ve sessiz haliyle huzurlu ve yaşaması güzel gibi görünen; ama benim için belki de soğuk havadan ve kış mevsiminde olmamızdan sebep kasvetli gelen bir şehir. Ben hala Prag’ın önüne geçemeyeceğini düşünüyorum. Ama bir yeni şehir daha görebildiğim için mutluyum tabi 🙂

Hepinize sevgiler, harika bir hafta sonu diliyorum.

viyana-biz

 

New York City, Chelsea- The Frying Pan Bar

Doğum günü kutlamaları, şen şakrak yemek sofraları bitti, geçti.. Hayata kaldığımız yerden, devam! Haftanın iki günü “danışılan” olmaya başlayalı bir buçuk aya yaklaşıyor. Zor günler de yaşıyorum, çok keyifli, eğlenceli zamanlarda. Hayat devam ediyor bir şekilde. Öğrenmeye çalıştığım, öğrenebildiğimi sandığım bir takım konularda “çekirgelik” pozisyonunda olduğumu görüyorum hala.. Sabırlı olmak mesela.

Bir dönem özel yaşamım konusunda sabır göstermem, dayanmam lazımdı mutlu sona, farkındalığa ulaşmam için. Başardım! Şimdi ise, aradan geçen üç yıldan sonra, başka bir alanda sabrı öğrenmem lazım geliyor. İnsanların bin bir çeşidi ile birarada olmayı değil de, kendi seçtiklerimle beraber olmayı istemek çok mu imkansız acaba kalan yaşamımda?

Her neyse, biz konumuza dönelim isterseniz.

The Frying Pan, NYC’de bulunduğumuz on gün içerisinde iki akşam yemek ve içki için tercih ettiğimiz, en üstteki fotoğrafta sağ tarafta yer alan kırmızı bir tekne!  Amerika Birleşik Devletleri Sahil Güvenliği tarafından uzun bir süre boyunca, New York Limanı’na gelen gemi ve teknelere ışığıyla yol göstermek, refakat etmek için kullanılan bir fener gemisiymiş. Kaldığımız evden yaklaşık on dakika yürüme mesafesinde yer alan Hudson River Park‘ın sonunda bulunan Pier 66 üzerinde. Artık NYC’de yaşayan bir arkadaşımızın bize önerisiydi bu pek keyifli mekan. Söylenen, güneşin batışını izlemek için gidilebilecek en güzel mekan olduğuydu çevrede.  Hakikaten de akşam serinliği çökene dek gökyüzünün en renkli hallerini görmemize olanak sağladı biralarımız eşliğinde The Frying Pan.

Özellikle hamburgerleri revaçta olan mekanda kalabalık grupların iş çıkışlarında evlerine gitmeden önce toplaşarak sohbet ettiklerine şahit olduk. En çok tercih edilen içkinin bira olduğunu, ve özellikle 5 Corona’nın yer aldığı buz dolu kovanın 35 $’dan satıldığını da not olarak eklemeliyim. Self servis bir mekan, yani önce yiyecek ve içeceklerinizi alıyor, sonra da oturarak keyfinize bakıyorsunuz. Belli akşamlarda da DJ performansları da olurmuş. Çalan müzikler genel olarak oldukça güzeldi. Mekanla ilgili tek alışılmadık gelen durum ise bazen bir teknede olduğunuzu unuttuğunuzda yani, hafifinden bir deniz tutması yaşamanız olabilir sadece 🙂

NYC eğer gezi planlarınız içerisindeyse, mutlaka bu bara uğrayın ve güneşi batırın lütfen.

New York City: Parklarda Hayat Var!

Battery Park 25 dönümlük bir park ve Manhattan adasının hemen aşağısında, New York limanının dibinde! Adını bir zamanlar buralarda yerleşmiş olan topçu bataryalarından alıyormuş. Şu bağlantıda parkın yukarıdan görünüşü çok güzel 🙂

Financial District gibi kalabalık, gökdelen yoğun bir bölgenin ardından gelen ve Hudson Nehrine bakan bu güzel park; uzun yürüyüşler yapmak, içerisindeki yer alan fıskiyeli alanda eğlenen çocukları seyretmek, konserler izlemek; yine sayısız banklarına, ya da yeşilliklerine oturarak Özgürlük Heykeli’ni, Ellis Adası’nı seyretmek için ideal bir yer.

Washington Square Park kaldığımız yere oldukça yakın, yaklaşık 10 dönümlük bir arazi üzerinde kurulu meşhur parklarından biriydi Manhattan Adası’nın. Yolumun üzerinde bulunan Magnolia Bakery‘den aldığım süslü keklerle ve kahvemle burada da kaliteli, huzurlu zaman geçirdim; geçirdik. Burada bizi en keyiflendiren şeylerin başında ise minik sincapların ellerindeki meşe palamutlarını sağımızda, solumuzda ya da karşımızda yer alan çiçeklikli alanlara götürerek gömmeleriydi. Açtıkları çukurlara gömdükleri yiyeceklerinin üzerini örtüp, “pıt pıt pıt” şeklinde minik elleriyle düzeltmeleri pek komikti 🙂 Başıboş köpek yok, ortalıkta hiç kedi yok; lakin sürüsüyle, artık kedi gibi yanınıza-yakınınıza gelip size sokulan sincaplarla dolu ortalık. Bu parkta da günün her saati çeşit çeşit insan olduğunu söylememe gerek yok sanırım! En dikkat çekici şey, insanların yemeklerini ya da kahvelerini -10 dakikalık zamanları bile olsa- kapalı alanlarda değil de dışarıda, parklarda yemesi-içmesi.

Bryant Park, benim en sevdiğim parktır Manhattan’da. Yaklaşık 10 dönümlük bir araziye kurulu parkın altında New York Kütüphanesi’nin arşivlerinin yattığını biliyor muydunuz peki? Zaten bir köşesinden bu güzeller güzeli kütüphaneye çıkıyorsunuz. Kütüphaneyi -benim gibi- Sex and the City filminde, Carrie ile Mr. Big’in evlenecekleri, ancak Mr. Big gelmeyince Carrie’nin merdivenlerden ağlayarak kaçarak kendini sokağa attığı bina olarak hatırlayabilirsiniz.  Bryant Park, şehrin en civcivli bölgesi olan “Midtown Manhattan”ın göbeğinde ve kar amacı gütmeyen özel bir şirket tarafından idare edilen halka açık bir parktır. Parkta yazın birbirinden güzel konserler ve özellikle siyah-beyaz film gösterimleri düzenleniyor. Kışın ise park buz pateni pistine dönüştürülüyor. İçerisinde yiyecek ve içecek satın alabileceğiniz minik büfeler var. Biz gittiğimizde Waldorf Astoria piyanistlerinden Daryl Sherman tarafından verilen piyano resitalini dinledik keyifle. Piyano ise rengarenk boyalı ve özel yapım, üzerinde “Bryant Park’ın piyanosudur” benzeri bir tabelası olan pek şirin, ortalık yerde duran bir piyanoydu 🙂

Brooklyn Bridge Park, 85 dönümlük bir park ve Brooklyn Köprüsü’nün Brooklyn ayağının hemen altında. Yukarıdaki fotoğraf Manhattan tarafından çekildi. Ayaklarını uzatarak dinlenen, kitap okuyan insanların kafalarını kaldırdıklarında gördükleri yeşil alan. Köprüden yürüyerek karşıya, Brooklyn’e geçtiğimizde bu parkın bir kısmında biz de yürüdük, hatta dinlendik çantamızdaki kuruyemişlerimizi yiyerek. Özellikle akşamüstü saatlerinde bu parktan Manhattan gökdelenlerini fotoğraflamak çok güzel!

Central Park Manhattan’ın göbeğinde, New York City’nin en büyük alana sahip beşinci, en çok ziyaret edilen ilk parkı ve 843 dönüm. Şu linkten panaromik olarak görebileceğiniz park, daha önce şurada yedinci madde altında bahsettiğim üzere insan eliyle yapılmış bir park!

Sevgilimi gezdirmek için sabırsızlandığım parka elimizde yiyeceklerimiz ve çimenlere sereceğimiz örtümüz ile gittik. Hava mis gibi olduğu için herkesler parktaydı: Bizim gibi turistler, öğle yemeği saati olduğu için -yine bizim gibi- öğle yemeklerini alıp gelmiş takım elbiseli New Yorkerlar köpeklerini gezdirenler, koşanlar, bisiklete binenler ve tabii ki çocuklar. Örtümüzü güzel bir yeşillik alana serip yemeklerimiz yedikten sonra bir miktar uyukladığımızı itiraf etmeliyim 🙂 Tepede güneş ağaçların yapraklarının arasından gözümüze doğru sızıverirken ona karşı koymak gerçekten zordu zira!

Park, dikdörtgen şeklinde. Başladığınız noktadan itibaren parkın tamamını sadece yürüseniz başlangıç noktasında dikdörtgeni tamamlamanız üç-dört saatinizi alabilir. Parkın içerisinde beyzbol, softbol sahaları, amfitiyatrolar, yapay göller, hayvanat bahçesi, müzeler, kafe ve restoranlar mevcut. Parkın her yeri yeşillik; yani ayağınızı basabileceğiniz, üzerinde oturabileceğiniz şekilde. Buna rağmen yeşilin kenarlarında da yüzlerce bank var!

Başlıkta “Parklarda Hayat Var” dedim. İster yurdumun dışında, ister yurdumun içinde. Parklar, bahçeler, halka açık yeşil alanlar olmalı, çoğalmalı.

Ne acı ki birkaç önceki yazımın birinde, “Amerika gibi kapitalist bir ülkede, Manhattan gibi metrekaresi altın değerinde olan bir şehirde bu kadar çok halka açık park-bahçe, bank-masa-sandalye-şezlong olması da oldukça ilginç gelen bir durumdu.” demiştim hatırlarsınız. Bizi ne yazık ki kapalı mekanlara, dört duvarlara, alışveriş merkezlerine mahkum ediyorlar gitgide. Otoyol kenarlarında piknik yapan insanlara ağırlıklı olarak ülkemizde rastlanır sanıyorum.

Yeşil alan yerine alışveriş merkezleri, gökdelenler dikme derdinde milletimin müteahhitleri. Varsa yoksa “daha” çok girsin cebime! Bu kadar açgözlülüğü aklım almıyor,  “kanaatkar” olmanın en büyük zenginlik sayıldığı bir inanca sahip bir milletin evlatları iken hem de!

New York City-Chelsea Market

Merhaba.

Burada olmadığım süre zarfında araya bir Ankara, sonrasında kız arkadaşlarla bir Kaş ve sevgililerimizin de eklenmesiyle bir Kemer seyahati sıkıştırarak bayramı seyranı atlatıp, evimize 28 Ekim tarihinde dönmüş bulunmaktayız! Ayağımızın tozuyla 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda Balmumcu’dan başlayıp Beşiktaş’ta son bulan fener alayına katılarak o coşkulu kalabalığın bir parçası olmanın keyfini de yaşayıp bir defa daha “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” dedikten sonra gündelik hayatımıza hızlı bir dönüş yaptık. 1 Kasım itibariyle çalışma hayatına tekrar giriş yapacağım düşünülünce bu yazıyı daha fazla ertelemek istemedim.

New York City’den beğenimizi kazanan bir nokta ile devam edelim kaldığımız yerden gezi notlarımıza, ne dersiniz? Chelsea Market.

Chelsea Market’ın ilk kuruluş yılı 1890 ve o tarihlerde Amerika’nın en meşhur bisküvisi olan Oreo’nun da üretildiği bir bisküvi fabrikası olarak hizmet vermeye başlamış. 1990’larda yatırımcı Irwin B. Cohen’in Dokuzuncu ve Onuncu Caddeler üzerindeki bölümü satın alıp yenilemesiyle şimdiki harika halini almış. İçerisinde çok sayıda dükkan, restoran, pastane ve alışveriş yapabileceğiniz harika mekanlar var. Ev kiraladığımız yer olan Meatpacking bölgesine ise yürüyerek üç beş dakika mesafede! Bulunduğumuz süre zarfında, yani on gün içerisinde, sanırım dört beş defa buraya geldik ve kâh kahvaltı, kâh akşam yemeği yeme fırsatı bulduk.

Favori mekanımız ise kesinlikle Lobster Place idi!

Benim gibi deniz ürünlerine tutku derecesinde bağlı biri için resmen dünyadaki cennetin ta kendisi! Taze deniz ürünlerinden istiridyeler, yengeç, ıstakoz ve çeşit çeşit balıkların yanı sıra suşi şeflerinin gözünüzün önünde hazırladığı çeşit çeşit suşi ve deniz ürünlü salataları ile günün her saati tıklım tıkış bir mekan Lobster Place. En önemli kalemi tabii ki canlı canlı hazır bekleyen ıstakozlar oluşturuyor. İster çiğ, isterseniz pişirilmiş halde satın alıp yiyebiliyorsunuz. Biz bir ıstakozu paylaştık sevgilimle ve bir tanenin asla yetmediğini öğrendik. (Fiyatı da oldukça makuldu: Bir pişirilmiş istakoz 20$). Çok lezzetliydi! Istakozları elinizle kopara parçalaya yiyorsunuz. Kabukların içerisinden çıkardığınız beyaz etleri sadece zeytinyağı ve limona batırarak lezzetlendirmeniz yeterli. Mutlaka denenmeli!

Lobster Place dışında kıvamlı ve çeşitli çorbalarına hasta olduğum Hale And Hearty Soups, meşhur çikolatacı amcamız Jacques Torres, brownilerine ayılıp bayılmanızın garanti olacağı Fat Witch Bakery ile sevgilimin kahvaltı için tercih ettiği Eleni’s New York favori mekanlarımız arasında ilgi ve bilginize sunulabilir 🙂

Bir daha New York’a gidecek olsam sanırım yine Meatpacking, Chelsea, West Village  ve So-Ho bölgeleri dışındaki bir yerde kalmak istemem. New York’a ilk defa gidecekler için elbetteki “Görülmesi Şart Olan Mekanlar” olan Empire State, Central Park, Time Square Meydanı, Özgürlük Anıtı, Brooklyn Köprüsü vs. yerler gezilmeli, buralarda hatıra fotoğrafları çektirilmeli 🙂 Gerçi sevgilimin ilk NYC seyahati olunca bunların çoğunu hızlı bir şekilde yine-yeniden yapmadım değil! Ama şehrin daha benim sevdiğim ayrıntılarıyla dolu, daha rahat hissettiğim; görülesi-tadılası-denenesi mekanlarına ev sahipliği yapan, özgür ve mimari açıdan daha beğendiğim tarafı bu bölgeler oldu.

Umuyorum Chelsea Market ve Lobster Place’e gidersiniz bir gün ve beni anarsınız. Güzel şekilde tabii 🙂 Sevgiler, güzel bir hafta dilerim.

 

What Happens in Vegas, Stays in Vegas!

Meali; Vegas’ta olan Vegas’ta kalır!

Evet sayın okuyucular, biz bu hafta sonu üç gün için Las Vegas’a kaçtık. Pek eğlendik, harika şeyler yedik-içtik ve en önemlisi aylardan sonra bendenizin ilk defa kemikleri, ilikleri ısındı kırk derecenin üzerinde sıcaklığı görünce! Faydalı olacağına inandığım bir Las Vegas derlemesi ile işte karşınızdayım. Buyurun notlara ve fotoğraflara:

  • Las Vegas’ta üç gün geçirdikten sonra rahatlıkla söyleyebilirim ki buraya “bekar” gelmek lazımmış!
  • Las Vegas’ta tüm otoparklar ücretsizdi, ki bu acayip bir olay.
  • Oteller inanilmaz şık, odalar nefis. Harika ve yıldızlı şeflerin işlettiği bir sürü güzel restoran var. Otellere check-in yaptırdıktan sonra burnunuzun ucunu dışarıya çıkarmadan hayat sürdürülebilir, net!

  • Kaldığımız The Cosmopolitan Oteli, Vegas’a en son yapılan otelmiş. Lobisinden, açık alanlarına-havuzlarına, odalarından manzarasına kadar etkileyiciydi.
  • Kumar oynamaya gelenlerin yanı sıra, “Bekarlığa Veda”, “Balayı” ve “Doğumgünü” kutlamaları için de sıklıkla tercih edildiğini gördük.
  • Havuzlar sadece içine oturup serinlemek için kullanılıyor. En derin yeri belimizdeydi. Zaten Amerikalılar kafalarını suya sokmazlarmış! Havuzda yüzmek hayaliyle-benim gibi- giden olursa sukutuhayale uğrar. Hava o kadar sıcak ki zaten, anca serin havuzda oturup içki içmek istiyor insan.
  • Havuz barlarından havuzun içine içki servisi var 🙂 Böylece benim için de bir ilk gerçekleşti ve Bloody Mary’imi havuzun içinde içmiş oldum.

  • Havuzların çevresinde kullanıma açık localar var! İçlerinde plazma TV’si, uzanmak için rahat, yastıklı sedirleri olan bu locaların günlüğü 750$. Burayı aldıktan sonra 750$’dan yediğiniz içtiğiniz düşülüyor.
  • Gündüz havuz partilerinden birine denk geldik. DJ eşliğinde club müzikleri eşliğinde herkesin hem havuzda hem dışında çılgınlar gibi eğlendiğine şahit olduk. İşte o an, “10 yıl kadar genç olsaydık keşke” dediğimiz anlardan biriydi 🙂
  • Las Vegas’ta her yerde; otelin içinde, havuzda, kumarhanede, restoranda sigara serbestisi bizi en çok şaşırtan şeylerden bir diğeriydi.
  • Tüm kadınların; yani yaş aralığı ne olursa olsun tüm kadınların kıyafetlerinde iki özellik göze çarpıyordu: 1-Etek boyu popo çizgisinin hemen altında, daracık elbise ya da etek giyiyorlardı. 2-Yüksek topuklu ayakkabı giyiyorlardı. Vegas’a gitmeyi düşünen kadınlar için bu ayrıntı önemli. Ne kadar kısa ve dar elbiseniz varsa o kadar iyi. Beden ölcünüz ise kesinlikle önemsiz!

  • Hayat 24 saat devam ediyor Las Vegas’ta. Sabah uçağıyla geldiğimiz için otele 08:00 civarında gördük ki, casino ve barlarda hala insanlar vardı!
  • Ve yine gördük ki bendenizde potansiyel bir kumarbaz ruhu varmış. Kocam zor çekti aldı beni kolluların başından:) Kendisinin ‘craps’ masasında kazandığı miktarı ben kollularda yemiş oldum! Ve sanırım “Yine olsa yine yerim”
  • San Francisco’da 18.00-20.00 civarında kapanan marketler, mağazalar 24 saat açıktı Las Vegas’ta!
  • Her şey para harcatmak üzerine kurulu burada. Ama seni zorlayan bir durum yok, sen kendin kuzu kuzu yapıyorsun o işi 🙂 Bazı otellerin içlerinde, kumarhanenin hemen yanı başında Gucci, Dolce&Gabbana, Louis Vuitton, Tiffany gibi mağazalar mevcut. Kumar oynamaya gelen adamların eşleri sıkılmasın diyeymiş çoğu 🙂

  • Otoparklar ücretsiz, lakin WiFi kullanımı ücretli! Bizim otelin günlük WiFi kullanımı için biçtiği değer 15$’dı. Yani diyor ki “Boşver interneti, aşağıya in 1 cent’lik makinalar bile var, o parayı kumara harca” 🙂
  • “Kumarhaneyi boşvereyim bu gece başka ne yapabilirim dışarıda” dersen eğer;
  • Ücretsiz olarak: Bellagio Oteli’nin önündeki havuzda (Ocean’s Thirteen’den hatırlarsan eğer) müzikle dans eden havuz fıskiyelerini izleyebilirsin. Her defasında farklı bir müzikte dans eden fıskiyelerde benim şansıma Michael Jackson vardı 🙂 Koreografi muhteşemdi! Sanıyorum akşamüstü saat 19.00’dan itibaren yarım saatte bir gece yarısına kadar tekrarlanıyor gösteri.

  • Yine Bellagio Oteli’nin içerisinde, her yıl en az beş milyon insanın ziyaret ettiği, mevsimlere göre değişen Botanik Bahçesi gerçekten görülmeye değer.
  • Treasure Island Oteli’nin önündeki havuzda ise Deniz Kızları-Sirens’lerin korsanlara karşı yaptığı gösteri var. Mutlaka seyredin, çok keyifli 🙂
  • Caesars’ın Forum Alış veriş merkezinde gezebilir (160 mağaza ve 15’in üzerinde restoran var), buradaki Atlantis Show’unu izleyebilirsiniz.
  • Las Vegas’ın o ışıltılı bulvarı Strip’te turlayıp tüm otelleri görün; özellikle Bellagio’nun, Venetian’ın, Caesars Palace’ın içini gezin ve New York-New York, Paris, Luxor’un civarında fotoğraf çekin.

  • Ücreti dahilinde; birbirinden güzel sahne şovlarını, müzikallerini izleyin. Örnek olarak; 10. yılını dolduran şovuyla Celine Dion’u ve Jersey Boys’u Caesers Palace’ta, dünyaca ünlü Cirque du Soleil’in Ka adlı gösterisini MGM Grand Otel’de seyretme imkanı bulabilirsiniz. Ayrıca CSI’a meraklıysanız benim gibi, sizin için oluşturulan suç mahallinde cinayeti çözüp sonrasında CSI uzmanlarıyla yemek yiyebilirsiniz 🙂
  • Birbirinden özel restoranlarda akşam yemeği yiyebilir, kulüplerde dans ederek eğlenebilirsiniz. Bizim yemek yediğimiz ve kulüp olarak tercih ettiğimiz mekanlardan The Cosmopolitan Otel’de bulunan The Milos adlı Yunan restoranını ve ödüllü açık büfesiyle Wicked Spoon’u kesinlikle önerebilirim. Kulüp olarak da yine otelimizde yer alan Marquee ve Encore Otel’de bulunan Surrender ve XS tavsiye edilir.

Sorularınız olursa seve seve cevaplarım. Sonraki yazımı Las Vegas’tan dönerken uğradığımız Hoover Dam ve Grand Canyon üzerine yazıyor olacağım.