Güzel Yerler Konulu Yazılar

İspanya Seyahatimizden: Volume(I) MADRİD

Bulls on the Wall
Annekuşumla bir seyahatimiz daha memnuniyet verici bir şekilde sonuçlanmış bulunmakta:) Kendisi -söylediğine göre- şu aralar dünyanın en mutlu kadını. Çocukluğundan beridir en büyük hayali İspanya’yı görmekmiş annekuşumun. (Sonraki Paris mesela, onu biliyorum.) O’nun için yapamayacağım şey yok. Bu sebeple kendisinin hayal ettiği yerleri görebilmesinde bir rolüm oluyorsa ne mutlu bana diyorum.

25 Eylül sabah 05:35 sularında annekuşum ve -artık-delikanlı 2 numara ufaklığım Tunacan’ımla buluştuk Atatürk Havalimanında. Tolunay ve ben 1 saat öncesinde oradaydık zaten. 08:20’de rötarsız kalkan THY Madrid uçağına kendimizi attık ve annemin hayali gerçekleşmeye başladı.

Madrid, İspanya’nın en büyük şehri ve 655 m. rakımla Avrupa’nın en yüksek başkenti. Gitmeden önce bir sürü araştırma yapmış, bir sürü yer ismi not almıştım. Sadece “Görmeden Gelmeyin”leri tamamlayabildik. Yeme-içme konusunda aldığım notlardan sadece bir tek yere gidebildik. Bu seyahate bir tur ile birlikte katıldık ve şanslı kullar olarak oldukça bilgili-keyifli ve eğlenceli bir tur rehberinden de fazlasıyla faydalandık:) Dolayısıyla yeme-içme konusunda benim listedeki eksikleri, rehberimizin listesindekilerle kompanse etmeyi başardık. Kendisi aynı zamanda başarılı profesyonel bir fotoğrafçı olan İsmail Erbaş’a buradan tekrar teşekkür etmek istiyorum bize kattıkları, anlattığı o harika hikayeler, içirdiği mohito ve şaraplar için:)

Another Reflection
Neler yapıldı Madrid’te derseniz?

~ Görülmesi gereken yerler listesinde başı çeken 136 binanın çevrelediği Plaza Mayor‘da soluklanıldı, kalamar ve karidesten oluşan iki tabak tapas ve 4 bira için 38 € ödendi.

~ Olmazsa olmazlardan boğa güreşi arenası görüldü.

~ İspanya’nın resmi olarak merkezi kabul edilen noktanın bulunduğu Puerto Del Sol Meydanına gidildi, tam karşısında olması beklenen ve Madrid şehrinin amblemi olduğu söylenen ağaca dayanmış bir ayı heykeli arandı ama bulunamadı! Zira heryer toz toprak, kazı çalışmaları vardı. Zavallı ayıcık olması gerekenden biraz uzakta arz-ı endam etmekteydi:)

Wall Art
~ 12 hektarlık Retiro Park‘ta bir yarım gün geçirildi, bir dükkandan alınarak sandwich haline gelen malzemelerle piknik yapıldı o yemyeşil çimenlerinde. İspanya İç Savaşında zarar görmüş olsa da parkın içindeki heykeller, çeşmeler, bahçe düzenlemeleri görülmeye değerdi.

~ Klasik mekanları Plaza de Espana, Plaza de Colon ve Royal Palace’dan geçildi, fotoğraflar çekildi:)

~ Mercado De San Miguel‘e bayılındı tek kelimeyle! Şehrin eski meyve-sebze pazarıymış. İçeriye girdiğinizde birbirinden bağımsız yan yana reyonlar görüyorsunuz; şarküteri reyonu, peynir reyonu, zeytin ve turşu reyonu, tapas reyonu, balık ve deniz ürünleri reyonu vs.. İstediğiniz reyondan tadımlık tabaklarda istediğiniz malzemeyi alıyor ve marketin ortasında bulunan uzun masalardan birine oturarak, yine marketin içinde yer alan bira ve şarap barlarından aldığınız içecekler ile afiyetle yiyorsunuz. En hoşuma giden mekan burası oldu benim.

Good Meat

 

~ Parrilla El Gaucho Restorant’ta Houston Texas’ta yediğim etten sonraki en lezzetli eti yedim! Bu restoran rehberimizin tavsiyesiydi. Puerta Del Sol Meydanındaki III. Carlos’un heybetli atlı heykelinin arkasına bakan sokaktan yukarıya doğru yürürken ilk sağa dönerek yokuşu çıkıyorsunuz. Yokuşun başında sağ tarafta yer alan bu Arjantin Restoranı İspanya’daki ilk gecemizde tercih ettiğimiz bir mekan oldu. Kocaman bir ocakbaşının çevrelediği bir barı var. Şanslıysanız orada yer bulur, bir kadeh rose şarabınızı yudumlarken seçtiğiniz etin pişirilmesini izleyebilirsiniz. Biz içeride, masada oturduk ve 4 farklı çeşittten et söyledik. 1 şişe güzel bir kırmızı şarap aldık ve heyecanla etlerimizi beklemeye başladık. Hepimiz birbirimizden tadalım ve tad farkını görelim diye 4 farklı et istedik. Etler Arjantin’den geliyormuş ve odun ateşinde pişiriliyormuş. Ben “medium-orta” pişmiş yedim diğerlerinin aksine. Hepimizin eti oldukça yumuşak ve lezizdi. 4 farklı etin tadıda birbirinden farklıydı. Yani benim gibi çok etçil olmayan birinin bile bu farkı anlamasından sebep burasının harika bir yer olduğuna karar verdik! 4 parça et, ekmek ve soslar ve bir şişe şarap için ödediğimiz para 106 € idi.

My Handsome Bro

~ Bir gece ardı ardına 3 bar ve bir latin klubü gördük. Akşam 22:30 civarlarında başladığımız “bar fly” aktivitesini 03:00 civarlarında sonlandırdık. Latin klüpte hiç bilmediğimiz halde saatlerce salsa yaptık. Bir gecede en çok mohito ve en hızlı alkol tüketme rekorunu kırdık. Annekuşum ve kardeşim de bizimle beraberdi ve onlar da çok eğlendiler:) İşin en ilginç yanı ise bundan tam 18 yıl önce annemin “işte bu da son tekne kazıntımız” diyerek kucağıma verdiği minik suratlı, minik ayaklı-minik elli küçük kardeşimle 18 yıl sonra beraber salsa yapmamızdı sanıyorum ki! İtalyan tipi, ince bedeni ve 1.90’lık boyuyla karşımda beni kucaklayan bu adama ne diyeceğimi bilemedim. Ağladım sesizce mutluluktan sadece:)

~ Genelde 3 öğün yedik. Otelde verdikleri sabah kahvaltısı benim için tatmin ediciydi gayetten. Dolayısıyla öğlen 13:30-14:00 civarlarında bir tapas (meze) bar bularak, kişi başı 2 tabak tapas (meze) alarak ve yanında bir içki ile karnımızı doyurduk. Aslında tapaslar gece boyunca tercih edilen yiyeceklermiş İspanyollar tarafından. Çünkü onlar için aslolan öğlen yemeği. Bu sebeple öğlen saatleri ağır yemekleri tercih ederken akşam yemeklerini sadece geceye hazırlık olsun diye hafif tercih ediyorlarmış. Akşam yemeğine 22:00 – 23:00 civarı başlıyorlar. Tapaslar zeytinyağlı hazırlanan deniz ürünleri, patates, peynir ve jambonla hazırlanan tek parçalık dilimler ve salata ağırlıklı. Yani tam benlik.

Madrid’de biz bunları yaptık.

Bir sabah 09:30 civarında Barcelona’ya hareket ettik. Yolumuzun üzerinde ZARAGOZA vardı. Bir sonraki Volume burası üzerine:)

 

Hoşluklarla Geçen Günlerin Ardından…

 

Lake Minnesota

~Tekneler, Minnesota`dan – 2006 Temmuz~

 

… Yine bir sürü şey yapıldı tarafımdan.

~ Önce Cuma gününden söz etmem lazım sanırım. Özellikle de Selim‘in radyo programına konuk olduğum o 1 saatten! Önce bana hiç geçmeyecekmiş gibi gelen, sonuna geldiğimizde de “nasıl yani, bitti mi?” diye bakakaldığım o 1 saatten:) Programı dinleyen arkadaşlarım sağolsunlar Facebook‘da yorumlarını esirgemediler. Teşekkür ediyorum hepinize. Program sırasında bütün konu insanın kendisi, hayatı, hayalleri ve JTB olunca bir nevi ünlü, tanınası bir kadınmışım gibi hissetmedim dersem yalan olur. Ankara’dan ve günlük bir takım olaylardan da bahis ettik gerçi, ama en vurucu nokta son nokta oldu. Selim, programın sonunda format gereği kısa bir hikaye okuyacağından bahsetmişti. Ben de Selim‘in kendi hikayelerinden birini okuyacağını sanmıştım. Ama Selim, o dakikaya kadar bana tek kelime etmemeyi başarmış, programın sonunda da beni can evimden vurmuştu: Benim bir hikayemi okudu. Mayıs 2006’da yazmış olduğum şu hikayeyi. İnsanın kendi yazdığı satırları başka birinin sesinden, özellikle de Selim gibi sesi ve diksiyonu mükemmel biri tarafından okunurken, dinlemesi inanılmaz bir tecrübeymiş. Son paragrafa doğru gözyaşlarımı zor tuttum, o kadar diyeyim! Tekrar teşekkürler arkadaşım. Bu program işleri çok keyifli hakkaten, aman dikkat: Alışabilirim:)

~ Hani demiştim ya, evimi kiralamam lazım diye.. Evet, bir mucize oldu. Yazıyı yazdıktan 2 gün sonra, yani yine geçtiğimiz Cuma evimi kiraya verdim:) Artık son kalan okul taksitimi dert etmeme gerek kalmadı. Ayrıca direkt olarak bu konuyla bağlantılı annekuşla seyahat aktivitesi için de Eylül sonu kesinleşti:) Bu arada bir hoşluk daha oldu, daha önceki annekuş ile planlanan ama kendisinin gelemediği İtalya seyahatine Tolu ile gitmiştik ya biz. Hah işte, sonu o geziye benzemez inşallah, ama Tolu’cum da bizimle gelecek bu seyahate bir problem çıkmaz ise:)

~ Cumartesi günü sabah gidip motor sınavına girdim motorsiklet ehliyeti için. Malum B tipi ehliyetiniz olunca A2 için sadece motor sınavına giriyorsunuz, ki bu da 20 soru demek:) Yıllar içinde kendini tekrarlayıp duran hepi topu 100 soru var zaten motora ilişkin. Girdim sınava, 10 dk.da bitirdim. Ama çıkmak ne mümkün? İlk 45 sakika boyunca sınav salonu terkedilemeyeceğinden sıkıla sıkıla oturdum salonda. Bu arada diğer sorulara baktım zaman geçsin diye. Ehliyetimi 1996 yılında almama rağmen bir araba sahibi olamadığımdan sebep ehliyetim de bilgilerim de bir işe yaramıyordu. Ama özellikle Trafik sorularına gayet güzel cevaplar verebildiğimi şaşkınlıkla görmüş bulundum:) Arabaya değilmiş, umuyorum ki motorsiklete kısmettir o güzelim ehliyet:) Zaten Ankara’da araba kullanmakla ilgili hevesim de hayallerimde son birkaç yılda törpülenmiş durumda. Şöfor olmadığım halde bana cinnet geçirten trafikteyken bazen, iyi ki ben kullanmıyorum diyorum! Zira bu asabiyetle ben mutlaka birkaç taksi şöförü ile dalaşmaya yeltenir, muhtemelen sonunda da pişman olurdum:)

~ Cumartesi günü öğlen saatlerinde Ayşegülüm Sultanım ve Tolu ile buluştuk Tunalı’da, Sardunya Cafe‘de. Bakın bilmeyenlere bir sevimli mekan önerisi daha benden:) Bu cafe Tunalı Hilmi’de değil, ama onu kesenlerden Bülten Sokakta. Elizin Pastanesinin sokağında. Tam adresi Bülten SoK. No:21. Telefonu 466 4576. Ufacık, ama yemyeşil bir bahçemsisi var:) Bu da ne diyorsunuz değil mi? Bahçe desen bahçe değil, ama çok güzel birşey demek benim lügatımda:) Hepi topu 5 masa var sanırım, 20 kişi anca sığıyor. Tamam ben yemek yemedim, dolayısıyla menünün yeterliliği konusunda yorum yapamam. Ama bizimkiler yedikleri makarna ve salatadan memnun olduklarını söylediler. Zaten ben kahve içmiştim. Benim önerimin tek sebebi bahçemsisi:) Şırıl şırıl suların akıp birkaç katlı, içinde kırmızı japon balıklarının yüzdüğü minyatür havuza dolduğu bir atraksiyonu var. Fotoğrafını çektiğim ilk an paylaşacağım, o zaman anlayacaksınız beni.

~ Pazar günü patatesli omletli zengin bir kahvaltıdan sonra oturup 3. sezondan 3 bölüm House izledik. Bu adama bayılıyorum:) Lost’dan sonra evimdeki tek DVD dizi serisi. İzlediğimiz bir bölüm çok ilginçti. (Gerçi her bölüm enteresan ama..) 10 yıldır komada bir adam. Adamın onu ziyarete gelen 17 yaşında bir oğlu var. Soap Opera dizilere hasta bir şahsiyet olan ve klinik görevinden kaçmak için gidip enteresan köşelerde bu dizileri izleyen adamımız House bu defa komadaki adamın yatağının kenarında oturmuş bir taraftan cips yiyip bir taraftan dizi izlerken adamın oğlu geliyor. Bir problemi olan çocuk orada nöbet geçiyor ve adamımız House’un bölümü çocukla ilgilenmeye başlıyor. Dr. House, Diagnostik Medicine, yani nam-ı diğer Tanısal Tıp bölümünün başkanı. Yaptıkları iş, kimsenin teşhis koyamadığı hastalara teşhis koymak! Bu çocukta da görünürde belirli bir hastalık yok, ama sürekli nöbetler geçiyor. Her neyse, anlatacağım ilginç kısım bu değildi..Amma uzattım. Çocuğun tıbbi geçmişini öğrenmek için ailesinden tek kalan kişi olan babasını uyandırıyor House! Bu kısımdı bana inanılmaz gelen. 10 yıldır komadaki bir adama bir doz iğne yapıyor ve adam hiçbir şey olmamış gibi yataktan kalkarak ortalıkta, ukalalık etmekten de geri kalmayan tavırlarıyla, arz-ı endam etmeye başlıyor. Gerçi bu ilaçla uyanan hastaların 1 ya da 2 gün sonra ya tekrar komaya girmeleri ya da ölmeleri söz konusuymuş. Açıkçası böyle birşey olası mı emin olamadım. Buradaki doktor arkadaşlarıma soracağım! Bilen varsa fikir beyan edebilir mi lütfen?

Pazar günümüzün kalanını Haymana Yolundaki bir evin bahçesinde mangal keyfi yaparak geçirdik Sevgilimle birlikte. Ev, Sevgilimin abisi ve yengesine ait, 10-12 evlik bir kooperatifin parçası. Evimizden çıkıp, bu evin garajına ulaşmamız tam olarak 53 km. ve 1 saat alıyor:) Evet, uzak bir miktar. Ama bir keyifli ki sormayın. Daha önce, sanıyorum 1 ay kadar önce, burada oldukları bir hafta sonu bizi mangala davet etmişlerdi karı-koca. (Samsun’da yaşıyorlar şu anda işleri gereği.) O zaman biraz fırtına, bir miktar yağmur ve bolca rüzgar eşilğinde yine de afiyetle silip süpürmüştük masadakileri. Bu defa da biz ikimiz gittik. Hava sıcak, ama bir miktar esintiliydi yine. Bahçesinde bir sürü meyve ağacı var; elma, şeftali, kara dut ve vişne. Vişneler ve şeftaliler yerlere dökülmüş, zamanlı gidip toplayamadık zira:( Ama birdahaki bahara mutlaka elimizden geldiğince bu güzel ve keyifli bahçe ile ilgilenme planları yaptık. Bahçeyi çimlendirme, meyve ağaçlarını ilaçlama ve zamanında meyveleri toplama konusunda yani:) Evden de bir sürü şey götürmüştük, yoldan da et-mangal kömürü vs. aldık. Saat 15:00’dan gece 22:00’a kadar bahçedeydik. Mangal yaptık, ki ben mangalda ilk defa ellerimle patlıcan patlatıp salatasını yaptım. İnanılmaz lezzetliydi. Çok huzurluyduk, çok mutluyduk ve çok tok olarak döndük evimize. Öyleki bu sabah kahvaltı bile etmedim. O derece:) Artık uzakta da olsa, hafta sonları bahçesinde yayılabileceğimiz bir mekanımız var:)

~ Sevgili K.İ.S.D beni “Yaratıcı Blog” kategorisinde mimlemiş. Sonuç olarak mim gereği hakkımdaki 7 ilginç maddeyi yazmam gerekiyormuş:) Yıllar önce yine buna benzer bir mim dalgasında şu satırları yazmışım kendimle ilgili ilginçliklere istinaden. Oradan şimdiye 6. madde geçerliliğini yitirmiş durumda. Şimdilerde bunlara ekleyebileceğim maddeleri yazıyorum:

1- Kuaförlerde vakit geçirmekten her zaman nefret ettim. Her daim rapunzel gibi uzun saçlarla dolaşınca kuaförde geçirdiğim vakit de takdir edersiniz ki hiç kısa sürmüyor! Nefret ederek saç boyatmaya gidiyorum şimdilerde. Artık bioform yaptırdığımdan beri saçlarıma şekil vermek ya da fön çektirmek için kuaförlere ihtiyacım kalmadı:)

2- Tüm alışverişlerimi internetten yapıyorum. Markafoni ve Limango‘dan açıldıklarından beridir bir sürü şey aldım. Gittigidiyor‘dan onlarca kıyafet alışverişi, elf‘ten makyaj malzemesi vs. satın alıyorum. Bedenler ya da makyaj malzemelerinde ton ve renk konularında hiç şansız bir durumla karşılaşmadım. Mağaza mağaza gezmekten de haz etmeyen bendeniz için bu durum inanılmaz güzel, aynı zamanda da karlı! Dışarıdan satın almaya kalksam 5 birim ödeyeceğim şeyleri en fazla 3 birime mal ediyorum:)

3- Çocukluk hayallerimde hep 2 çocuk ama hiç koca vardı:) Nedendir bilinmez, babası olmayan çocuklarımla kocaman bir evde yaşadığımı, onları okula getirip-götürdüğümü, onlarla arka bahçede:) tenis oynadığımı hayal ederdim. Bizimkilerde ayrı değildi ben bu hayalleri kurduğumda ilginçtir. Enteresan!

4- İçki içerken bir limitim yok! Açılmış şişeler bitmek zorunda diye bir kural varmışcasına şişeyi bitirmeden yatamıyorum! Birçok erkek arkadaşıma göre iyi içerim. Yalnız son bir yıldır etkilenmeye başladım, uykum geliyor:)

5- Günde 3 litreye yakın su içerim. Bu sebeple gün içinde tuvalete taşınmaktan sebep egzersiz yapmaya gerek görmüyorum. Öğlene kadar neredeyse 4-5 defa gider gelirim:) Bazen tuvalete gitmekten bitap düşerim!

6- Erkek olsaydım Monica Belluci’den başka kadın tanımazdım. En beğendiğim kadın aktristtir. Onun kadar güzel başka kadın yok bence. (Buna Hülya Avşar’da dahil:)

7- 35 olmama şunun şurasında aylar kalmışken bir itiraf: Hayatımın hiçbir döneminde bu yaz ki kadar elbise-eteğim ve makyaj malzemelerim olmadı! 35 yaş krizinde miyim neyim?

Nasıl ama? Çenemin çok düşük olduğunu söylerim de inanmazsınız. Bakın bakalım daha ne gibi kanıta ihtiyacımız var:)

Haftaya güzel başladım yine ben. Sizlerde umarım iyisinizdir. Kendi kendimizin motivatörü olmamız lazım, yoksa yaşam zor be dostlar:)

 

İki Ara Bir Dere Organizasyonu (III): KAŞ

Sea Kayak

Kalkan’dan gelirken Kaş’a doğru yaklaşık 25 km., o virajlı ve tamamı deniz kenarı yoldan görülesi güzellik için diyecek söz bulamıyorum ben. Kaputaş Plajınıda bu arada seyir edebilirsiniz mesela. Seyir terasıvari bir yer tepeden. Biz öyle yaptık. Sevgilim bayıldı. Sonra gelir gireriz demiş idik, ve fakat nazar boncuğuna ilişkin 3. olay yaşanınca otelimizden ayrılamadık motorsiklet kullanmak suretiyle Ankara’ya dönüş gününe kadar:(

Kaş’ın bende uyandırdığı şeylerin başında AŞK geliyor:) Ne enteresandır ki ilk defa 2003 yılında gittiğim bu tatil yöresine hiç AŞK’ımla gitmek, ya da orada AŞıK olmak kısmet olmamıştı. KAŞ=AŞK denklemini Sevgili ile denedim, kesinlikle tecrübe ettim ve tavsiye ediyorum:)

Yıllardır Kaş diye tuttrmamın sebeplerinin başında ilkin havası gelir. Tabi biz genelde yarımadada kaldığımız için gündüzleri şehir merkezi kadar sıcak olmaz burası. Ayrıca akşamüstü saatlerindeki serinliği de cabası. Antalya’nın bir ilçesidir, amma velakin kesinlikle Antalya’nın havasından bir haberdir. Sonra denizidir sebep burayı dilime pelesenk yapmamın bir diğer nedeni. Ben bu kadar güzel deniz başka bir yerde görmedim arkadaşlar, kim ne derse desin! Son olarak da sanıyorum -henüz- bakir kalmış, ya da kalmaya çalışan hali ve burayı sahiplenmiş insanlarıyla arasındaki enerjiyi seviyorum Kaş yöresinin.

Dilara

 

Yapılabileceklere gelince;

~ Kesinlikle çok zengin. Mesela tur tekneleri ile değişik tur rotalarından sabah yola çıkarak, akşam üstü saatlerine kadar koylarda dolaşabilir, öğlen yemeğinizi teknede yer ve bol bol denize girebilirsiniz. (Kaş-Kekova*Batıkşehir* Üçağız-Kaleköy)

~ Mesela dalışa meraklı iseniz Kaş’tan daha iyi ve zengin bir denizaltı bulamazsınız. 30’dan fazla dalış noktasında mağara dalışı, kanyon ya da batık dalışı yapabilirsiniz.

~ Ya da sea kayak denilen, mini kanolarla ekipler oluşturarak Kaleköy’e kadar uzunca bir rotadan kano yapabilirsiniz.

~ Fethiye Babadağ kadar meşhur olmasa da Kaş’da da yamaç paraşütü yapılabiliyor.

~ Xanthos, ya da Myra Antik Şehirlerinin kalıntılarına Jeep Safariler düzenleniyor.

~ Bizim Kaş’a bunu da yapmayı amaçlayarak gittiğimiz, ama gerçekleştiremediğimiz günlük geziye çıkabilir, eğer geçerli Shengen vizeniz var ise Meis adasına geçebilirsiniz.

~ Saklıkent Kanyonuna günü birlik geziler düzenleniyor. O harika kanyonda buzz suların içerisinde yürüyerek zorlu bir trek macerası gerçekleştirebilir; sonrasında da nefis gözlemeler ve yine suyu gibi buzz ayranından içmek için kıyısındaki sedirlerde yan gelip yatabilirsiniz. (Bu maddenin üzerine 2003 yılındaki ilk gidişimizde çizgi çekmeyi başarmıştık:)

Bunlar aklıma gelenler. Unuttuklarım olabilir, tecrübeli arkadaşlar ekleyebilirse çok sevinirim:) Biz, ben daha önce 2 defa gerçekleştirmiştim ama, yine ilk maddedeki tekne turu alternatifi üzerinde tereddüt etmeden karara varmış bulunduk. Bir tam günümüz bu şekilde, gayet güzel, keyifli ve bol yüzmeli geçti:) Tekne turlarını sınırsız denizde olabildiğimden ve her seferinde engin, pırıl pırıl yerlerde mest olarak sudan çıkamadığım için tercih ediyorum ben. Daha önce burada bir defa dalmışlığım mevcut, ama bir daha yapmak kısmet olamadı hiç. Sea Kayak için de heveslendik, yapmadık. Bir defa daha kesin gideceğiz, zira Sevgilim öyle dedi:) Onuda KAŞ Aşığı yaptım sanırım:) “İşte o zaman da bunu deneyelim” dedi, tamam canım benim dedim:)

Boats

Kaldığımız otel, benim daha önce Ayşegülüm Sultanımla birlikte 2 defa kalmış olduğum bu oteldi. Herşey iyi, hoştu kalışımıza ilişkin. Ben huylu olmasam -ne bileyim şezlong bulamayınca delirmesem hemen ve yukarıya tlf. açtığımızda getireceklerini bildiğim için 10 dk. sabredebilsem mesela, ya da sabah kahvaltı ederken yayınlanan -kimsenin kontrolü altında olmadığına emin olduğum- garip müziklere mesela kıl olmasam, eminim daha da hoş olabilirdi:) Sevgilimin bir derviş olması sebebiyle dengeyi bulmaya çalışıyorum, hayırlısı. Yarım pansiyon konakladık otelde ve akşam yemekleri inanılmaz lezzetli ve bol kepçeydi. Her akşam ne yazık ki rakılık yemek olduğundan, ve sadece yemek sırasında bir 35’lik devirdiğimizden sebep, Meis Adasına gideceğimiz sabah ben bir türlü kalkamadım ve de tekneye yetişemedik!

Eğlenmek için Red Point’i tercih ettik. Sonrası Mavi Bar’ın karşısındaki duvarın üzerine oturup bir akşam buzlu badem, bir akşam satıcı sevimli ufaklıktan açtırdığımız 41 tane midye dolmayı yedik. Sengül Aba’m gözlemeleri ile birlikte her gece 02:00’dan itibaren hemen yanıbaşımızdaydı. Bir akşam inanılmaz bir tesadüf sonucu İstanbul Kemancı Bar’da yıllarca bir grubun solistliğini yapmış, artık şarkı söylemeyen ve tatil için Kaş’ta bulunan ve bangır bangır AC/ DC söyleyen bir abiye rastladık Köprü 6 Rock Barda:) Sevgilimin ağzı kulaklarına vardı. Bir de Def Leppard söylediler, en son “niye saçlarım hala uzun değil” diye ağlıyordu benim adam sallarken önleri hafif açılmaya yüz tutmuş kafasını şarkının ritmine uygun bir şekilde:)

Kaş sakinlerinin favori mekanı Hideaway Cafe. Bi Lokma da tavsiye edildi. Ayrıca arkadaşımızın çalıştığı Papillion Bar & Cafe’yi de lütfen unutmayın.

Bu tatilin ünlüleri de Uğur Polat ve Özge Özder oldu. Uğur abimi zaten severim, düşeş oldu:) Sesi üzerine ses tanımam! Özge hanım da amma minik bir kadınmış, TV’de öyle görünmüyor hiç ama:( Kaş’ta bulunan sadece bu iki ünlüydü, kalanı Alaçatı ve Çeşme’de malum:)

*ps* 2007 yılındaki Kaş tatilim için buraya bir tık tık lütfen:)

**ps** 2006 yılındaki Kaş tatili sonrası yazılmış Cuma Hikayesi için de buraya bir tık:)

***ps*** 2009 yılı Kaş tatilini başka güzel bir kalemden okumak ve foroğraflara doya doya bakmak için Oytun’un bu sayfasına bir tık alalım:)

Bu arada, evet 2 nolu fotoğraftaki Likya Mezarına yürümeye çalışan kadın benim:)

 

Son olarak, bu tatilimin fotoğraflarının renk ayarlarında ciddi problemler var. Ya fotoğraf makinasından kaynaklı ya da benim diz üstü pc’min monitörünün kalibrasyonu ayvayı yemiş durumda. PC’ye aktardığımda renkleri inanılmaz kötü görünüyor! Lensim sonunda ulaştı elime. Bakalım birkaç fotoğraf çekip o şekilde deneyeceğim. Yoksa, yandım sanırım, bir de diz üstünün servis görmesi gerekecek!!

İki Ara Bir Dere Organizasyonu (II): Fethiye Ölüdeniz-Kelebek Vadisi

 

Butterlfly Valley 1

Bodrum’dan yola çıkışımız öğlen saatlerini buldu, yavaş yavaş acele etmeden vardık Fethiye-Ölüdeniz’e akşamüstüne yakın bir vakitte. (Bu arada ikinci nazar boncuğunu cebimize atmış bulunduk. 81 km. ile radar hadisesi!) Ölüdeniz’e varınca Sevgilim doğru yerde olduğumuza inanamadı bir süre, zira en son 10-12 yıl kadar önce yamaç paraşütü yapmak için buraya gelmiş ve o zamanki gördükleri ile şimdikini bağdaştıramadı pek. Sonuç olarak çok gelişmiş, genişlemiş ve her haliyle turistlik bir belde vardı karşımızda. Yukarıdan aşağıya vadiye inerkenki görüntü süper yalnız. Aşağıya sahile indik ve hemen önümüzde yer alan “İnformation Office”den bize kalacak bir yer tavsiye etmelerini rica ettik. Bu uygulama ile başka bir yerde karşılaşmadım ben, dolayısıyla oldukça işe yarayan ve kolaylaştırıcı bir hizmet olduğunu söylemek istiyorum. Büroda İngilizce bilen 3 tane genç arkadaş var. Gece 23:00’e kadar açık olduklarını söylediler. Otel, tur, yakın yerler gezileri, bilet, vs.. her türlü konuda yardımcı oluyorlar. Biz tamamen spontan yola çıktığımız için “Nasılsa bir otel buluruz” diyerekten Kaş dışındaki hiçbir yerde otel ayarlamasına gitmemiştik. Sadece vereceğimiz ücret belliydi, o kadar. Sorduk, önlerindeki fotoğraflı otel kataloğundan seçip bu oteli önerdiler; ayrıca sahile de 2 dk. uzaklıkta dediler. Tamam dedik:) Kaldığımız sürece de otelimizden çok memnun kaldık. Tavsiye ederim gayetten. Tek 2 Türk bizdik, bir sürü genç İngiliz bebe ve aile vardı. Otelimizde kalan İngiliz çocuklarla sonra dışarıda da karşılaşıp kaynaştık:) Sadece tekne turuna katıldık Ölüdeniz’den kalkan ve Göcek Koylarına giden bir grupla burada. Göcek koyları hakkaten görülmeye değer, pırıl pırıl deniz bol bol yüzdüm. Ama ne yazık ki bu güzelliği duyan geldiği için sıkış tepişti teknelerden her koy:( Umarım oralarında b..kunu çıkarmayız yakın zamanda:(

Ölüdeniz çok da canlı bir yer değil hakkaten. Gerçi ben çok kalabalık, aşırı gürültülü müzik, çılgınca partiler aramıyorum; hatta ne kadar huzurlu olursa o kadar iyi derim. Burasıda aynen öyleydi. Adına mütenasip “Ölü” sayılabilecek, ama belli bir turistlik seviyeye ulaşmış bir belde işte. Buraya gelmemizdeki asıl amaç Kelebek Vadisi olduğu için 2 akşam dışarıda yemek yedik, dolandık ve biraz dans ettik; yetti bize:) Pahalı yalnız. İngiliz parasına denk rakamlar lira cinsinden!

 

Bir gece kalıp ertesi sabah Kelebek Vadisi için sahilden kalkan teknelerden birine binmeye çalıştık bir süre!! Kıyı dalgalarla dövülüyor, Sevgilimde kocaman paraşüt çantası (Ama içinde bir gecelik kıyafet, havlu, kitap, mayo vs.. var), ayağımızda doğal olarak parmak arası terlikler, ben de plaj çantası falan bir süre zorlandık tekneye binmekte. Çünkü teknenin yanaşması ve sizinde yürüyerek binmeniz için bir iskele yok bu sahilde. Tekne kıyıya en yaklaşabildiği yerde duruyor, sizde elinizdekileri ayağınızdakileri çıkarıp teknedeki Robinson kılıklı kovboy şapkalı abiye veriyorsunuz, sonra da dalgalarla poponuza kadar ıslanarak merdivenlere tutunmaya çalışıp kendinizi tekneye atıyorsunuz:) Bu arada aynı tekne ile Vadiye yiyecekler ve içecekler de taşındığından onların da yüklenmesini bekledik bir süre: Yumurtalar, ekmekler, kasalarca içecek, çuvallarca patates..

From Butterfly Valley

Kelebek Vadisi‘nin neyi temsil ettiği ve projenin amacı şurada çok güzel ifade edilmiş. Bu vadi Dünya Mirası Vakfı tarafından, dünya üzerinde korunması acil gereken 100 dağdan biri olarak tespit edilen Babadağ’ın eteklerinde ve Kanyon duvarı yaklaşık 350-400 m. uzunluğunda. Ben bana hissettirdiklerini aktaracağım şimdi izninizle:HUZUR, MUTLULUK, ÖYLE SALAK BİR GÜLÜMSEMEYLE DUDAĞINIZIN UCUNDA OTURUP DURDUĞUNUZ, ZAMANSIZ BİR CENNET!

Vadide konaklama için ya çadır ya da bungalov imkanı var. Bungalovlarda bir gece yarım pansiyon kalış ücreti 45 TL. Çadırda kalırsanız 35 TL. Sabah kahvaltıları ve akşam yemekleri açık büfe ve gayet tatmin edici. Akşam sebzenin her türünden yemek vardı, ve o sebzelerin tümü Vadi’deki tarlalarda çalışanlarca yetiştiriliyor. Yemek yediğiniz ve gün içinde oturup kitabınızı okuduğunuz mekan tahta masalarla bezeli ve salkım salkım asmaların hemen altında. Orada saatlerce hiç bıkmadan oturabilirsiniz. Hemen hemen her yerde hamaklar var. Hamaklara uzanıp benim gibi keyif yapabilirsiniz:)

 

Hayatımda ilk defa bir bungalovda kaldım:) Son defa olabilirdi! Arsız bir cır cır böceği sebebiyle kafama kadar çektiğim çarşafın altında uykuya dalmam sabahı buldu:) Böceğin bungalovun sazlıktan yapılma çatısı üzerindeki her zıp zıp hareketi gayet duyulmaktaydı. Ayrıca ayaklarımda, kollarımda ve dahi yüzümde dolaşan minnacık karınca kardeşlerle de bayağı cebelleştim. Bungalov denen şeyi tercih nedenim en azında kapısı falan var, kapalıdır mantığından yola çıkmamdan sebepti. Ve fakat yanıldığımı bungalovun kapısının önüne gelince anlamış bulundum! Kapı, belimin hizasına geliyordu ve bungalovun her bir tarafı açıktı!! Ama sabaha kadar kıyıya vuran dalga seslerini, gece öten kuş seslerini dinlemek yine de güzeldi ve sıkıntımı biraz aldı diyebilirm. Konformist değilimdir, ama sanırım biraz huyluyum ben:)

Yapılabilecek en güzel aktivitenin meşhur şelalesine yürümek olduğunu söylediler, yürüdük bizde:) Sanırım 2 saat civarında sürdü gidiş-gelişi. Sağlıklı bir trek aktivitesi oldu ve vadiye adını veren kaplan kelebeklerle de tanış olmuş olduk. Sadece 2 farklı cinsinden gördük biz. Özellikle şelaleye yaklaştıkça çoğaldılar, ama yinede buraya adını vermelerinden sebep daha çok görebilmeyi umardım. Şelaleye yürüyüş, uzun zamandır yaptığım en güzel aktiviteydi. Kayaların arasından, gittikçe yükselen bir rampadan, şırıl şırıl akan derenin başlangıcındaki şelaleye ulaştığımızda ise üzerimizdekileri çıkarıp aynen filmlerdeki gibi şelalenin altında yıkanıp serinledik:)

Butterfly Valley 2

 

Tek sevmediğim şey gün içinde gümbür gümbür müziklerle, tıkış tıkış teknelerin ortalıkta yarattığı kirlilikti:( Bir sürü tekne geliyor, bir sürü insan çıkıyor sahile, bağırış, çağırış.. Gereksiz bence! Keşke sadece kalmaya gelenleri kabul etseler, gerçi bu gelenlere de satış yapıp yiyecekti-içecekti para kazanıyorlar ama.. Akşamüstü 17:00 olsun diye dua ediyorsunuz, tekneler o saatte ayrılıyorlar. Para demişken, Türk Lirası geçmiyor arkadaşlar:) Kelebek Para diye birşey var, oyunlardaki paralar gibi. Onunla alış-veriş yapıyorsunuz:)

OMG

Gidilmesi, mümkünse uzunca kalınması gereken bir yer. Ortalıkta gezinen tavuklar, kazlar, civcivler, bir kenarda oynaşan kangallar Kıtmir ve Kayra, yavruları şirinlik abidesi yaramaz ufaklık, arılar, böcekler, cırcır böcekleri:) Kayaların üzerinde bir “Rock Bar” var. Akşam geç saatlerde ışıl ışıl pek güzel. Dalış ve tırmanış için ekipler var; ders alıp bunları gerçekleştirebiliyorsunuz. Herşey el emeği, tüm çöp tenekelerinin üzerlerinde çeşit çeşit resimler var, boyalarla boyanmış herşey. Vadide çalışanlar hepsi bizim eskiden “bitli” diye tarif ettiğimiz hafif paspal, uzun kıvırcık saçlı, bir elinde gitar bir elinde bira olan, zayıf, güneşten kapkara olmuş, yanık tenli, güzel gözlü, eğlencelikli ve çalışkan tipler.

To the Waterfall

 

Romantik de bir mekan. Yalnız da gidilebilir, kafa dinlemek, uzaklaşmak, kaçmak ve düşünmek için. Ama sevdicekle gidip benim gibi sarmaş dolaş olma hayalleriniz varsada makbul bir yer. Benim Sevgilim romantik değil, o ayrı:) Ne yapalım, o da eksik olsun. Eğlenceli ama allah için, güzel dans eder, birde güzel güler. Canım benim:)

Son noktamız, Kaş tatilimiz kaldı bir tek. Orası benim cennetim, benim memleketim. Öyle hissediyorum. Bir bağım var, nedenini tek bir kelime ile ifade edemem, zor. Umuyorum oralarda o havayı soluyarak yaşlanabilirim. Olmadı zaten oralara gömsünler beni! Gerçi toprağa girdikten sonra nereye bakıyor olduğunun bir önemi yok ama! Ha bu arada ben organlarımı bağışlayacağımdan sebep gözlerim olmayacak zaten, bakmasa da olur:) Aman neyse.

 

İki Ara Bir Dere Organizasyonu (I) : Bodrum-Kos (İstanköy) Adası

 

Kos Harbour

İlkin Seferihisar’da güzel ve sakin bir 5 gün geçirdik. En sevdiğim yer, her zamanki gibi, hamak oldu ve Ellen McArthur’un “Avucumdaki Dünya” adlı anı romanını elimden bırakmadan belkide saatlerce yattım o hamakta. Her akşam mutlaka mangal yaptık bahçede ve bir defa da Sevgilimin anne ve babasının 45. evlilik yıldönümleri münasebetiyle Sığacık’da bir balık restoranına gittik. Sığacık, daha önceki bir yazımda belirttiğim “Slow Cities” üyesi olmaya hazırlanan bir belediye başkanı ile atılım yapmış durumda. Arabaların belli bir yere kadar limana girmesine izin var. Herkes pek bir sakin hareket ediyor, bağırış-çağırış-korna sesi yok. Yapılması hedeflenenler daha çok fayton ve bisikletin yaygınlaştırılması, organik tarım yapılmaya başlanması, evlerdeki geleneksel yemeklerin restoranlara taşınması, çöplerin ayrıştırılması işine dikkat edilmesi gibi maddeler üzerine kuruluymuş. Restoranın garsonu anlattı bize:)

~

From Kos İsland

Geçtiğimiz bayram tatilinde Prag’a gitmek için vize başvurusunda bulunduğumuzda bizi memnun ederek 1 yıllık Shengen vizesi vermişlerdi. Başak‘cımdan öğrendim ki Yunan Adalarına Shengen vizesi ile giriş yapılabiliyormuş. Bu sebeple pasaportları da yanımıza alalım ve görebildiklerimizi görmeye gayret edelim diyerek çıktık yola. Bodrum’da konaklama nedenimiz tamamen Kos’a gitmek içindi. (Kos, Rodos’tan sonraki en büyük 2. Yunan adası bu arada.) 2 gece kaldık geçtiğimiz yıl kaldığımız bu otelde ve her iki gece de Kule Rock City‘i mekan yaptık kendimize. Bence Bodrum’un en iyi eğlenebilinecek ve dans edilebilecek mekanı.

Kos Adasına gitmek için öncelikle geçerli bir pasaporta, geçerli bir vizeye ve 28 euroya ihtiyacınız var. Feribot sabah 10:30 civarında limandan hareket ediyor, ama sizin işlemleri tamamlayabilmeniz için en geç 09:00’da limanda olmanızı istiyorlar. Yurt dışı çıkış harcınızı ödeyip pulunuzu yapıştırıyorsunuz pasaporta ve uzun bir işlem süresi için bekliyorsunuz. Kısaca söyleyeceğim yurt dışındaki herhangi bir ülkeye gitmekten farkı yok neredeyse 1 saat uzaktaki adaya gitmenin. Aynı kuyruklar, aynı işlemler, aynı sıkıntı:( Benim gibi sabırsız biri için en azından!

Greek Salad and Mythos

 

Kos’a vardığımızda da pasaport sırasından geçişimiz 40 dk.yı buldu:) Ben tabi devamlı söylenmekteyim, Sevgilim de beni sakinleştirmeye çalışmakta:) Anneme sordum harbiden 9 aylık doğmuşum ben, anlamadım ki nereden geliyor bu telaşe?? Neyse vardık ilk fotoğrafta görülen limana, başladık yürümeye. İlk izlenimler: Çok sıcak, liman görevlileri ağızlarını açıp konuşmaya başlamasalar Türk vatandaşından farksızlar fiziksel olarak, nazar boncukları her yerdeler, hemen limanın yanıbaşında bir kale görülmekte (Şövalye Kalesi), ki bizim kalelerden çok da farklı değil:) Yine de çıkıp baktık! Her yerde bisikletler, scooterlar ve üzerlerinde yaşları 13 ila 73 arası değişen kadınlar, kız çocukları!! İşte bir adada yaşamanın en güzel tarafı da bu sanıyorum, ulaşımı bu iki tekerlerle yapmak mümkün gayetten. Kesinlikle arabaya ihtiyaç yok, ama zaten olan arabalardan da çıt çıkmıyor. Medeniyete geldiğinizi hatırlatan “korna çalmadan araba kullanmak” cümlesi sizi can evinizden vuruveriyor. Birde Amerika’daki gibi stop sign’lar var. Dur levhaları. 4 yol ağzında herkes birbirini bekliyor, kimsenin ama kimsenin acelesi yok bu adada!

Akşam dönüş saati 17:00 olunca ve biz 12:00 civarlarında adaya sonunda özgürce ayak basabilince haliyle limanın çevresinden çok da uzaklaşamadık. İlkin düşündük bir scooter kiralayalım diye, ama vazgeçtik sonra. Önce limanın yakınındaki Şövalye Kalesi‘ne çıktık, sonra da Antik Şehir‘in olduğu yere geçiverdik bir köprü ile yürüyerek. (İkinci fotoğraf oluyor:) Burada, Herkül’e hitaben yapılmış bir Helenistik Mabed’e ait kalıntılar, bir küçük mabedin restore edilmiş kolonları ve Aphrodite’e hitaben yapılmış bir mabed kalıntılarını görebiliyorsunuz. Ayrıca Antik şehir girişinde büyük bir kemer var çarşıya doğru bakan. Hemen merkezde kişi başı 3,5 euro vererek şehir içinde yarım saatlik tur atabileceğiniz lunapark trenleri gibi renkli trenler var. Bu sayede şehir merkezinden 5 km mesafede bulunan, şehire hakim bir tepe üzerinde, sağlık tanrısı Asklepios’a adanan bir eski çağ hastanesini de kenarından görebiliyorsunuz. Oyuncak tren içindeki turumuzu tamamladıktan sonra son olarak bir de şu ünlü Hipokrat’ın Ağacını (Hipocrat’s Oat) görelim dedik ve Antik Şehir’in yanıbaşındaki koruma altına alınmış bu ağacı fotoğraflamaya gittik. Bknz: Aşağıda:)

 

Modern tıbbın babası sayılan ve doktorların ettiği yeminiyle meşhur Hipokrat, 2400 yıl önce yaşamış, ama ağacın onun tarafından dikildiği öne sürülüyormüş. Oysa birçok yazar ya da gezgin yapılan araştırmalar sonucunda ağacın sadece 560 yıllık olduğunu iddia ediyorlar. Bilemedik biz! Gövdesi yaklaşık 20 m. civarında ve ön kısmı gayetten oyuk olan bu ağacın içinde rahat 4 kişilik masa kurup oturabilirsiniz bence:) Sanırım fotoğrafta çok belli değil, o alan karanlık kalmış:(

Gezi işini çabucak bitirdik, zira derdimiz başkaydı: Acıktık ve yemek yemek istiyorduk. Merkezde ve liman yakınlarında dolaşırken bir sürü cıvıl cıvıl restoran, pizzacı, cafe vs. görmüştük; ama ben illaki de şu Yunan mezeleri ne menem birşeymiş diye tutturmamdan sebep mümkünse geleneksel mutfağa sahip, adanın yerlisi ahalinin takıldığı bir yerde soluklanalım diye ara tara sonunda arka sokaklarda sakin bir “Tavern” bulduk:) Bir biz vardık, bir de arkamızda bir masa. Önce buz gibi Mythos biralarından sipariş verdik. Sonra da önden bir Greek Salad (Yunan Salatası), bildiğimiz sarımsaklı ekmekler ve ardından da Greek Mezes Plate (2 kişilik Yunan Meze Tabağı). Bu Yunan Salatası bizim çoban salatasının daha iri malzemeler kullanılarak yapılanı. Sadece üzerinde fazladan bir parça beyaz peynir var. Domatesler, salatalıklar ve kuru soğanlar gayet irice doğranmış, üzerine bir parça beyaz peynir ve dört adet siyah zeytin. Zeytinyağlarının tadı çok güzeldi, çok beğendim. 2 kişilik tabağımız kocaman geldi, bitiremedik bile. İçerisinde 4 parça köfte ve bolca kızarmış patates, musakka, yaprak sarma ve domates dolması vardı. Musakkaya tek kelime ile bayıldım. Sadece biraz yağlı buldum. Alışık olduğumuz tattan farklı biraz İtalyan etkisi almış, lazanya şeklinde pişirilmiş önümüze gelmişti bizim 40 yıllık musakkamız:) Yunan musakkasında en altta yuvarlak doğranmış patatesler vardı. Üzerinde patlıcalnlar, onun üzerinde kıymalı-domatesli iç harcı ve en üstte de oldukça koyu kıvamda pişirilmiş beşamel sos. Börek gibi dilim dilim keserek getiriyorlar sofraya. Yaprak sarmasının tadı oldukça ekşili idi. Limon soslu gibi. Ben sevdim, ama alışık olmayanlar yadırgayabilirler diye tahmin ediyorum. Sadece pirinç ve kıyma vardı içinde. Sıcak servis yaptılar. Şekilleri ise tombul tombuldu:) Köftelerinin içinde ne vardı anlayamadım, ama kesinlikle tatlı bir baharat vardı! Sevgilim tarçın dedi, ama ı-ıh değildi. Kokusu tarçın gibi değildi. Fakat resmen ekşili dolmadan sonra yiyince iyice tatlımtrak geldi tadı:) Genel olarak menüye baktığımızda bolca balık ve deniz ürünü ile domuz eti alternatifleri vardı. Menüde tanıdık cacıki, humus ve baklavakiye rastladım sadece:) Yine de Türk Mutfağı gibisi yok be dedik birbirimize ve birer Greek Coffee (Yunan Kahvesi) söyledik. Garson gülümseyrek “Sahi mi?” dedi. Evet dedik, niye şaşırdın? O da “sizin Türk Kahvesi daha güzelmiş, dostlar öyle söylerler” dedi. Olsun dedik, ver bakalım içelim:) İçtik velhasıl, bizimkine benziyordu! Garson bizimle bolca sohbet etti. Konuşkan, ama mesafeli biriydi. İngilizcem yarım yamalak dedi, ve bildiği Türkçe kelimeleri aralara serpiştirdi. Yemekleri beğendiğimizi söyleyince de pek mutlu oldu. Sonra da siestaya diyerek saat 15:00 civarlarında mekanı terketti bizim doğma büyüme Kos’lu Teo!

Hipocrat's Oat

 

Yemek faslını tamamladıktan sonra biraz çarşıya bakındık, ama incik boncuk fiyatları gayet pahalı geldi bana. (Bu arada, yukarıdaki yemeğe ve 5 biraya toplamda 45 euro ödedik. Biralar zaten 3 euroydu.) Çok fazla İskandinav geliyormuş yazları, ama bizimle birlikte Bodrum’dan yaklaşık 150-200 kişilik İngiliz ağırlıklı karışık bir grup da adaya geldi. Akşam da beraber döndük. Günübirlik gidilmesi sebebiyle mesela, bir sürü güzel plajı var, onlarda geçirecek vakit bulmak zor oldukça! O sebeple kesinlikle en az 1 gece kalınması taraftarıyım. Böylece gece hayatını merak edenlerde bu meraklarını gidermiş olabilirler. Zira bir arkadaşımın Kos’a hayran bir arkadaşı:) gecelerinin ve eğlencesinin çok güzel olduğunu söylemişti gitmeden önce bize. Son olarak da şu aşağıdaki arabalara bayıldığımı söylemek istiyorum:) Adayı bu arabaları kiralayarak dolaşabiliyorsunuz. Gideniniz olursa lütfen bu aletlerle gezsin adayı.

Akşamüstü Kos’tan Bodrum’a geçtik ve yine 1 saatlik yolculuk sonrası limana vardık. Yalnız güzel haber burada Duty Free Shopların olmasıydı. Fiyatlarda havaalanlarındakilere göre ucuzdu. Parfüm ve içki alımı yaptık. Ertesi sabah asıl amacımızı tamamladığımıza inancımızdan sebep Bodrum’dan ayrıldık ve rotayı benim çocukken sadece 1 defa görüp, daha doğrusu 1 gece kaldığım ama her daim merak ettiğim Fethiye Ölüdeniz ve Kelebek Vadisi’ne çevirdik. Yolda Göcek’in içinden geçtik ve orasının farklı bir dünya olduğuna karar verdik! 4X4’ler, spor arabalar, limanındaki inanılmaz güzellikteki tekneler ve görüp görebileceğim en lüks villalarla çevrilince bir anda bizim bünyemize fazla geldi orası:) Bizte tıpış tıpış yollandık; ama ne yapmayı ihmal etmedik? Ölüdeniz’de kaldığımızda tekne turu alarak Göcek Koylarını gezmeyi ihmal etmedik:) Onları da bir sonraki yazıya anlatacağım.

Mini Cars From Kos İsland

 

**Sisam ve Meis Adalarına ilişkin izlenimleri için sevgili gezgin arkadaşlarım Başak&Alev’in bloğuna lütfen:)**

~ Samos (Sisam)

~ Meis (Megisti) ve Meis II